*"114" ayrı ülkeden günlük ortalama "500" ziyaret !
*her cümle "5846" sayılı yasa korumasında !
*fotolar "ekseriyetle" büyütülebilir !
*sağ alttaki küçük dünya ?

28 Mart 2014 Cuma

insan olmayı en az iki kişinin bilmesi insanlığa yetmiyordu... yetmeyecekti....


          
         meraklı okura not ; ALINTI VE ÇEVİRİ  METİNDİR....

                                      ***********
         babamla oturuyorduk...
         sıcak bir yaz günüydü...
         sokaklarda insan yoktu...
         insanlarda akıl yoktu....
        
         babamla oturuyorduk...
         aslında babam oturuyordu da ,
         ben üçlü iskandinav koltukta
kaykılarak yatıyordum...

         babamla oturuyorduk...
barcelona’nın
yapış yapış sıcaklarını andıran yaz günüydü...

sokaklarda insan yoktu...
insanlarda akıl yoktu....

akıl dediğin şey , kiloyla satılmıyordu...
ahlak dediğin şey metreye vurulmuyordu...

televizyona bir adam çıkmıştı...
babam gün gün yaşlandığı için ,
televizyona daha çok bakar olmuştu...

oysa çocukluk günlerimizde
kapatın şu zımbırtıyı derdi hepimize...

ben o zaman da
televizyondan nefret eden bir adamdım...

eh o zaman babam gençti ...
hepimize döne döne
lorca’yı, guernica’yı anlattığı günlerdeydi...

o zamanlar babam gençti...
bahçede duran küreği kaptığı gibi  
bütün bir gün çalışsa da
annemi sevgiyle kucakladığı günlerdeydi...
bize cordoba’yı anlattığı günlerdeydi...

önce annem öldü bir kış günü güneş tam tepemizdeyken...
aslında annemin öldüğü gün babamı da gömdük yanına...
aslında annemin öldüğü gün beni de gömdüler onların arasına...

babamla oturuyorduk....
sıcak bir yaz günüydü...
televizyona çıkan adam ağlıyordu...
rezilce zırıl zırıl ağlıyordu...
ben sizi çok sevdim,
siz bana neden böyle yapıyorsunuz
diye diye ağlıyordu...

babam televizyona çıkan herkese yaptığı gibi
o müptezel, o rezil , o kifayetsiz  adama da küfrediyordu...

ben babamın küfürlerine ne çok aşina olduğumu düşünüyordum...

yeni bir gün olacak yarın diyordu babam...
yeni bir gün nah olacak diyordum babama,  içimden...

oysa , 
ikimiz de biliyorduk...
yeni bir gün insan yaşadığı sürece vardı...
yeni bir gün , insanlık  yaşadığı sürece vardı...

ve yine ikimiz de biliyorduk ;
insan  olmayı  iki kişinin bilmesi  insanlığa yetmiyordu...
yetmeyecekti....

(  yazan ; sensuan cortazar guadola
  çeviri   : erkin belaztin )

fotoğraf/değerli kardeşim fotoğraf sanatçısı utku demirsoy...

27 mart ; Türkiye, kültür tarihimize büyük emekler veren "Devlet Tiyatrolarının" kıymetini iyi bilsin...




         Adını,  eski Roma’daki  Savaş Tanrısı "Martius’tan alan Mart ayı da gitmek için gün sayıyor...

        Giderayak , tüm Türkiye’nin merakla beklediği yerel seçim sonuçlarını da koyacak önümüze  Mart ayı  üç gün sonra...

Mart ayının  savaş tanrısıyla birlikte  anılmasının esas nedenlerinden biri de çok eski dönemlerde Ocak ve Şubat aylarının savaşmak için uygun olmamasıymış...

Ya, işte böyle (!!!) eski insanlar savaşmak için tüm bunlara da kafa yormak zorunda kalıyorlarmış bir de ...

Neyse ki dünyanın en akıllı canlısı olan insanlık (!)  zaman içinde güdümlü füzeleri, atom bombalarını, insansız savaş araçlarını   falan icat etti de,  savaşmak için artık ay, gün mevsim fark etmez oldu...

