Yıl 2014...
Aylardan
Mart...
Ne
diyordu büyük şair Nazım Hikmet o unutulmaz şiirinde ;
“... memleket mi
yıldızlar mı
gençliğim mi
daha uzak...”
İnsan,
iş için , eğitim için uzaklara
düştüğünde memleketini özler...
Çok
özler...
Bir
dostumun yıllar yıllar önce, vatanına yeni döndüğü bir İstanbul gecesinde kurduğu
“biliyor
musun insan şu ülkenin sokaklara dağılmış çöplerini bile özlüyor...” cümlesini
hiç unutmadım mesela ben 20 küsur yıldır...
Gençlik
yıllarında bazen yaşananlara , olan bitenlere bakıp bakıp kızgınlıkla “ gideceğim buralardan ” demek kolaydır da , edilen cümleler gerçeğe döndüğünde vatan özlemi gençlikte bile
çok ağır gelir....
İnsan
uzaklara düştüğünde memleketini özler...
Çok
özler...
Çünkü
özlediği hem vatanıdır, hem sevdikleridir hem de en çok içine doğduğu kültürün kokusudur, ruhudur, sesleri
görüntüleridir...
Tüm
bunları bilerek yazmıştır Edip Cansever ;
“insan
yaşadığı yere benzer / o yerin suyuna toprağına benzer...”
dizelerini...
Türk
edebiyatının en hakkı yenmiş isimlerinden olan Bekir Yıldız’a bir kitabının
ismini “Almanya Acı Vatan ”
koyduran da aynı memleket
özlemidir...
Memleketinin
, yıldızların uzağına düştüğünü bilmek acıdır...
Ama
bir de umut vardır...
Bir
gün memleketine , sevdiklerine kavuşmanın umudu vardır..
İnsanlığın
bir gün yıldızlara ulaşacağı hayalinin de büyüsü vardır...
Ama
çocukluk , gençlik gitti mi gider...
Önce
tay tay adımlarla sonrasında da koşarayak gider hem de...
Mesela
bizler için de artık çocukluk
da gençlik de yıldızlar kadar uzak...
Çoğumuz
40’lı yaşların ortasını geçti , kalanlar da ha geçti ha geçecek durumdaz..Kimimiz 50’lerin
durağındayız çoktan...
Üniversiteli
olan , master doktora yapan , hatta evlenen çocuklarımız var...
Oysa
çocukluk , ilk gençlik yıllarını özellikle 1970’lerde yaşayanlar iyi hatırlar; üzerlerine
yün minderlerin konduğu somyaları, divanları, üstü dantel örtülü kocaman
radyoları, kaçmış çoraplardan yapılan paspasları, misafirden misafire girilmesine izin verilen gizemli odaları.
1970’lerin
Türkiyesi üzerinde uzun uzun yazıp çizilecek, anlatılacak kadar zengindir,
latiftir ve uzaktadır...
Yıldızlar
kadar uzaktır....
Hepimizin
çocukluk ve gençlik yılları kadar uzaktır...
1970’ler
zengindir çünkü yokluğun, yoksulluğun getirdiği bir dayanışma vardı insanların
gönüllerinde....
Latiftir
çünkü kocaman bir toplum tüketimin büyüsüne bu kadar körü körüne ve bin hevesle
teslim olmamıştır daha...
Nesneleri
çok kolay tüketmeyi öğrendikçe kaçınılmaz olarak insanlar ve ilişkiler de bundan payını alacaktır ama
buna zaman vardır.
O, 80’ler ve özellikle
1990’lar ve sonrasının meselesidir çünkü...
Akşam
gezmeleri hemen hemen tüm ailelerin olmazsa olmazıdır 1970’lerde...Çocukların
gelen misafire hoş geldiniz demek zorunda olması ve kendilerine bin yıldır
değişmeyen ‘okul nasıl’ minvalince
yöneltilen soruları cevaplarken ayaklarına ve çoraplarına bakması da...
