*"114" ayrı ülkeden günlük ortalama "500" ziyaret !
*her cümle "5846" sayılı yasa korumasında !
*fotolar "ekseriyetle" büyütülebilir !
*sağ alttaki küçük dünya ?

30 Ocak 2016 Cumartesi

aydın, münevver, entelektüel kişiler, siz yavan duygular içinde kendinizden geçmişken, size geleceğinizi anlatır eğer dinlerseniz...büyüklükleri bundandır....

                                   bozkurt güvenç hocamla / mayıs 2013



şu hayatta
çok hakiki
çok silik
çok gizemli
insanlar da tanıdım…

çok densiz de…
patavatsız da….

şu hayatta
çok güzel
insanlar  da tanıdım…
çok çirkinleri  de….

çirkinlikten güzelliğe güzellikten çirkinliğe
saniyeler içinde evrilen de çok insan tanıdım…

şu hayatta
ismiyle müsemma
çok insan da tanıdım…
tersini de…

kimi isim, 
gerçeğin filizlendiği yerde,  yavanlaştı…

kimi isim de, 
yavanlığın olduğu yerde  -ummazdım-  insanlaştı…

bir gün karşılıklı sohbet ederken kurthan fişek hoca anlatmıştı davudi sesi, samimi havası ve aksanlı artikülasyonuyla isimlerle ilgili enteresan bir anısını…mealen şunları demişti ;  “70’lerin sonlarında  biz hocalar  daha da solda dururken  , ortalık sağ sol diye birbirine girmişken ve çoğumuz kelle koltukta yazıp çizerken isimlerimizi düşündük birden yahu…kurthan, bozkurt, toktamış…alpagu…kurtböke…gülmeye başladık…bunlar daha çok  hakkıyla sağ ideolojinin sahiplendiği  isimlerdi…o ideolojinin isimlerinden de çok dostum vardı ülkedeki kamplaşmaya rağmen…onlara da söyleyince bu tespitimi bu kez karşılıklı bir daha gülmüştük….”

kurthan fişek hoca’nın ölüm haberini,  ne gariptir ki gözüm saatte ağabeyi gürhan fişek hoca’yı merakla mikrofon başında beklerken  almıştım,  önümdeki  haber sitesinden…gürhan hoca her zamanki alicenaplığıyla birkaç dakika sonra yine de gelmişti sözünde durarak…hayat ölüme galip gelmişti…sorumluluklar ölüme galip gelmişti…

eh, gürhan hoca da , kurthan hoca gibi türk tababet tarihinin en güzel isimlerinden nusret fişek’in oğluydu…hiçbiriniz bilmezsiniz muhtemelen nusret fişek’i…

şu kadarını söyleyeyim ;
çocuklarınız vakti zamanında en basit hastalıklardan bebek halleriyle ölmediyse, sağlık ocaklarında, ana çocuk sağlığı merkezlerinde hala yapıla/bile/n düzenli aşıların sayesindedir…ve tüm bu çabaların arkasında 1950’lerden beri emeğini  otoritesini bütün yıldırmalara inat esirgemeyen nusret fişek’in ülke sevgisi vardı/r…

yukarıdaki fotoğrafta  yanında olmaktan onur duyduğum kişi de  kurthan hoca’nın anlattığı yaşanmışlıkta ismini espriyle andığı kişilerden  biridir…

"bozkurt güvenç"  hocadır

türkiye ve dünya  antropoloji tarihinin / insanbilim tarihinin  marka ismidir hala bozkurt güvenç… türkiye bu gerçeği ve kıymeti ne kadar bilir, ne kadar önemser derseniz ağız dolusu iyimser bir cevap veremem...halen okuduğum elimdeki muhteşem kitapta, düşünce tarihimizin en yürekli ve çalışkan kalemlerinden olan  aziz nesin , ruhi su’yu anlatırken , tevfik fikret’in nef’i için yazdığı dizeleri hatırlatmış…şunları demişmiş tevfik fikret ;

“eyvah ki; bir çorak vadide yitip gitmişsin…”

çorak vadi neresidir , onu da bilemem…

ama şunu iyi bilirim…
toplumlar, kalabalıklar, bazı dönemlerde şaşılacak derecede hoyrat olabilirler düşünen üreten eğitimli duyarlı naif insanlarına…mesela; yazıp çizen insanlara bunca kitabı okudun da ne oldun diyebilirler…ben bir tek aydın tanırım o da vilayet olan , il olan aydın’dır diyebilirler…basitliğin vandallığın şahikasına çıkabilirler…veya birbirinden bayağı, sıradan ve kışkırtıcı , ayrıştırıcı cümleleri facebooklardan şunlardan bunlardan paylaşarak daha da ilkelleşebilirler…çünkü eğitimsiz insanların düşünsel fiziksel ruhsal şiddeti bütün canlılardan çok daha vahşidir, ilkeldir, yıkıcıdır…aslında bu davranış kalıplarının arkasında neyin yattığı bellidiradına psikoloji , psikiyatri denen bilimler bu gerçekleri zihinlere çaka çaka açıklayalı on yıllar olmuştur…kitlelerin ve bireylerin bu tarafını kaşırsanız kısa vadede etrafınız çok kalabalıklaşır…ama bir eşik vardır ki onu geçtiğiniz andan itibaren vasatlığı, vandallığı durdurmanız imkansıza yakındır…