Ne mutlu değil mi hepimize !!!

Oysa insanlık için savaş ne kadar eskiyse barış da o kadar eskidir...Öylesine eskidir ki  barış kavramı  taa iki bin küsur yıl önce yazdığı  oyunlarında bile dönüp dolaşıp Barış konusunu işlemiştir kendi üslubunca   ünlü yunan oyun yazarı Aristofanes...

Aristofanes deyince sözü/yazıyı  27 mart dünya tiyatrolar gününe  getirmek de farz oldu....27 Mart ülkemizde de uzun yıllardır kutlanıyor çünkü  1961 yılında Uluslararası Tiyatrolar Birliği tarafından belirlenmiş bir gün...

Pek çok etkinliğin seyirciyle paylaşıldığı 27 mart kutlamalarında tiyatroya emek vermiş bir ismin kaleme aldığı  evrensel tiyatro bildirgesi  de okunuyor tüm dünyada farklı dillere çevrilerek...

Mesela Uganda’lı Jessika Kaahva,  geçmiş yıllarda kaleme aldığı bildirinin sonunda şunları diyordu tüm dünyaya;

Dünya Tiyatro Günü’nde sizi umudu çoğaltmaya ve tiyatroyu iletişim, toplumsal değişim ve atılımlar için evrensel bir araç olarak öne çıkarmaya çağırıyorum.

Barışı getirmek için tek yol olmayabilir ama yine de tiyatro barışı koruma görevimiz için etkili bir araç olarak kuşkusuz katkı sağlayabilir. 

Geçmiş yıllardaki bir başka 27 Mart bildirisinde de Seyircilerimiz olmaksızın biz de var olamayız  diyen bir başka tiyatro emekçisi  Judi Denk’ti...

Gerçekten de seyirci / insan tiyatronun olmazsa olmazıdır.

Yaşı yetenler hatırlar , ülkemizde özellikle 1970’li yılların ikinci yarısı  tiyatro için çok zor zamanlardı....1970’ler bir yandan televizyon denen sihirli kutunun ilk günleriydi,   öte yandan da kör terör vardı tiyatronun olduğu  büyük şehirlerde...

Dileriz , Tiyatro, insana insanı insanla anlatmaya devam etsin,  insanlık var oldukça...İnsanlık da tabi bombalar, savaşlardan , şunlar bunlardan başını kaldırabilirse hem her daim var olabilsin hem de tiyatronun , sanatçının kıymetini bilsin....

Türkiye de , olan biten her şeye rağmen , üç çeyrek asırlık ömründe  insanlık tarihimize büyük emekler veren Devlet Tiyatrolarının kıymetini iyi bilsin...

( murat örem / 28 mart 2014 / ankara...) 

- meraklısı için bir önceki yazı ; http://yedigunyazilari.blogspot.com.tr/2013/03/bir-27-mart-yazs-bilenler-bilmeyenlere.html



27 Mart 2014 Perşembe

belgin doruk ; " yaredir sinede eski sevgili..."


        Türk edebiyatında emektarlığının  yanında vefa denince de akla gelen ilk isim olan  Selim İleri ,  Karakter Oyuncularının Anısına’  başlıklı yazısında, Türk sinemasının isimli ve isimsiz kahramanları için şunları söylemişti uzun zaman önceki yazısının farklı yerlerinde ;

Belgin Doruk  Hanım'ı hatırladım, içim sızladı. Kar Yağıyor Hayatıma kitabımda  Belgin Doruk'u dilim döndüğünce anlattım. (..)Belgin Doruk dendi mi, Türk sinemasının ben yaştaki seyircileri elbette Küçük hanımefendi dizisini, Küçükhanımefendi'nin Şoförü'nü, sonra Avrupa'da çevrilmiş o filmleri hatırlar. O kadar sıcak, sevimli bu salon komedilerinde Sadri Alışıkların, Şaziye Moralların, Nubar Terziyanların, Dursune Şirinlerin payları, başarıları nasıl unutulabilir?!"