Ayfer
Tunç, Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek isimli kitabıyla hem o
günleri akide şekeri tadında anlatmıştır yıllar önce hem de toplumsal belleğimize hatırlı bir miras
bırakmıştır...
nezlelikarga isimli
blogundaki yazıları ustalık emeği olan Alkım Doğan da bir yazısına şöyle
başlamıştır aylar aylar önce ;
“Somyaların
üzerinde yanyana dizilmiş çocuk bacakları...
Bekliyorlar,
şekerliklerin, terliklerin, örtülerin yanında bekliyorlar.
Ayaklarını
sallıyorlar.
Kadınlar...Yuvarlak
gövdeli, yuvarlak yüzlü kadınlar...
Yerlere
kadar danteller örüyorlar.
Başkalarının
yanında ‘elbisen ne güzelmiş’ diyorlar.
Kimse
yokken sorular soruyorlar.
Birbirlerini
dürtüp dizlerine vurarak gülüyorlar.
Çamaşır
asıyorlar, halı çırpıyorlar, balkonlarda sokaktan benim geçmemi bekliyorlar.
Çantalar
haftanın beş günü okula reçelli ekmek taşıyor.
Bir
de kitap, bir de ayakta zor duran harfleri taşıyor.
Çantalar
sıkı sıkıya kapatılıyor....”
Alkım
Doğan imzalı nezlelikarga isimli blogdaki bu
yazıyı ve başka yazıları okuyanlar için anlatılanlar tam da 1970’lerin Türkiye’sinin
tarifidir...
1970’ler
çocuk kalmış ya da çocuk bırakılmış bir toplumun bir daha asla geri gelmeyecek
günleridir aslında.
O
yüzden naiftir, içten pazarlıksızdır, komiktir, hüzünlüdür ama gerçektir...
La
Mourisse imzalı Kırmızı Balon romanının çocuk
kahramanı Pascal’ın uçup giden
balonu için dolu dolu ağlaması
kadar sahihtir...
Belki
sobanın üstünde kurutulan mandalina kabuklarıdır, belki tıslayan bir
çaydanlıktır, belki kardeş kardeş yatılan sobasız bir odada daha az üşümek için
birbirine sarılarak uyumanın tarifsiz tadıdır 1970’ler...
Bir
de aranjmanları vardır 1970’lerin kimi unutulan kimi hala hatırlanan, kimi film
müzikleriyle üstündeki tozu silkeleyip gün ışığına çıkan...
Çünkü
1970’ler artık en çok filmlere, dizilere meze olan masumiyet Türkiye’sinin
siyah beyaz, karlı, flu, Kaf Dağı’nın ardında kalan çocuk yüzünün resmidir...
1970’ler
de o
çocuk yüzleri gibi gitmiştir....
Ve bir daha
asla
ama asla geri gelmeyecektir....
( murat örem / 2012 - 13 mart 2014 /
ankara....)
- meraklısı için not : nezlelikarga.blogspot.com / Alkım Doğan
fotoğraf : "La Mourisse / Kırmızı Balon" kitabı
- meraklısı için not : nezlelikarga.blogspot.com / Alkım Doğan
fotoğraf : "La Mourisse / Kırmızı Balon" kitabı
Sevgili dostum,
YanıtlaSilellerine sağlık, 70'ler o yılları yaşayan herkesin kalbinde bıraktığı tortu ile ayrı bir dönemdir.
Türkiye'nin vicdanının son demleridir.
80'li yıllarla beraber her şeyin değiştiği bir döneme girilecek ve artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacaktır.
Keşke hayıflanmalarının, bir daha hiç göremeyeceğimiz bize ait ama bizi biz yapan yoksunluklarımızın yıllarıdır onlar.
Her hatırladığımızda geride bıraktığımız çocukluğumuzun, bir daha hiç göremeyeceğimiz sevdiklerimizin olduğu, ilkleri yaşadığımız yıllardır.
İyi ki bunları tekrar hatırlamamı sağladın.
selam ve saygılarımla.
Ahmet Talimciler.
Değerli Hocam;
YanıtlaSilNe güzel demişsniz 1970'ler için ;
" Türkiyenin vicdanının son demleridir..."
diye...
ve ne kadar uzaklarda kalmış o günler...
selam ve merhabayla...
murat örem...