bir futbol maçında ülkenizin, dünyanın her anlamdaki güçlü ülkelerinden birini yenmesi güzeldir elbette…sevinebilirsiniz de…fakat sizin takımınız o ülkeyi  yendiğinde,  ekonomideki, sağlıktaki, hukuktaki, eğitimdeki geri kalmışlığınız veya sıralamadaki yeriniz değişmez….siz bir galibiyetle o ülkeyi bu alanlarda geride bırakmış olmazsınız…işte aydın, münevver, entelektüel adına her ne derseniz deyin, bu kişiler şeytanın avukatlığına soyunup, siz bu yavan duygular içinde kendinizden geçmişken,  anlık sevincinizin içine limon sıkmış (!!!)  adama benzer…kızsanız da, yahu neşemizin içine etme şimdi deseniz de  birilerinin bunları söylemesi gerekir…bunları söyleyen insanları evde, okulda, işte, sanatta, siyasette, diplomaside susturdukça , küstürdükçe bir toplumun geleceği  daha aydınlık olmaz…olamaz…

bilen bir insanın, eğitimli bir insanın,  etrafına her vesileyle  kuru bir kibirle yaklaşması ne kadar rahatsız edici ve rezil bir şeyse, bilmeyen , bilmeye tenezzül etmeyen, vaktini okey masalarının, oyun kağıtlarının, müptezel televizyon yayınlarının içinde heba eden  kara kalabalıkların düşünen insanlara yönelik bu küstahlığı da işte o kadar adicedir, aşağılıktır ve rezilcedir…

bozkurt güvenç hoca bugün 90 yaşında…
bugünün şartları için bile uzun bir ömür bu…
daha çoook yılları olsun,  bozkurt hoca’nın…

yukarıdaki fotoğrafta 87 yaşındaydı bozkurt hoca…
ben 45 yaşındaydım… 

bir yayın kaydı sonrası odamı onurlandırmış , kahvemi  içmiş hatta sonrasında arabamla kendisini evine bırakırken fısıldayarak o zaman için daha kimselerin göremediği sosyolojik cümleler  kurmuştu bana bozkurt güvenç hoca…güneşli bir bahar günüydü…yazının başındaki fotoğraf, telefonumla çekilirken muhtemelen odaya biri girmiş olmalı ki ben kapıya doğru bakmışım…yayında da , sonrasındaki sohbette de yapıcı ve temkinliydi olan bitenleri yorumlayıp analiz ederken bozkurt güvenç hoca…o anlatırken , analiz ederken ben bir anda çocukluğuma, öğrenciliğime gitmiştim  nedense biraz da ürpererek…bir mürekkebin hokkanın içine girdikten sonra çıkmasının ne kadar zor olduğunu düşünmüştüm çocukluğumdaki tecrübelerime de dayanarak…

hayat bana, emeklerim bana,  böylesi güzel, doğru, çalışkan, diğerkam ve yurdunu hiçbir beklenti içine girmeden hakikaten seven , ülkesi için kaygılanan ve söyleyeceklerini kırıp dökmeden ama hiç de esirgemeden yazan  insanları da ağırlama fırsatı verdi..onların cümlelerini kulaklarımla duyma, dostluklarını, kardeşliklerini yaşama fırsatı verdi ne mutlu ki…

elbette her dedikleri doğru değildi…değildir….hangimiz her yanımızla dosdoğru olabiliriz ki…olabildik ki…ama bu insanlar çok yanlarıyla dosdoğru insanlardı…insanlardır…bu insanlar hakkıyla ülkesini seven eğitimin hakiki eğitimin önemine inanan insanlardı…insanlardır…benim pusulam da hep bu insanlar oldu...

nazım hikmet ,  otobiyografi isimli unutulmaz şiirinde kendini hayatını umutlarını zaaflarını kadınlarını hissiyatlarını başından geçenleri anlatır anlatır ve cümleyi / şiiri şöyle bağlar…  

“…ve daha ne kadar yaşarım
                             başımdan neler geçer daha
                                                                kim bilir….”

kimbilir…
bakalım;  hepimizin başından/başımızdan neler geçecek…
kimlerin insanlığından yaşadıklarından ne kalacak…

( murat örem / 30 ocak 2016 / ankara…)
          -fotoğraf / bozkurt güvenç-murat örem/ 2013-

29 Ocak 2016 Cuma

kötülüklerle baş etmenin yolu daha büyük kötülükler yapmak değildir…" iyilik demek kimseye kötülüğü dokunmamak değil, kötülük yapacak cevheri içinde taşımamak demektir."



o/ sen şimdi burada en çok kiminle nasıl  zaman geçiriyorsun…

s/ kendimle…yalnızlığımla…geldiğim yerde de kırk yıl boyunca  o kadar çok kendimle zaman geçirmek zorunda kaldım ki …bir alışkanlık oldu…yüzümün  kenarında çıkık bir ben gibi kopmaz koparılmaz oldu yalnızlığım…

o/ sen bana sormayacak mısın aynı soruyu…

s/ ben yaşarken o kadar çok soru sordum ki…artık soracak hiçbir sorum kalmadı…cümlem de…

o/ biliyor musun, tabi ki bilmiyorsun…ben de zamanında o kadar çok cevap verdim ki…benim de kelimelerim bitti…sen buraya geldiğinde ben orada 14 yaşındaymışım…bilmemen doğal…hesaplamıştım bir aralar…ve sanki ismini de hatırlıyorum o kırık camlı dükkandan…yığılmış kitapların arasında bir köşede duruyordun…seni o köşede gördüğümde neredeyse bütün bir ömür boyunca kıyıda köşede kalacağımı hissetmiştim sanki..

s/ kıyıda köşede kalmak…kıyıda köşede ölmek…başında bir odunun belki krikonun hışmını duyduğun anda yığılıp kalmak…kıyıda köşede kalmanın da bin türlü hali var…sokakta…evde…hayatta…koğuşta…ormanda…

o/ başında bir odunun hışmını… deyince sen…yıllarca ne çok ağrıdı başım benim…ne çok…ne kadar çok…birden öldürmedi o baş ağrısı…ama…

s/ benim de…her baş ağrısında sayfalarca yazmak zorunda kaldım müddei umumilerin iddialarına müdafaa olarak…sonra aynı başla devrildim küt diye…

o/ biliyorum …biliyorum…gazeteler ne çok şey yazdılar…ama olan biteni üstünkörü okuduğum için o zamanlar, hiçbir şey kalmamıştı aklımda…kızların uçuşan saçları daha çok ilgimi çekiyordu…sonra sonra öğrendim başına gelenleri…daha o günlerden ben de kendi başıma gelecekleri  az çok tahmin ediyordum…aradan biraz zaman geçince selim’e söylemiştim bunu…hüsamettin’e de…hikmet’e  bile…belki sen de ömer’e söylemişsindir kendi başına gelecekleri…

s/ ne kadar uzun cümleler kuruyorsun…başın hala ağrımıyor mu senin…baş ağrısı o kadar çabuk geçmez…gönül yarası da…biliyorum sen şimdi gönül yarası cümlesine takılmışsındır…ben de söylerken takıldım ama ağzımdan çıkıverdi…yoksa gönül yarası…öyle aşk falan değil…kastettiğim…başka bir şey…bir insanın bir başka  insana ettiği büyük haksızlığın yarası…

o/ bak sen de uzun cümleler kurdun…bulaşıcıdır bu…insan kafasında cam kırıklarıyla dolaşır düşündükçe…yazmak biraz da o cam kırıklarından kurtulmak içindir…fakat bilirsin ki cam kırıklarının en çok çoğaldığı yerdir insanın kafasının içi…belki o yüzden başına vurduğunda o rezil herif, kafanın içindeki bütün cam kırıkları büyük bir şangırtıyla düşmüştür yere…hani tahta masadan taşa düşen bir vazonun kırılmadan saliseler önce bütün berraklığıyla zihnimizdeki yer etmesi gibi,  zihnindeki kelimeler de yeryüzünün en güneşli harfleriyle bezenmiştir belki o son anda…


s/ hatırlamıyorum…aliye’yi düşünüyordum…onu çok sevdiğim halde hayatıma giren kadınları…ne çoktular…filiz’i düşünüyordum…kucağımdaki halini…dudağını büzüp çay içen çocuk  halini…parasızlıklarını…çoğunlukla geçen parasızlığımızı…

o/  "her şey geçer. her şey unutulur. kendini bir felaketin içinde kaybetmenin manası yoktur."

s/ geçer…her şey…geçmeyen ne var…selim’in bile bütün vesveleri geçmedi mi…pencereyi açık bulmasa …mutlaka bir başka pencere açılacaktı önünde…

o/ sen selim’i nereden biliyorsun…ben bile unuttum gitti…ayrıca teknik olarak bilmemen gerekiyor selim’i…biz mühendisler çok kullanırız bu teknik olarak terimini…ayrı bir güç verir hepimize…!!! hukukçuların her yere sokuşturdukları “hayatın tabii akışına uygun değildir…” tanımı gibi…

s/ biliyor musun…o  derin yalnızlık günlerimde dalga seslerinin arasında bir ışık görürdüm ben…selim bir ışık’tı o…habis değildi…insan zamansız ve mekansız olduğunda çok şeyi görür oluyor…hatta görmemeyi yeğliyor…ışığın da fazlası zararlı…aklın da…düşünmenin de…konuşmanın da…

o/hatta baş ağrısının da…çok uzun zamandır ağrımıyordu başım…elim sakalıma değince bile zonkluyor bak yine…hem de ne zonklamak…eskiden gazetelerin spor sayfalarına bakarken de ağrırdı böyle başım…çamur gibi fotoğrafların altına hep aynı cümleyi yazardı gazeteciler…”maçtan bir enstantane…” diye…belki ben de hayattan bir enstantane yazmak isterdim yalnızca…ama hayat bir futbol maçı kadar basit olmayınca en büyük hazinemi , aklımı çok zorladım….cemil bey, muzzaz hanım’a hep derdi ben küçücük bir çocukken ; hanım bu oğlanın aklıyla zoru var diye…

s/ bana da benzer şeyleri aliye  derdi hep…sen huzuru bilmiyorsun diye…oysa o gönülden o gönüle giderken aliye en çok uğramak istediğim limandı…sığındığım tek limandı….başıma bir hal gelmeseydi eminim ki o limanda batacaktı gemim…sığındığım limanda aliye batıracaktı beni…turgut da günlerden bir gün nasıl kapatmıştı bütün limanlarını…kapılarını…

o/ sen bu isimleri bilerek söylüyorsun…bu kadarı tesadüf olamaz…oysa ben geleceği  bile elinden alınmış insanların cümlelerini kurmak için geçmişini beyaz bir mantonun içine saklamak isteyenleri anlatmıştım…kürk mantoların zamanı geçmişti sizlerden sonra…tekrar hayatın içine girmesi sonraları olmuş…haldun abi söylemişti buraya geldiğinde….ne var ne yok oralarda demiştim de her yer papatya…her yer icraat…her yer müptezellik…demişti…müptezel kelimesi hiç yakışmamıştı ağzına…sakil durmuştu…hakkıyla kibar adamlara bazı kelimeler bile yakışmıyor…

s/ haldun kibar adamdır…hakkıyla…çelebi adamdır…beni buraya gönderirlerken beyaz mendilimi unutmuşlar diye ne çok hayıflanmıştı ilk geldiğinde…nasıl baktıysam yüzüne , hemen büyük bir mahcubiyetle susmuştu…oysa benim kanlı ve bir camı paramparça olmuş gözlüğüm bile yoktu yanımda…kalemim de…

o / benim de yoktu kalemim yanımda…oradayken , bir aralar bic marka olan kalemlerle  yazardım “canım” kelimeleri kahverengi defterime…

s/ yeşil mürekkebe bulanmış sayfalar ne güzeldir…filiz’de hala vardır onlardan…umarım…

o/ umarım …yine denk gelir adımlarımız…umarım …

s/ ben ummam…hiçbir şey için ummam…sen de umma…hangimiz umuyorduk öleceğimizi…ummadığımız şeyler başımıza geldiğinde bu kadar sarsılmamak için ummamayı öğren…ölümü öğrenen birinin ummamayı öğrenmesi çoktan olması gereken bir tecrübe olmalı…ben umuyor muydum bir daha aliye’me sarılmayacağımı…filiz’imi kucağıma alamayacağımı…ama bak öğrendim…ermişlerin coşkun’una selam söyle…tarihi yeniden yazmaya kalkmasın…rahat rahat yatsın artık…hep hüzünlü yüzüyle hiç  halden anlamayan karısından uzak kalmanın huzurunu yaşasın…

o / peki…ben söz dinlerim…ama…dur bir dakika…sen aziz’i neden o kadar sevmiştin…

s / çok sevdim…çok da kızdım…ama en çok güvendim…iyi ki de güvendim…insanlara güvenmek zorundayız…aziz çok güvenilecek bir adamdı…aziz gibi aziz  insanların ve hayatın adaletine güvenmek zorundayız…kötülüklerle baş etmenin yolu daha büyük kötülükler yapmak değildir…iyilik demek kimseye kötülüğü dokunmamak değil, kötülük yapacak cevheri içinde taşımamak demektir.

o / bilge de buna benzer şeyler söylerdi hep…yoksa bir yerde mi okumuştum…

s/ boş ver şimdi kelimeleri…sen de berber ilhami’ye söyle selamımı…o da dinlensin…saç doktorlarının da dinlenmeye hakkı var…yorulan yalnız biz değiliz…

                                                        *****

yukarıdaki yazıda
“o”  harfini gördüğünüz yerlere  “oğuz”
“s”  harfini gördüğünüz yerlere  “ sabahattin”
diyerek bir daha okuyunuz…

isimlerin arkasına gelecek soyadı boşluklarını doldurunuz…!!!!

arzu ederseniz ; kainatta bir yerde,  yazılanlar üzerinde de  biraz düşününüz…

( murat örem / 29 ocak 2016 / ankara…)

-artık hakkıyla uzağıma düşerek
uzaklara daha  uzaklara giden
umur’la geçmişte geçirdiğim
günlerin yılların anısına….-

-başlıktaki resim / rene magritte-


27 Ocak 2016 Çarşamba

evin önüne gelip kontağı kapattığımda terli bir boğa gibi hırlıyordu hala arabanın motoru, fanı…şehre akşam çöküyordu…şehre ilkbahar akşamı çöküyordu…



10 yıl önceydi…
2006 yılıydı….
2006 yılı ilkbaharıydı…

700 kilometrelik yolu tek başıma bir arabanın içinde geçtiğimde,  zaman 5 saatlik akmıştı…yol kenarındaki tezgahlardan bir şeyler almak için durdukça içi insan dolu arabalar ;  daha bir hızlı geçmişti asfalt  gözlerimin önünden….

kime ne alacaktım ki…
kime ne anlatacaktım ki…

evin önüne gelip kontağı kapattığımda;  
terli bir boğa gibi hırlıyordu hala arabanın motoru, fanı…

şehre akşam çöküyordu…
şehre ilkbahar akşamı çöküyordu…

elimde anahtarlar kapıdan içeri girmeden önce,  feramuz bakkaldan tomarla aldığım gazetelerin arasından yürüdüm kendime…kendi kendime…

akşam geceye dönerken bir gazetenin ekinde gördüm o uzun yazıyı…
içtiğim kahvenin yanında duruyordu açılmış o sayfa  ve yazının  başlığı…
“mutsuzluk tehlikelidir…” diyordu ve uzun uzun anlatıyordu….

40’lı yaşlara gidiyordum…
8 ve 12 yaşlarında iki çocuğum vardı…

kendimi bildim bileli hayata hep karmakarışık ve künt bir akılla bakanlara  daha karmaşık bir halde ve şaşkınlıkla bakan aklım da tanışmıştı gariptir ki  karmakarışıklıkla…

batıl ve kör gelenekçi bir toplumla kıyaslandığında,  hiç de batıl ve kör gelenekçi sayılmayan aileme bile ters düşecek kadar pür/akıl evlattım…o halimle çocuklarımın babasıydım…

o batıl gelenekçi ahlakla bakıldığında günahlarım çoktu…
bana göreyse dün de bugün de;  sevaplarım günahlarımın on katıydı…

çok şükür ki; en büyük terazinin gelenekler totemleştirilmiş ibadetler batıl inançlar ve idraksiz izmler olduğunu söyleyenlere verecek kulağım, dinleyecek zamanım o zaman da yoktu…

en büyük terazinin vicdan olduğuna inanıyordum…
din de yasalar da inançlar da bunun için olmalıydı…
hayatın insana sunulmuş bir armağan olduğuna hem inanıyordum hem inanmıyordum…

insan ölmek için doğuyordu…
ve aynı insana,  ölene kadar habire  ölümün korkunçluğunu göstererek,  hayatın da yalnızca  ölüme giden renksiz bir yol olduğunu anlatmaya çalışıyordu çoğunluktaki birileri her fırsatta…

oysa;
ölmek neydi…
yaşamak neydi…
yaşarken ölmek nasıldı…
ölünce yaşamak kimin için vardı…

sokrates ölmüş müydü…
epikures ölmüş müydü…
aristotales ölmüş müydü…
mustafa kemal ölmüş müydü…
sabahattin ali…
cemal süreya…
rıfat ılgaz…
aziz nesin…
ölmüş müydü…

kim ölümlüydü….
kim ölümsüzdü…                                     

“ dostlar romalılar,  beni dinleyin, ben sezar’ı övmeye değil gömmeye geldim…”  diyen antonius o ünlü tiradında şu aşağıdaki cümlelerini haykırıyordu kalabalığa bundan tam 2600 yıl önce…

“… insanların yaptıkları fenalıklar çoğu zaman arkalarından yaşar, fakat iyilikler çok zaman kemikleriyle beraber toprağa gömülür; haydi sezar'ınkiler de öyle olsun. (..)  o benim dostumdu, bana karşı vefalı ve dürüsttü; lakin brutus haris olduğunu söylüyor ve brutus şerefli bir zattır.

sezar roma'ya birçok esir getirdi, devlet hazinelerini bunların kurtuluş akçeleriyle doldurmuştu. acaba sezar'da hırs  diye görülen bu muymuş ? fakirler ne zaman ağlasa, sezar'ın gözleri yaşarırdı; hırs daha sert bir kumaştan olsa gerek. (…) ben brutus'un dediklerini  çürütmek için söz söylemiyorum, buraya bildiklerimi söylemeye geldim.

bir zamanlar siz onu hep severdiniz, bu sebepsiz değildi;
öyleyse sizi ona yas tutmaktan alıkoyan nedir?
ey izan! sen hoyrat hayvanlara sığınmışsın,
insanlar da muhakemelerini kaybetmiş.
beni affedin.
kalbim tabutun içinde, şurda, sezar'ın yanında,
tekrar bana gelinceye kadar beklemeli…..

daha dün sezar'ın bir sözü
dünyadan daha ağır basardı.
şimdiyse serilmiş yatıyor şurada,
bir dilenci bile eğilmez olmuş önünde.
ah kardeşler! ben yüreklerinizi, kafalarınızı
azdıracak, ayaklandıracak bir insan olsaydım,
brutus'a da, cassius'a da kötülük edebilirdim;
ama, bilirsiniz, şerefli (!)  insanlardır onlar.
ama bir yazı var, sezar'ın mührü basılmış;
çekmecesinde buldum; vasiyetnamesi sezar'ın
bunları halka okusam, ki hoş görün,
hiç okumak niyetinde değilim;
bir okusam bunları, halk doğru gider,
yaralarını öperdi ölmüş sezar'ın;
mendillerini boyardı kutsal kanına.
ne kanı, tek kılını dilenirdi saçlarının,
anmak için sezar'ı ve ölürken de
değerli bir miras diye bırakmak için
çocuklarına….”

25 yıldır ;
ne çok okudum bu tiradı
geceler gündüzler boyunca…
                                                        ****

10 yıl önceydi….

2006 yılıydı….
2006 yılı ilkbaharıydı…
akşam geceye dönerken bir gazetenin ekinde gördüm o uzun yazıyı…
içtiğim kahvenin yanında duruyordu açılmış sayfası ve başlığı…
-aradan geçen 10 koca yılda onlarca / yüzlerce kişiye okuttum bu yazıyı…zihnim her tökezlediğinde,  zihni tökezleyen birini her gördüğümde aklımda, elimin altında  oldu bu yazı…-

 “mutsuzluk tehlikelidir…” diyordu
ve uzun uzun anlatıyordu….

“ mutsuzluk tehlikelidir ;
telaşlandırır.
öç duygusuna sürükler.
yalnızlık korkularıyla yakar.
geçmişin hatıralarıyla hırpalar.
yabancılara muhtaç eder.
ve, birçok insan mutlu olduğunu bilmediğinden mutsuzluğa düşer.
bir kere mutsuzluk nehrine düştün mü de çıkması zordur.
bilirim o suları, oralarda yıkandım.

"birçok insan" diyor dostoyevski, "mutlu olduğunu bilmediği için mutsuzdur."
şaşırtıcı hatta kızdırıcı bir cümle bu. ama düşündürücü de. düşündükçe de bu büyük yazarın haklı olabileceğini hissediyorsunuz.  ben, kendini mutsuz sanan çok insan gördüm.  mutluluklarıyla kendileri arasındaki en büyük engel kafalarındaki "mutluluk" tarifiydi.

çocukken seyrettikleri bir filmden, okudukları bir kitaptan, büyüklerinin anlattığı bir hikayeden insanların aklına bir "mutluluk resmi" yerleşiyor ve bu resme benzemeyen hiçbir görüntünün mutluluk olabileceğine daha sonra inanmıyordu. ellerinde tek bir mutluluk kalıbıyla dolaşıyorlar, bir başkasının kendine dar gelen ayakkabısını giymeye çalışır gibi kendi mutluluklarını bu kalıbın içine sokmaya uğraşıyorlardı. eğer mutlulukları o kalıba sığmazsa mutsuz olduklarını düşünüyorlardı. başka bir biçimde de mutlu olunabileceği ihtimali onlara inandırıcı gelmiyordu. akıllarındaki mutluluk tarifine uymadığı için sahip oldukları mutluluğu değiştirmeye uğraşıyorlar... ve mutsuz oluyorlardı.

o insanlar, bir zamanlar aslında mutlu olduklarını ancak mutluluklarını kaybettiklerinde anlayabiliyorlardı. bunlar, insanlık aleminin içindeki en büyük duygusal nehirlerden biri olan mutsuzluğun içine diğer talihsizlerle birlikte akıyorlardı. orada gerçek mutsuzlarla, terk edilmişlerle, sevilmemişlerle, sevdiğini yitirmişlerle, hayallerine ulaşamamışlarla buluşuyorlardı. birbirinden çok değişik maceralardan, hayatlardan, kırgınlıklardan bu nehre akmış insanlar, burada zamanla birbirilerine benziyorlardı. onları bakışlarından, seslerinden, bazen başkalarını çok şaşırtan bir cüretkarlığa dönüşen telaşlarından tanıyordunuz.hemen hemen hepsi de ümitlerinin çoğunu kaybetmişlerdi. ellerinde kalan çok küçük bir ümit kırıntısıydı. mutsuzluğu onlar için çok tehlikeli kılan da ellerindeki bu küçücük umut parçasıydı. bu umuda yapıştırılmış öfkeli bir intikam isteği de bulunuyordu dağarcıklarında. 

o çok ünlü "mutlu aileler birbirlerine benzerler, her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır" cümlesiyle başlayan kitabının girişine tolstoy’un önsöz yerine yazdığı tek satırlık alıntı, birçok mutsuzun duygusunu da dile getiriyordu:
"içim nefretle dolu, öcümü alacağım."

geçmişe ve geçmişte kalan birilerine karşı nefretle ve intikam isteğiyle dolu oluyordu mutsuzların çoğu.

geçmişten öç almak istiyorlardı.
geleceğe dair ise çok küçük bir umutları vardı.

gelecekle ilgili ümit, içinde geçmişten öç alma isteğini de barındırıyordu.
o minicik ümidin titrek ışığını her yerde, her insanda arıyorlar, bunu bulduklarını düşündüklerinde ise hiçbir mutlu insanda görünmeyen telaş dolu bir çabayla ileri doğru atılıyorlardı. bu mutluluk ümidini gerçekleştirebilmek ve geçmişle hesaplaşabilmek için her yöne, her insana doğru neredeyse hiç düşünmeden kendilerini fırlatıyorlardı. insanlar daha sonra pişman oldukları birçok şeyi böyle bir ruh halinde yapıyorlardı. içine düştüğü uğultulu sularla bir felakete doğru sürüklendiğinden korkan insanların kurtulmak için neler yapabileceğini daha önceden tahmin etmek bile mümkün olamıyordu. özellikle mutsuzluk nehrine yeni düşenler, timsahlarla dolu bir sudan geçmeye çalışan karacalar gibi kurtulmak için canhıraş bir şekilde çırpınıyorlardı. neredeyse bir tür kişilik değişiminden geçildiği bir dönemdi bu. mutsuzluk, vahşi bir biçer döver gibi insanın ruhunu parçalıyordu. bütün güvenini yok ediyordu. mutsuz insanlar, hep bir uçuruma düşüyormuş duygusuyla her karşılaştıkları yeni insana, içine girdikleri her yeni çevreye "acaba tutunabileceğim dal burada mı" diye bakıyorlardı. insanlar hayatlarındaki en şaşırtıcı ilişkileri de bu mutsuzluk krizinde yaşıyorlardı. hayatın bir daha asla "güzel" olmayabileceği endişesi ruhlarını öylesine kuvvetli bir biçimde sarıyordu ki yeniden "mutlu" insanların arasına dönebilmek, bu korkulardan, yalnızlıklardan, güvensizliklerden, acılardan sıyrılabilmek için her ihtimali, en anlamsızlarını bile deniyorlardı.

hiç bitmeyecekmiş gibi gözüken derin bir yalnızlıkla, yeniden hayatla barışabileceğini söyleyen minicik umut arasında sanki baş döndürücü bir tahtırevallide iner çıkar gibi sürekli bir dalgalanma yaşayan mutsuz insanların, tek başlarınayken kederli bir yorgunlukla bir kenara oturup, başkalarıyla karşılaştıklarında irkiltici bir enerjiyle ayaklanmaları, bu yıpratıcı değişimleri sürekli yaşamaları bütün ruhsal dengelerini de altüst ediyordu.

sükuneti unutuyorlardı. hep çırpınıyorlardı. onları yeniden mutlu edecek birini bulabilmek, geçmişten öç alabilmek, kendilerine olan güvenlerini tazeleyebilmek için, aklını ıssız dağlarda kaybetmiş şanssız bir altın arayıcısı gibi her yeri kazmaya çalışıyorlardı. gülünç olmaya bile aldırmıyorlardı. bazen, ruhlarını kaplayan kasırga aniden duruverdiğinde, bir anlığına, "ben ne yapıyorum" diye kendilerine soruyorlardı ama bu sadece bir andı, kasırga biraz sonra yeniden başlayıp onların kendilerine dönük gözlerini karartıyordu. yeniden kör oluyorlardı. o mutsuzluk nehrine bir kere düşmeyegörsün insan...oraya düşmenin kolay ama çıkmanın çok zor olduğunu ancak o zaman anlar.  cömert bir dilenci gibi yaşar ondan sonra, biraz umut dilenir ve karşılığında her şeyi vermeye razı olur.