Belgin Doruk,  bir 26 Mart gününde , geride kalanlara hoşçakalın dediğinde bundan tam 19  sene önceydi ve yıl 1995’ti...

Belgin Doruk aradan geçen onca yıla rağmen özellikle belirli yaş grubundakiler için bugün de bir marka ve fenomendir Türk sinemasında...

Öldüğünde altmışlı yaşlarına bile gelmemişti Belgin Doruk ama rol aldığı filmlerin sayısı yaşının çok çok  üstündeydi... Gençliğinde çok güzel bir kız olan Belgin Doruk sinemaya güzellik yarışmasıyla adım atmış ve Yeşil Köşkün Lambası filmi bir dönüm noktası olmuştu...

Bir başka efsane isim Zeki Müren’le de bir çok filmde başrol oynadı Belgin Doruk...Tanju Gürsu’yla olan rol arkadaşlığının ardından özellikle Ayhan Işık’la çevirdikleri 'Küçük Hanımefendi' serisi Belgin Doruk için yeni bir dönemin habercisiydi...

Toplumun önüne çıkan bir çok isimde olduğu gibi Belgin Doruk’un hayatında da ‘dışı seni yakar içi beni yakar’ deyimini çağrıştıran iniş çıkışlar, gelgitler, hayal kırıklıkları, dramlar vardı elbette...

Güzelliği, oynadığı filmlerdeki aktrisliği,  yanağındaki gamzesi ve magazin gündeminden düşmeyen hayatıyla Belgin Doruk için bugün bile çok  şey söylenip  yazılabilir...

Hatta Belgin Doruk’un yaşamı ve rol aldığı filmleri  sinema tekniği, senaryo, oyunculuk ve masalsılık açısından eleştirilebilir.

Ancak bunların hiçbiri
Türk sinemasındaki  Belgin Doruk gerçeğinin üstünü örtemez...
Belgin Doruk ismini silemez...

Çünkü bir çok ünlü isim gibi Belgin Doruk da  özellikle 1960’lar ve 70’ler  Türkiyesine tutulmuş projektörün  aynadan ve  sinema tarihimizden yansımasıdır...

Veee,
içinde  Belgin Doruk’un olmadığı
Türk sinema tarihi de
asla ve kat’a yazılmaz , yazılamaz...

         ( murat örem / 27 mart 2014 / ankara...) 

 

26 Mart 2014 Çarşamba

esmeray ; şu kavanoz dipli dünyada, şarkılarla da olsa hala anılmak hiç de az bir şey değildir...


          Şu hayatta  bazı isimlerin etrafında  büyük fırtınalar kopmaz...
Yaşarken , hak ettikleri halde  bol keseden övgülerle de anılmazlar....
Hatta uzun süre   görmezden gelindikleri   bile olur..

Ancak yine de bu insanlar emek emek bir yere gelir zaman içinde..
Hayat  bu insanlar için çabalarının karşılığını adım adım aldıkları bir imtihan yeri olur...

Adı , çalışmaları ,  eserleri ve hayatı  üzerinde her zaman saygıyla sevgiyle minnetle söylenecek çok cümlelerimizin olması gereken Aziz Nesin ;  çok az bilinen muhteşem şiirinde anlayana  çok şeyler söyler  ;

“Hiç kimse buyur etmedi beni,
Bu dünyada hiçbir yere.

 Ama açtım bütün kapıları tekmeleyerek,
Bütün engelleri göğüsleyip yıkarak,

Buyrun dediler o zaman incelikle,
Buyur ettiler
Ve Buyurdum.

Elimden geldiğince görevimi yaptım.
Gülümsedim hıçkırıklarımı boğarak,
Sonunda kimsenin yorulmadığı denli yoruldum.

Artık kapılar açık kalsın,
Bundan sonra gireceklere.

Şimdi dinlenmeye gidiyorum,
 Hoşcakal güzel dünyam....” 

diyerek....

12 yıl önce yine bir Mart ayında , ayın  25’inde   53 yaşındayken aramızdan ayrılan şarkıcı / yorumcu Esmeray da çok hak etmiş olmasına rağmen adı üzerinde coşkulu cümleler kurulan bir isim olmamıştı hiçbir zaman...

Esmeray geçlik yıllarında tiyatro ve sinema sanatçısı olmuş,  çabalarının bir sonucu olarak da Neriman Altındağ Tüfekçi'nin yönettiği koroda müziğe adım atmıştır.

İlk çıkarılan plakta adı bile olmayan Esmeray yalnızca bir kez yapılan toplu iğne beste yarışmasında birinci olduktan sonra da uzun süre görmezden gelinmiş, şarkıları denetim engeline takılmıştır tekrar tekrar.

Bu yarışmada birinci olunan beste Esmeray Diriker’in eşi Şemi Diriker’e aitken şarkı da yıllar sonra unutulmazlar arasına girecek olan çalışmadır;

‘Boğazında düğümlenen hıçkırık olayım
unutma beni, unutama beni....”

Unutama Beni şarkısı,  iyi olan her şey gibi zaman içinde nasıl bütün engelleri aşacaksa , yıl 1977 olduğunda da bir başka şarkıyla sonuna kadar  açar tüm kapıları Esmeray ve anadoludaki her evden içeri girer...

Gel tezkere, gel tezkere bitsin bu gurbet
 evde baban bacın  anan yüzüne hasret
 yolunu gözleyen yarin yüzüne hasret .....

mısralarıyla başlayan şarkıdır bu...

Hayat ;  şu dünyada yaşarken de  hiç de  adil ve bonkör davranmadığı Esmeray’ı daha ellili yaşlarının başındayken adı ölüm olan ikizine emanet verdiğinde tarih 25 Mart 2002’dir ve bundan 12 yıl öncedir...

Ancak bugün bile hemen herkes  için çok anlamlı şeyler ifade eder Esmeray ismi , özellikle de biz orta yaşlılar için...

Esmeray’dan da geriye emek emek yaşanmış  finali çok erken olmuş  bir ömür ve hepimizin insan tarafına seslenen  şarkılar kalır...

Şu kavanoz dipli dünyada,  şarkılarla da olsa hala anılmak da hiç de az bir şey değildir...

         ( murat örem / 26 mart 2014 / ankara...) 



20 Mart 2014 Perşembe

şu benim erhan dayım ; “ oğlum dünyada bir deliler bir de ölüler fikir değiştir(e)mez...”


Seçim iyidir....
Seçim yapmak da iyidir...

Güzel kızarmış patatesin yanında yayık ayranı mı içeyim , salata mı yiyeyim, kolanın yarenliğine mi sığınayım diye sorarken bile zihniniz bir seçim yapar..

Hafta sonunda , çoluk çocuk sohbet edeceğimiz  bir diyara mı gidelim yoksa devasa mezarlar olan alışveriş merkezlerinde para harcama kapasitesi olan mutlu aile tablosu mu çizelim yüz yetmiş yedinci kez (!)   diye sorarken de aklınız  bir seçim yapar...

Seçim iyidir....
Seçim yapmak da iyidir...

Dostlarla biraraya gelip iki lafın belini kırmak mı yoksa tek kişilik masanın başında yudum yudum demlenmek mi olsun tercihim diyen gönlünüz de bir seçim yapar sonunda...

Bizim gibi,  insanların birbirlerini tanıyarak sevmelerinin  önüne töre ahlak namus diye diye bin bir set koyan toplumlarda da   daha çok kadınlar ve genç kızlar kendilerine talip olan erkeklerin hali pür melalini eni konu kıyaslayarak  bir tercihte bulunurlar...

Seçim yaparlar yani...
Hoş , bu seçimler çoğu zaman aradan kısa bir süre geçince battala(!)  çıkar...Çünkü evliliği bir kadınla isteyerek ve eşit şartlarda dönüşe dönüşe yaşamak yerine  bir kadına sahip olmak sanan neandartal adamlar  “köprüyü geçene kadar” dünyanın en munis insanı olarak görünseler de aradan üç beş vakit geçince maskeler düşer ve ilişkiler genellikle ya karakolda biter ya da hüzün tünellerinde güm diye duvara çarpar...

Amirler müdürler  kıdemli memurlar da sever tercih yapmayı...
Bir iş yapılacaksa , yaptırılacaksa en az itiraz edecek olanı , söyleneni sorgulamadan baş üstüne koyacak olanı   tercih etmek (!) adettendir....

Matematik ve Mantık biliminin en temel kanunlarındandır ;

Yaptığınız her seçim ,
verdiğiniz her karar
diğer seçenekleri
aynı anda  boşa çıkarır....”

Kızarmış patatesin yanında ayran içmeyi yeğleyen zihin diğer seçenekleri elemiştir saniyeler içinde tıpkı dostlar arasında “geyik muhabbeti” yapmak yerine kendi kendine kalarak iki yudum içmeyi yeğleyen gönül misali...

Karşısına oturup aval aval bin bir türlü mevzuu like / dislike yaptığınız şu bilgisayarlardaki bütün işler  bile elektronik olarak  kesin tercih mantığıyla çalışır...
Hem de en basit  haliyle evet ve hayır diyerek...

Evet ve Hayır’ın matematik ve mantık bilimindeki karşılığı
veya  q /  1 veya  0 ‘dır...

Sanılanın aksine ;
Hayatta çok tercih çıkmaz önünüze...
Hayat size tercihler sunmaz bonkörce...
Tercihlerin sayısını hakiki manada artıran  yalnızca sizin emeğiniz çabanız ve mücadele gücünüzdür...

Hayattaki  tercihleriniz de ödeyeceğiniz bedelleri göze alırsanız yalnızca size aittir ve sizi ilgilendirir...

Sosyoloji biliminin en temel kanunlarındandır ;
“ toplumlar ortak karar vermeleri istendiğinde
tercihlerini çok farklı saiklerle yapar...”

Adam Smith’in insanlığın başına bitip tükenmez  leviathanları  saran ve neoliberal politikaların  amentüsü yapılan “görünmez el” teorisi biraz da bu çarpıtılmış gerçeği tepe tepe kullanmanın arsız iktisadi gerekçelerini üretmeye dayanır...   

İnsan da bütün canlılar gibi yaşadığı her an yeni tercihler yapmaya zorlanır...Oysa yaşayan  milyarlarca insanın gerçekte  çok azı bilir ki , tercih etmek zorunda kaldığı seçenekler  büyük oranda aynı  kalın bağırsak  ürününün  morcivertidir...(!)

Anlamayanlar için örneklersek ;
İstikameti çoktan belirlenmiş bir taşıtın içinde  oturduğunuz koltuğu belirlemeniz gerçek bir seçenek görünse  ve sizi mutlu etse de  bu durum aslında  zahiridir / sanaldır..

Çünkü otobüsün hangi koltuğuna oturacağınıza karar vermeniz gideceğiniz yeri asla ve kat’a belirlemeniz değildir ki ...(!)

Bir de hiç unutmayın ;

“yaptığınız hiçbir tercih 
        sizin sonsuza dek mutlakınız 
        değişmeziniz değildir...”

Günün birinde yemek seçenekleriniz, tuttuğunuz takım , oy verdiğiniz parti, yıllardır elini tuttuğunuz insan , kapısından içeri girdiğiniz işyeri , selam verdikleriniz, hatta içtiğiniz çayın demi, sigaranın markası  bile değişebilir...

Hatta zaman zaman değişmelidir de...

Mesela bu blogu takip edenler iyi bilir ki ; benim bir Erhan Dayım vardı...

Bin yıl önce (!)  iki bekar adam olarak birbirimize dayı / yeğen ve can yoldaşı olurken İstanbul Levent’teki evde , işleri de bölüşürdük...

Çorbayı Erhan Dayım pişirirdi...Sofraya tabaklara ben koyardım..

Bir gün yine çorba vakti geldiğinde efsane kaleci Cihat Arman’ın büyük halama hediyesi tarihi kaseleri koyduğumda sofraya niye tabak koymadın da kase koydun diye sormuştu Erhan Dayım bana dört yüz seksen üçüncü (!) kez....

Ben de biraz sitem çokça da sevgiyle “yahu Erhan Dayı artık bir karar ver şu çorbayı kasede mi içeceğiz tabakta mı ...tabak koyuyorum kase diyorsun kase koyuyorum tabak diyorsun  demiştim de ,  57 yaşında kalp krizinden küt diye ölmeden aylar önceki o diyalogda  gözlerini deli deli belerterek bana şöyle demişti ;

“ oğlum şu dünyada
bir deliler bir de ölüler
fikir değiştirmez...
zamanı geldiğinde
fikir değiştirmek iyidir...”

O günün üzerinden onlarca yıl geçti, 1000 yaşında adam oldum...
Ama Erhan Dayım’ın gözlerini belerte belerte kurduğu bu cümlelerin gerçekliğini ve haklı olma ihtimalini  hiççç unutmadım...

Size de hatırlatayım istedim ey nazenin okurlarım...

( murat örem / 20 mart 2014 / ankara...)

13 Mart 2014 Perşembe

1970'ler..."türkiyenin vicdanının son demleridir.." gelmemek üzere gitmiştir...


          Yıl 2014...
Aylardan Mart...

Ne diyordu  büyük şair Nazım Hikmet  o unutulmaz şiirinde  ;

“... memleket mi
yıldızlar mı
gençliğim mi
daha uzak...”

İnsan,  iş için , eğitim için uzaklara düştüğünde memleketini özler...
Çok özler...

Bir dostumun yıllar yıllar önce, vatanına yeni döndüğü bir İstanbul gecesinde kurduğu “biliyor musun insan şu ülkenin sokaklara dağılmış çöplerini bile özlüyor...” cümlesini hiç unutmadım mesela ben 20 küsur yıldır...

Gençlik yıllarında bazen yaşananlara , olan bitenlere bakıp bakıp kızgınlıkla  “ gideceğim buralardan ”  demek kolaydır da , edilen cümleler  gerçeğe döndüğünde vatan özlemi gençlikte bile çok ağır gelir....

İnsan uzaklara düştüğünde memleketini özler...
Çok özler...
Çünkü özlediği hem vatanıdır, hem sevdikleridir hem de en çok  içine doğduğu kültürün kokusudur, ruhudur, sesleri görüntüleridir...

Tüm bunları bilerek  yazmıştır  Edip Cansever ;

“insan yaşadığı yere benzer / o yerin suyuna toprağına benzer...”

dizelerini...

Türk edebiyatının en hakkı yenmiş isimlerinden olan Bekir Yıldız’a bir kitabının ismini “Almanya Acı Vatan ”   koyduran  da aynı memleket özlemidir...

Memleketinin , yıldızların uzağına düştüğünü bilmek acıdır...
Ama bir de umut vardır...
Bir gün memleketine , sevdiklerine kavuşmanın umudu vardır..
İnsanlığın bir gün yıldızlara ulaşacağı hayalinin de büyüsü vardır...

Ama çocukluk , gençlik gitti mi gider...
Önce tay tay adımlarla sonrasında da koşarayak gider hem de...

Mesela  bizler için de artık çocukluk da gençlik de yıldızlar kadar uzak...

Çoğumuz 40’lı yaşların ortasını geçti , kalanlar da  ha geçti ha geçecek durumdaz..Kimimiz 50’lerin durağındayız çoktan...

Üniversiteli olan , master doktora yapan , hatta evlenen çocuklarımız var...

Oysa çocukluk , ilk gençlik  yıllarını   özellikle 1970’lerde  yaşayanlar iyi hatırlar; üzerlerine yün minderlerin konduğu somyaları, divanları, üstü dantel örtülü kocaman radyoları, kaçmış çoraplardan yapılan paspasları,  misafirden misafire  girilmesine izin verilen gizemli odaları.

