Serdar
benim ‘bin yıllık’ dostumdur...
Bunu laf olsun diye söylemediğimizi
ikimiz de biliriz...
Serdar
benim bin yıllık dostumdur ama oturup saatlerce sohbet etmişliğimiz yoktur...
Olsa
çok iyi olur ama buna pek de gerek
yoktur...
Bin
yıllık dostumdur serdar çünkü ;
yaşanmışlıkların
paydaşlığı
dünyaya
baktığımız yer
insana duyduğumuz
safça ümit
hayatın
bin bir rengi
ve
hepsinden önemlisi,
yazmanın
düşünmenin ümit etmenin
güzelliği
yapmıştır bizi bin yıllık dost...
bu
blogda çok ama çok az yaptığım bir şeyi yaparak,
son
yazım üzerine serdar’ın yazdığı maili
onun
haberi olmadan paylaşmanın suçu (!)
ve
onuruyla yazıyorum bu girizgahı...
konu
bütünlüğü arayanlar için hatırlatmak isterim ;
bir
önceki yazıyı okuyup sonrasında serdar’ın mailini okuyanlar
orta
karar yemeğin üzerine muhteşem bir tatlının tadını çıkarsın...
insanın
böyle dostu olduktan sonra ne gam...
don
kişot’un babası cervantes de ne demişti ;
dost uğruna ölmek kolaydır da
mesele
uğrunda
ölünecek dostu bulmakta...
biz elbette hayattan söz edelim ölüm
yerine...
ama dostluğu bu kadar güzel anlatan
cümlelerden de haberdar olmakta fayda var...
( murat örem / 01 ekim 2013 /
ankara...
fotoğraf / nuri bilge ceylan...)
fotoğraf / nuri bilge ceylan...)
.....................
bitirme içindeki
şarkıyı kardeşim ; bitirme....
Bir yıllanmış resim, bir eski şarkı, bir
sararmış fotoğraf alıp götürüyor bizi geçmişin o unutulmaz anılarının içine…
Bir anı bir başka anıyı akla getiriyor, bir
cümle bir hikayeyi anlatıyor, bir kapı bir başka kapıya açılıyor…
Bir cümlede yazıverdiğin, bir cümleye
sığıveren o anıların içinde koskoca bir hayat , koskoca bir yaşanmışlık var…
Şimdiki nesil her şeyi telefonlarına
kaydediyor ya…
Bizler demek ki gözlerimize, beynimize,
aklımıza kaydetmişiz hiç durmadan…
Onlar telefonlarının kaydettiği kadarıyla
yaşıyorlar hayatı, bizler acısıyla, hüznüyle, sevinciyle (şarjımızın biteceği
kaygısı olmadan)yaşamışız kardeşim…
Bizler hayat biriktirmişiz…
Bizler duygu biriktirmişiz…
Bizler soğuk kış gecelerinde içtiğimiz o
bozanın tadını hala unutamayanlardanız…
Bizler bekçinin düdüğünü hala kulaklarımızda
yankılandığını duyanlardanız…
Bizler lüks lambasının ışığında, gaz
lambasının kokusunda kalanlardanız…
Bizler tavandaki sarı ampulün göz kırpmasını
oyuna çevirenlerdeniz…
Bizler sokaktan kan ter içinde gelip
annelerimizin hazırladığı bir yağlı ekmeğin verdiği mutluluktayız…
Bizler sokağımıza, mahallemize, kasabamıza has
olan o dili konuşanlardanız…
Bizler soğuk kış günlerinin geldiğini evlerin
önünde odun ve kömür tepecikleri gördüğümüzde fark edenlerdeniz…
Bizler üç kornerin bir penaltıya dönüştüğü
mahalle maçlarında, dizimizi kolumuzu kanata kanata, başımızı gözümüzü yara
yara oynayanlardanız…
Bizler komşuyu bir akraba gibi gören, çat kapı komşunun
kapısında girenlerdeniz…
Eskiden" insanlık" mı yoksa” insan”
mı daha çoktu demişsin ya…
Bence eskinin güzelliği, insanın
basitliğindeydi…
Doğallığındaydı…
Çünkü insanlar daha henüz bu kadar çok maske
takmayı bilmiyorlardı…
Bizler eskiyi eski olduğu için değil “doğal”
olduğu için seviyoruz aslında…
O doğallığı şimdi yaşayamadığımız içindir bu
eskiye özlem…
Her şeyin sahtesinin, çakmasının, GDO’sunun çıktığı bir
hayatta, doğallığa, basitliğe özlemdir eski günler.
Bizler mal mülk peşinde koşmadık çünkü bizler
gerçek zenginliği çoktan bulduk Muratım…
Bir kitabın sayfalarındaydı o zenginlik…
Bir dostumuzun sözlerinde…
Çocuğumuzun yanağında…
Eşimizin gülümsemesinde…
Bizler para biriktirmedik, bizler hayat
biriktirdik doyasıya…
Hayat gri de olsa bizim dünyamız her zaman
renkliydi be Muratım…
O renk bizdik, hayallerimizdi, geleceğe ait
düşüncelerimizdi…
Ve bitmeyen şarkımızdı …
Bitirme içindeki şarkıyı kardeşim, bitirme…
(
serdar topraktepe / 01 ekim 2013 / susurluk....)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder