*"114" ayrı ülkeden günlük ortalama "500" ziyaret !
*her cümle "5846" sayılı yasa korumasında !
*fotolar "ekseriyetle" büyütülebilir !
*sağ alttaki küçük dünya ?

30 Mayıs 2016 Pazartesi

benim ramazan anılarım / "...önce kedi gidecek, kaybolacak suda sureti / sonra ben gideceğim, kaybolacak suda suretim / sonra çınar gidecek, kaybolacak suda sureti / sonra su gidecek güneş kalacak; sonra o da gidecek.."




susurlukta lisedeydim…
yine böyle yaz günlerinde gelmişti  ramazan…


liseli aklımla  bir daha yine böyle yaz günlerindeki ramazan için en az 30 yıl ve daha fazlası var, bakalım o günleri görebilecek miyim/z diye çok sormuştum kendi kendime…


yaşayanlar görüyormuş…
gördüm…
gördük…


o günlerde elbette  dört kişilik çekirdek örem ailesi içindi bu soru işaretli beklentim ve kaygım…aradan 34 - 35 yıl geçti ve neredeyse birebir aynı döneme denk gelen ramazanı çok şükür ki eksiksiz olarak görmek üzereyiz…


elbette arada o dört kişiye katılanlar oldu, çocuklar torunlar geldi…ama o çekirdek örem ailesindeki dört kişi de bir yeni ramazana daha sağ salim geldi gelir işte…


liseli günlerimde arada sırada oruç tutardım…
hem de bu uzun yaz günlerinde…


bilenler bilir…
ben bir şeyi yapacaksam
ille de en zorunu  yaparım…
dikine dikine olanı  yaparım…

çok tepem atarsa da
al atını….der yürür giderim…


oruç tutmanın yanında aynı ramazan ayının içinde  bir iki kez vasıfsız amele kontenjanından   günlük işçi / amele olarak bakla toplamaya gitmişliğim/iz de vardır hasan bulut kardeşimin rehberliğinde….


bir traktörün kasasına sabahın alacasında doluşmuş,  gitmiş gitmiş gitmiştik bakla toplamak için…en çok kadınları hatırlıyorum 30 küsur yıl öncesinden…saçları tülbentle bağlı elleri çopur çopur kadınları, anneleri…nazım hikmet’in dediği gibi anamız avradımız yârimiz olan kadınları….


biz tabi daha traktörün kasasında bile o kadar muhallebi çocuğu görünmüştük ki o kadınlara,  yani o zaman bize göre büyük olan teyzelerimize, koca gün boyunca hepsinin çok insanlığını gördük…bugün bile sevdiklerimin yanında, çok kızıp bunaldığımda ,  bu toprakların insanlarına yeri geldiğinde hala  ağız dolusu sitem etsem de, nihayetinde  ben çok severim ülkemin kadınlarını…anadolunun kadınlarını...en çok onları severim…


o kadınlar ki inandılar mı güvendiler mi yanındakilere,  bir kavgaya gözü kapalı girerler hepsi…ve hasan hüseyinin dediği gibi yiğittirler…merttirler ülkemin kadınları…


bir çok şeyin
bugün bile kadınlara bırakılsa
daha az hoyrat olacağını düşünürüm…
evdeki hayatın tanziminden , iş hayatının gaddarlığına kadar…


ama kadın da kadın olacak…
anne de anne olacak…


ben mesela, hiç duymadım annemden ben çalışan kadınım şunu da yapamam bunu da tutamam ona da gelemem cümlesini…50 yaşıma geldim hiç duymadım…yıllarca içiçe  dolu dolu iki aile bir arada olduğumuz meral teyzemden de hiç görüp duymadım…


her şeyi tıkır tıkır ve of demeden içtenlikle sevgiyle yaparlarken, bizleri tiril tiril giydirip yedirip içirirken, iyi insan ve çok başarılı öğretmen olmanın da ilmini yaparlarken,  dağ gibi de durdular önce  kocalarının yanında…sonra evlatlarının torunlarının yanında ikisi de…

dağ gibi durdular kardeşlerinin yanında…
sağlıklarında anne babalarının arkalarında…
o üç erkek kardeş, bu iki ablaya öyle çok şey borçludurlar ki…


amele günlüğümüze dönersek ;
bakla toplamaya gittiğimiz yerde bir teftişçi vardı elbette…patron adına hepimizi denetleyen…onun vardır mutlaka bir adı da …isimleriyle cisimleriyle  o kendine özgü karakter zaaflarıyla en çok orhan kemal romanlarında yaşar bu adamlar hala…


biz baklaları toplarken ellerimiz dikenler içinde hatır hatır oldukça o teyzeler kadınlar yanımıza gelip ellerimizi koruyup  sarmak için çaputlar vermişti…su getirmişlerdi içmek için değil ama yüzümüze çarpmak için…başımıza güneş geçmesin diye akıllar gazete külahları vermişlerdi…


gün bittiğinde biz de bitmiştik…


üzerimdeki kahverengi  sümerbank tişörtüm,  
kuruyan terin tuzundan beyaza kesmişti…

ellerim kanar olmuştu…
yüzüm şam şeytanına dönmüştü…

ama paramı da kazanmıştım…


traktörün kasasına bu kez dönüş için binerken o sabahki acemiliğim bile azalmıştı…eve döndüğümde hemen banyonun kapısını göstermişti müjgan hocanım öyle alayı vala yapmadan…hiç de şımartmadan…ve ben anlamıştım koca gün oruçlu oruçlu saatlerce çalışırken ekmek parasının nasıl kazanıldığını…emeğin ne olduğunu…hayatın ne olduğunu…


yine hala hatırlarım lisenin son günleri olduğu için ıhlamur kokulu ramazan akşamlarında akranlarımla birlikte  susurluk sokaklarında dolaşmalarımı…hatta o dolaşmaların öncesinde teravih namazlarına  gitmelerimi


ergenliğin her şeyi yaşama ve merak etme telaşıyla yapardık bir çok şeyi…ve evimizde bana ne yap denirdi ne yapma denirdi…usul usul akan bir suyun yatağını bulması gibi gönlüme, aklıma, vicdanıma bırakılmıştı çok şey…


bunun ne büyük bir nimet olduğunu hep söyleyip yazdım…
ömrümün sonuna kadar da onur duyacağım bu iklimden…
anne babamdan…


bugün bile hala aklımdadır, artık  yıllardır camilere  hiç ama hiç gitmesem de özellikle ramazanın en kıymetli anı olan kadir gecelerinde ve  bayram sabahı namazlarında   camilerdeki  o huzurlu havayı…


o yüzlerce erkek sesiyle
birlikte getirilen tekbirlerin
bir suyun gürül gürül
bendini yıkması misali 
çağlayışını…


o yaz ramazanlarında bazı geceler sahura kalkılamasa da babam taşkın hoca  eğer çok ciddi bir sağlık sorunu yoksa  asla sektirmezdi orucunu koca gün aç kalarak…ben dediğim gibi en çok  lisedeyken arada sırada dahil olurdum bu çembere…annemin en yorgun zamanlarıydı  muhtemelen…sahursuz tutamazdı orucunu…ayşın muhtemelen  bugün de olduğu gibi  yine kenardan kenardan yaşardı ramazanı da…kardeşim benim sevmez kalabalığa dahil olmayı…rengini benim gibi paldır küldür belli etmeyi…o işlerin delibaşı hep murat örem olmuştur…


baba tarafımdan selahi dedemlere gittiğimizde de her anlamıyla yaşardık ramazanı…bedia babaannem de selahi dedem de ramazanı  kadim bir dost gibi karşılarlardı her zaman…atalarından da bunu görmüşlerdi zaten…iki taraftaki hafızların sayısı iki elin parmaklarından fazlaydı…ikisi de hep dindar insanlar oldular…ama ikisi de hep güzel dindar insanlar olarak kaldılar…kimseye fetva vermediler…kimseden hesap sormadılar…hacı oldular , bedia babaannem hacer-ül esvet taşına nasıl dokunduğunu defalarca anlatırken bana her seferinde şıpır şıpır ağladı…ve kimsenin arkasından tek kelime konuştuğuna şahit olmadım ben onun. arada dedemi çekiştirirdi bana iki kişiyken biz , ben de babaanne seni ayrı severim bilirsin ama dedemi yedirmem derdim o da tamam tamam der kapatır giderdik gülerek konuyu…


bizim  aramızda ayrı bir hukuk vardı  babaannemle…çok sıkıştığımda gözümden anlar, oğlum diye beni bir odaya çağırır çantasının köşesine uzanırdı eli…genç adamın sıkışması ne olacak…banka taksidi borç senedi değil elbette…küt diye bir telefon gelmiştir de yıllar boyunca her zaman dediğini yaptırmaya alışmış o bir zamanların  çok damarlı cananının  yanına gitmek için otobüse binmek icap etmiştir falan filan işte…babaannem de dedem de ülke ortalamasına göre çok çok uzun sayılacak ömürlerinin sonuna kadar her ramazanı aynı muhabbetle karşıladılar ve neredeyse tek bir gün oruç borcu bırakmadılar ruz-i mahşere…


yine selahi dedemle çok bekledim ben sıcak pide kuyruklarında…çok yürüdüm sokaklarda iftar öncesi…çok bayram harçlığını aldım epeyi yekün tutan ve o paraları aldığım gibi kitapçılara gideceğini ikimizin de iyi bildiği…ve son zamanlarda ne çok görür oldum bölük pörçük uykularımın arasındaki rüyalarımda selahi dedemi


babaannemle apayrı bir sevgi ve muhabbet vardı aramızda…kapıda gördüğü gibi “aslanımmmm  gelmiş benim…” derdi…aslanıydım ben babaannemin…hayatta hiç kimsenin bu kadar gönüllü aslanı olmadım ben…ve şu hayatta, oncasını tanıdım ettim, birlikte yürüdüm, çok sevdim çok didiştim ama  hiç  bir kadın  babaannem gibi  “aslanım benim…” diyemedi…hala bir yerlerde,  birileri birilerine aslanım benim dese duyarım ben o sesi ve burnumun direği sızlar…


babaannemin tiroidli ince çatallı sesi gelir tıkar böğrümü…


anne tarafımdan dede evimde de çok yaşadım ben unutulmaz ramazanları bayramları…acıpayam’ın ata ocağında kocaman ama koskocaman bir aileydik…ramazanda da diğer zamanlarda da her öğünde masaya en az 12 kişi otururdu ve sayının 20’lere çıkması vakayı adiyedendi…sıradandı…


11 yaşındayken kaybettiğim behzat dedemle araya egenin dağları tepeleri girdiği için yazdan yaza hasret giderebilirdik…ender zamanlarda da onlar gelirdi hatice anneannemle susurluk’a…ama ne mutlu ki onlarla da  geçirdim ramazan günlerini…behzat dedemle, kasabanın çarşısına gitmeden yolun üzerinde olan kara fırında çok tahinli ramazan pidesi yaptırdık biz…onlar öyle ramazan pideleriydi ki bugün bile tadı kokusu hala ömrümün baharıdır…fırından sıcak olarak çıkması beklenen tahinli pidelerin elimi yakmaması için bir tomar kağıt alırdı yanına behzat dedem…ayaküstü ahaliyle sohbet ederdi…çok sevip sayardı acıpayamın ahalisi behzat  dedemi…insanın ve ustanın hasıydı behzat dedem…elinden geçmeyen mekanik bir alet , bir motor neredeyse yoktu…köylerden , yakın ilçelerden akın ederdi insanlar bessat ustalarına….bizler torpilli çıraklarıydık onun…


üzeri hep insan kokardı behzat dedemin…
sakalları da hep benzin…


hatice anneannem hep mutedil bir kadın olmuştu…o değirmeni çok büyük çarkı çok geniş acıpayamdaki ata evinin hepimizi kucaklayan en kocaman kolları olan annesiydi hatice anneannem…dedem varken de dedem öldükten sonra da…kolları hepimize yetti…hiç sızlanmadan dıdık dıdık bütün işleri yapardı…ve aynı sakinliğiyle bizlere de yaptırırdı…iki kızı olan annem ve teyzem arada annelerine takılırlar “hatice hanım sen de ama …” derler yine de güle oynaya yaparlardı her şeyi…her bayram öncesinde tepsi tepsi  yapılırdı tatlılar…ve evdeki çocuk sayısı da o kadar çok olurdu ki bazı seneler tatlı tepsileri bayram sabahına kadar sırra kadem basardı…


gerçi o kademin nereye bastığını da ben hep iyi bilirdim!!!!


anneannem hep kocaman kollu bir anne oldu…ta ki o felç gününe kadar…sonrasında da bir hamle daha yaptı ayağa kalkmak için ama…bessat ustası bekliyordu artık onu…


bıraktı/k ipin ucunu…
gideni oyalamak, bekleyeni üzmek olmazdı…


hayatımın manevi olarak en zor ramazanlarını çocuklarım olana kadar yirmili yaşlarımda artık kendi evimdeyken geçirdim…


iki dağ birbirine kavuşmuştu ama…
dağların değil ağaçları ,
rüzgarı bile farklıydı …


ben artık o zamanlarda kırk yılda bir bile olsa camilere hiç gitmeyen, sahurlara hiç kalkmayan bir adamdım.  ramazanlar yalnızca çocukluğumun en güzel zamanları olarak andığım günler olmuştu…her ramazan adı konmamış bir belli belirsiz gerginlik oldu evimizde özellikle çocuklar doğana  kadar…


yemek seçmeyle şununla bununla hiçbir zaman arası olmayan kalender bir kocayken ben,  mutlaka küçük huysuzluklar yapmışımdır o ramazan dönemlerindeki iklimde, eğer ben beni iyi biliyorsam…karşımdaki dağ da yel kayadan ne alır inadım inat dediyse, ki allah selamet versin çok da dedi…al sana bir pandomim daha…


hepsi geldi geçti…


çocuklar olunca, evde oruç  tutan birisi de olsa,  sofraya her öğünde tabak konunca  masadaki  sıraya ben de girdim her daim sessizce ama içimden burula burula…ben bu halimde burulurken karşımdakinin burulup bir de üzerine kaynanaması mümkün mü…değil elbette…


onlar da geldi geçti…


çocuklarım büyürken  anne babamdan öğrendiğimin daha ötesine taşımaya çalıştım baba olmanın ilmini ahlakını sorumluluğunu…ramazanı da anlattım, teravihi de …bayramı da…kitaplar taşıdım çocuklarıma abdeste, duaya dair…sorularını cevapladım hiç taraf tutmadan…özgürsünüz dedim… çocuklar büyürken  çok kısa bir dönem eşlik eder gibi oldular annelerine ramazanlarda sahurlarda…sonra baba senin taraf daha zahmetsizmiş yahu !!! dediler…her kararları  kabulümdü…kabulümdür…hala…


insanın insan olmaklığından kaynaklanan bütün hallerine açık bir adam oldum ben…çocuklarıma da bunu yaptım…yapacağınızı da yapmayacağınızı da mutlaka bilip öğrenin, cahil adamların kadınların aklıyla kalabalıktan biri olmayın buna saygı duymam ama bilerek verdiğiniz her karar başımın üstündedir, inaç da buna dahildir dedim ikisine de…


50 yaşıma geldim kimseyi ama kimseyi  inancıyla, diniyle, artıya eksiye koymadım…böyle görmüştüm çünkü…iki dedemden de, anneannem babaannemden de, anne babamdan da hep böyle görmüştüm


gördüğüm doğrulara hep sahip çıktım…ama birileri haddini aşıp, okumadan bilip öğrenmeden  hele hele din iman konusunda  akıl vermeye kalktığında da hiç alttan almadım…aynı yastığa baş koyduklarım da dahil hiç alttan almadım…


hayatımın
en netameli dönemlerinde  
filizlenenler de dahil, 
vermedim bu tavizi…
yürüdüm gittim…
yürür giderim…


bugün artık son yıllarda her ramazan kendilerini o ramazan günlerinin huzuruna hazırlayan anne babama hep şunu söylüyorum belki biraz da delidolu evlat kontenjanından haddimi de aşarak ; ibadet elbette bir emir…oruç da bir  ibadet…ramazanınız kutlu olsun…hayırlı olsun..ama en büyük emir önce sağlıklı olmak…kendinizi aman sağlıklı hissedin…kendinizi iyi tartın…


türkiye bir ramazanı daha yaşayacak…
bu topraklarda ramazan hep yaşayacak…

bin yıl önce de yaşandı…
bin yıl sonra da yaşanacak…

ama her ramazan en çocuklukta yaşanacak…
büyüdükçe nerelere gitsek de…
çocukluk uykularının en tatlı yerindeki o ses hep kalacak…

“ hadi evladım sofra hazır….”

sonra bayram gelecek…
orucunu tutan da tutmayan da
camiye giden de gitmeyen de
o elleri hep aynı saygıyla öpecek…

ne diyordu nazım hikmet muhteşem şiirinin sonunda ;

"...önce kedi gidecek,
kaybolacak suda sureti.
sonra ben gideceğim,
kaybolacak suda suretim.
sonra çınar gidecek,
kaybolacak suda sureti.
sonra su gidecek
güneş kalacak;
sonra o da gidecek...
                              
                                                ******

hepimiz bir gün gideceğiz…
ama bu bayrak burada kalacak…
bu ramazan her sene gelecek…

biz 19 mayısları da 29 ekimleri de
ramazanları da  bayramları da kutlayacağız
türkiye cumhuriyeti ailesi olarak
birbirimize yan gözle bakmadan…

bunu zinhar akıldan bile geçirmeden…


ve bir gün belki
bizim de hikayelerimizi yazıp anlatacak
arkadan gelen kuşaklar…


biz büyük bir milletin
milli bayram
dini bayram
diye ayırmadan
her gününe sahip çıkan
bayram çocuklarıydık  
diye…


bunu dün yaptık…
bugün de yapacağız…
yarın da çocuklarımız torunlarımız yapacak…


ramazanınız bahtlı baharlı olsun…
tahinli pideleriniz bol olsun…
iftar sofralarınız uğurlu kademli olsun…

muhabbetle saygıyla sevgiyle
elinizi aklınızı öpenleriniz
çok çok olsun…

hep daim olsun….


( murat örem / 30 mayıs 2016 / ankara…) 
-fotoğraftaki saat / baba tarafındaki ata evinden murat örem'e yadigar-
  -başlıktaki şiir / masalların masalı / nazım hikmet ran

beste / fazıl say 
vokal / serenad bağcan
şiir  / ömer hayyam 

" akılla bir konuşmam oldu..."


















28 Mayıs 2016 Cumartesi

milletlerin medeniyetini gösteren havalarda uçuşan paralar, sekiz çekerli arabalar, 9 odalı kasırlar yalılar değil yazılı eserlerdir…gerisi davulcu yellenmesidir...o kadar !!!!




30 yıl önce tam da bugün ölmüştü edip  cansever…
takvim  28 mayıs 1986  gösteriyordu…


yani ; 
30  yıl önce…
360 ay önce…
1560 hafta önce…
10 bin küsur gün önce…
28 mayıs 1986’da öldüğünde 
daha 60 yaşında bile değildi edip cansever


edip cansever öldüğünde ben ıstanbul’da  üniversitenin ilk yılındaydım…ama ıstanbul’un dağdağasından ve family pansiyon’un keşmekeşinden kaçıp kaçıp  o zamanlara dek en iyi bildiğim limana,  kasabaya sığınıyordum…


18 yaşındaydım…
yalnızca 18 yaşındaydım…


cebimde kelimeler vardı…
cebimde ülkeme dair de umutlarım vardı…
-cebimde hala kelimeler var, artık her ne halta yaradığını pek de bilemediğim…
devir kelimelerin zamanı  değil artık… -


ve ben o zamanlar cebime doldurduğum bütün kelimelerle, bütün umutlarla, ilk otobüse, ilk feribota atladığım gibi her fırsatta  kasabama kaçıyordum…


gittiğim yerde ,
o kasabada
görmek istediklerim,
hep  görmek istediklerim vardı…


her fırsatta kaçtığım kasabanın unutulmaz bir parkı vardı…

o parkın içinde güzeller güzeli ağaçlar vardı…

her fırsatta o ağaçların altında olmaya meftun iki çocuk vardı…
daha o yaşta bile kendilerini kocaman sanan…

orada , o ağacın altında söylemiştim karşımdaki     çocuğa

“edip cansever  ölmüş”      diye…

ve hüzünle  o ağacın altında yakmıştım bir dal maltepe sigarası daha…

karşımdaki çocuk, yıllarca hep  yaptığı gibi gözünün birini belli belirsiz kısıp yüzünü hafifçe havaya çevirerek dinlemişti beni minik minik yutkunarak…ona bu cümleyi kurarken benim aklım aynı anda hem ondaydı hem edip canseverdeydi hem kasabadaydı hem dallardaki çiçeklerdeydi hem ülkemdeydi hem and dağlarındaydı, hem ordaydı hem burdaydı …


aklım benim her yerdeydi….
onun aklı yalnızca bendeydi…


edip cansever de ölebilirdi…
dallardaki çiçekler de düşebilirdi…

aklım beni çok yordu…
aklım çevremdekileri de çok yordu…

ama akıl bu…
atsan atılmıyor…
satsan satılmıyor….



30 yıl önce, edip cansever tam da bugün öldüğünde ben gepgenç bir çocuk adamdım..


iki oğlum da benim o zamanki yaşımdan daha büyük şimdi…

düşünün işte ne kadar zaman geçmiş…

ama şunu da düşünün; bir ülkenin edip cansever misali en büyük şairlerinden birinin 30. ölüm yıldönümünde gazetelerde, radyolarda, televizyonlarda ve internette  kibrit kutusu kadar  yazı görmek için bile kırk takla atmak gerekiyorsa  o ülke derin kara bir tüneldedir demektir…


ve milletlerin medeniyetini gösteren
paralar, sekiz çekerli arabalar,
9 odalı kasırlar yalılar değil
yazılı eserlerdir…



bizimki de laf işte…
bizimki de fırtınada sesini duyurmak için yırtınmak işte…
bizim ki de rüzgara karşı işemek işte…



ne yapalım…
bizim de fıtratımız buymuş…

laf aramızda,
iyi ki de buymuş….

           ( murat örem / 28 mayıs 2016 / ankara…)