1970’lerin Türkiyesi üzerinde uzun uzun yazıp çizilecek, anlatılacak kadar zengindir, latiftir ve uzaktadır...
Yıldızlar kadar uzaktır....
Hepimizin çocukluk ve gençlik yılları kadar uzaktır...

1970’ler zengindir çünkü yokluğun, yoksulluğun getirdiği bir dayanışma vardı insanların gönüllerinde....
Latiftir çünkü kocaman bir toplum tüketimin büyüsüne bu kadar körü körüne ve bin hevesle teslim olmamıştır daha...
Nesneleri çok kolay tüketmeyi öğrendikçe kaçınılmaz olarak insanlar ve  ilişkiler de bundan payını alacaktır ama buna  zaman vardır.

O, 80’ler ve  özellikle  1990’lar ve sonrasının meselesidir çünkü...

Akşam gezmeleri hemen hemen tüm ailelerin olmazsa olmazıdır 1970’lerde...Çocukların gelen misafire hoş geldiniz demek zorunda olması ve kendilerine bin yıldır değişmeyen okul nasıl’ minvalince yöneltilen soruları cevaplarken ayaklarına ve çoraplarına bakması da...

Ayfer Tunç, Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek  isimli kitabıyla hem o günleri akide şekeri tadında anlatmıştır yıllar önce  hem de toplumsal belleğimize hatırlı bir miras bırakmıştır...

nezlelikarga isimli blogundaki yazıları ustalık emeği olan Alkım Doğan da bir yazısına şöyle başlamıştır aylar aylar önce ;

Somyaların üzerinde yanyana dizilmiş çocuk bacakları...
Bekliyorlar, şekerliklerin, terliklerin, örtülerin yanında bekliyorlar.
Ayaklarını sallıyorlar.
Kadınlar...Yuvarlak gövdeli, yuvarlak yüzlü kadınlar...
Yerlere kadar danteller örüyorlar.
Başkalarının yanında  ‘elbisen ne güzelmiş’ diyorlar.
Kimse yokken sorular soruyorlar.
Birbirlerini dürtüp dizlerine vurarak gülüyorlar.
Çamaşır asıyorlar, halı çırpıyorlar, balkonlarda sokaktan benim geçmemi bekliyorlar.
Çantalar haftanın beş günü okula reçelli ekmek taşıyor.
Bir de kitap, bir de ayakta zor duran harfleri taşıyor.
Çantalar sıkı sıkıya kapatılıyor....”

Alkım Doğan imzalı nezlelikarga isimli blogdaki bu yazıyı ve başka yazıları okuyanlar için  anlatılanlar tam da 1970’lerin Türkiye’sinin tarifidir...

1970’ler çocuk kalmış ya da çocuk bırakılmış bir toplumun bir daha asla geri gelmeyecek günleridir aslında.

O yüzden naiftir, içten pazarlıksızdır, komiktir, hüzünlüdür ama  gerçektir...

La Mourisse imzalı Kırmızı Balon romanının çocuk kahramanı Pascal’ın  uçup giden balonu için dolu dolu  ağlaması kadar  sahihtir...

Belki sobanın üstünde kurutulan mandalina kabuklarıdır, belki tıslayan bir çaydanlıktır, belki kardeş kardeş yatılan sobasız bir odada daha az üşümek için birbirine sarılarak uyumanın tarifsiz tadıdır 1970’ler...

Bir de aranjmanları vardır 1970’lerin kimi unutulan kimi hala hatırlanan, kimi film müzikleriyle üstündeki tozu silkeleyip gün ışığına çıkan...

Çünkü 1970’ler artık en çok filmlere, dizilere meze olan masumiyet Türkiye’sinin siyah beyaz, karlı, flu, Kaf Dağı’nın ardında kalan  çocuk yüzünün resmidir...

1970’ler de o çocuk yüzleri gibi gitmiştir....
Ve  bir daha
asla ama asla geri gelmeyecektir....

         ( murat örem / 2012 - 13 mart 2014 / ankara....) 
         
                         - meraklısı için not : nezlelikarga.blogspot.com   / Alkım Doğan
                                             fotoğraf  : "La Mourisse / Kırmızı Balon" kitabı