verdikleri gözükmez, herkesin aklında dilenişi kalır. o umudu bulduklarını, aradıkları insanla karşılaştıklarını sandıkları anda hissettikleri kurtuluşu ve mutluluğu, hiçbir mutlu insan kavrayamaz. ama mutsuzlar yanıldıklarını çabuk anlarlar. daha derin bir acıyla düşerler mutsuzluklarının içine. öç istekleri daha da artar. öyle zamanlar olur ki bütün insanları yabancı ve düşman görürler. sonra o yabancılara sığınmaya çalışırlar.

çok mutsuz insan gördüm.
seslerini tanırım onların, bakışlarını tanırım.
abartılı neşelerini tanırım.
en neşeli konuşmanın bir yerinde kararıveren yüzlerini tanırım.
hikayelerini dinlerim.

çoğu dostoyevski’nin sözlerini hatırlatır. mutlu olduklarını bilmedikleri için mutsuz olduklarını sanmış, sahte bir mutsuzluktan kurtulmaya çalışırken gerçek bir mutsuzluğa düşmüşlerdir. kahkahalarla dolu bir geceden sonra onları izlerseniz hızla başlayan adımlarının gitgide yavaşladığını, her yavaşlayan adımla bir başkasına dönüştüklerini, omuzlarının çöktüğünü, ruhlarında taşıdıkları yorgunluklarının onları esir aldığını görürsünüz. o anda karşılarına çıkıveren biri onları en çılgın şeyleri yapmaya ikna edebilir. aniden evlenebilirler. ertesi sabah dudaklarında bir plastik tadıyla uyanmak üzere hiç sevmedikleri hatta hoşlanmadıkları biriyle sevişebilirler. varlığıyla kendilerini utandıracak birileriyle kalabalıkların önüne çıkarak poz verebilirler.

tehlikelidir mutsuzluk.
insanı şaşırtır.
telaşlandırır.
öç duygusuna sürükler.
yalnızlık korkularıyla yakar.
geçmişin hatıralarıyla hırpalar.
yabancılara muhtaç eder.
ve, birçok insan mutlu olduğunu bilmediğinden mutsuzluğa düşer.

bir kere mutsuzluk nehrine düştün mü de çıkması zordur.
bilirim o suları, oralarda yıkandım.
o sularda ıslananları onun için hemen tanırım.
her mutsuzla karşılaştığımda aynı sözleri söylemek isterim.
"sakin ol, sükunet kurtaracak seni."

her seferinde de sakin olamayacağını bilirim.
mutsuzluk telaşlandırır çünkü insanı.

telaşıyla tehlikelidir zaten, elindeki o küçük ümidi de kaybetmemek için çırpınmasıyla tehlikelidir mutsuzluk. pişmanlıklarımızı telaş yaratır çünkü, telaşımızla utanılacak hareketler yaparız, bazen önümüzde kaderin açtığı geniş yollarda mutsuzken tökezlememiz telaşımızdandır. gördüğümüz her insana, boğulmakta olan bir insanın kurtulma hırsıyla sarılır ve onları korkuturuz, biz onları kendimize doğru çekmeye uğraştıkça onlar bizim korkularımızı çoğaltarak kaçarlar. yalnızlıktan korktukları için yalnızlaşır mutsuzlar. ve yalnızlaştıkça yalnızlıktan daha çok korkarlar. mutluluk topraklarına açılan o "sükunet kapısından" geçmeyi bir türlü beceremezler.

sonra bir gün, o küçücük ümitlerini de kaybedip artık yokluğa yaklaştıklarını sandıklarında aniden o sükunet kapısı açılıverir önlerinde. ümitleri yoktur artık ama mutluluk şansı onlara sezdirmeden belirivermiştir. ümitsizce dururken bulurlar mutluluğu.

kimse sonsuza dek o mutsuzluk nehrinde sürüklenmez çünkü...
bir gün herkes kurtulur…
(  ahmet altan / hürriyet gazetesi 20 mayıs 2006)

                                                                *****

10 koca yılın ardından 2016 yılındayım…

ne diyordu özdemir asaf ;
“ insansız adalet olmaz
adaletsiz insan olur mu ?

olur, olmaz olur mu!
ama, olmaz olsun !!! ”

( murat örem / 27 ocak 2016 / ankara….)