*"114" ayrı ülkeden günlük ortalama "500" ziyaret !
*her cümle "5846" sayılı yasa korumasında !
*fotolar "ekseriyetle" büyütülebilir !
*sağ alttaki küçük dünya ?

29 Nisan 2015 Çarşamba

"sen çay bile demlemezsin konformist nihilist… oblomov’un her akrabasına bir zahar bulamayız" cümlelerini hatırladım zeytuni’nin… “veleddalin amin” deyip bir kitabın daha kapağını kapattım…




         Benim bir arkadaşım vardı bin yıl önce…
         Patavatsızdı , dikti , inatçıydı , fikri sabitti …
Aksini iddia etse de insanı  da biraz (!) severdi…
        
Nedendir bilmem ,  garip biçimde ben de onu severdim…
         Çok kurtarmıştık dünyayı, ülkeyi onunla…

Üniversite kantinlerine çipli kartlarla  girilmeyen,  kampüslerin öğrencilerinden uzak kalmadığı  naif günlerin gençleriydik…Osmanlının ürkütücü bekirağa bölüğü zindanlarından restore edilerek ortaya çıkarılan ve Beyazıt meydanına çaprazdan bakan  siyasalın öğrencileri  olarak komşu iktisatın kantinine de  gider, basın yayında  çay sigara da içer, edebiyat fakültesinin hergelen meydanında şarkılar da söylerdik…Üniversite bir yana İstanbul’un bütün yokuşlarını bile inip çıkmıştık sokaklarda didişe didişe onunla….

Uzun tartışmalar yapardık güneşte karda yağmur çamurda…
         Konuşa didişe yorulurduk …
Ve sonra herkes birden  kendi kovuğuna çekilirdi…

        
“ İleride kadın diplomat olacağım ben…” derdi…
         “Her zaman abdal olacağım,  hep aşık olacağım ben…” derdim…      

         Senden abdal falan olmaz , sen çok konformist bir adamsın , önüne getiren olmasa tembellikten çay bile demlemezsin…Senden,  olsa olsa nihilist bir aşık olurAraştır soruştur   Gonçarov’un Oblomov’uyla  mutlaka bir kan bağın vardır senin...Bu dünyada her Oblomov'a uşak  Zahar Tromifiç düşmez…” derdi…

         Sert cümleler kurardı, entelektüel cümleler kurardı…
         Daha sert cümleler kurardım…
         “Çocuğum benimle didişme, biz helva da halva da deriz..” derdim…

         Gülerdim…
         Gülerdik…
        
         “Gülerken , gözlerinin içi de insan insan gülüyor…” derdi…
         “Konuşurken , gözlerinin içi kara bir kuyuya dönüyor…” derdim…

         Sonra yine gülerdik…

         Benim bir arkadaşım vardı…
         Haziran’da doğmuştu…
        
Onun bir arkadaşı vardı…
         Haziran’da doğmuştu…
        
Benim arkadaşım oydu…
         Onun arkadaşı bendim…

         Berbat bir öğrenciydi !!!
Bitip tükenmeyen vizelerin  finallerin hepsine  sektirmeden girer en yüksek notları alırdı….

         Bitip tükenmeyen vizelerin finallerin yalnızca  deve dişi misali en babalarına girer ondan daha da yüksek notları alırdım da  bu halime içten içe kızar  ojeli tırnaklarını sinirden yerken gururla sarılmayı da ihmal etmezdi konfüçyus’ün önünde…
         -  her İstanbul siyasallı öğrencinin bir konfüçyuslu hikayesi vardır…-

         Oysa ikimiz de bilirdik “sınavlara ve sevdalara her daim hazır” bir adam olarak çok istersem tekeden bile güğümlerce  süt çıkaracağımı…
         Vizeler finaller neydi ki….

      Kızgınlığı ; bu kadar kanaatkar biri olmama ve küçücük bir hamleyle yapabileceklerimi bile isteye yapmayan halime yönelikti daha çok…

         Anlatamadım ona,  hayatın kanaatkar  yanının da olduğunu…
         Anlatamadı bana,  hayatın çiğ  bir yarış olduğunu…

         Etrafından vızır vızır  Formulalar  geçerken, pistin bir kenarında duran bugatti motorlu arazöz olmayı seçmiştim ben o zamanlar  yangınlarımı kendi kendime  çıkarıp çıkarıp söndürmeyi seven…

         O, üniversiteyi en yüksek notlarla 4 yılda bitirdi…
         Ben, neredeyse kadayıf misali 2 çarpı 4 yılda bitirecektim…

         Her şey kapının önüne yığılınca,  bir yılda dile kolay 80 küsur ders vererek bitirdim okulu  sebastian coe misali son düzlükte münasip yerlerimden buharlar buharlar çıkara…

         O , diplomat olacaktı ve yolu belliydi…
         Ben,  her daim hep aynı isme aşık olacaktım ve yolum belliydi…

         Onunla çok sevdik birbirimizi…
         Hiç sevgili olmadık…
         Hiç de böyle bir niyetimiz olmadı…
        
        
         Sonra,  araya hayat girdi, kaybettik birbirimizi…
         Sonra , araya hayat girdi, aramadık birbirimizi…
         Sorup soruşturmadık…
         İstesek,  on kere bin kere bulurduk…
         Yapmadık…
        
Çok yıllar önce işyerinde yeni bir prodüksiyonunun telaşındayken telefon çaldığında biliyordum aradığını…

İyi kötü abdal olmuştum ya(!) abdala da malum olmuştu…

Kaldırdım ahizeyi  onca yıldan sonra daha dün konuşmuşuz gibi “ birader nasılsınnnn…”  dedi sanki dünyanın bütün n harflerini çınlatarak…Ülkeye ve İstanbul’a kısa süreliğine gelmiş, içinde ilerlediği  arabada duymuştu sesimi ve tanımıştı şaşkınlıkla…öyle dedi…

”birader takatukalarıtakatukacıyagötürmüş…
ben yardımcı olayım…hanımefendi…
dedim…

umur’umun kulakları çınlasın;  
it gülüşlü muratörem günlerimden birindeydim.

         Sessizlikle birlikte dünyanın en uzun 10 saniyesi aktı telefonda…
         Sonra duramadım ve     Nasılsın zeytuni ” cümlesi çıktı ağzımdan…
        
Hızlı hızlı konuştuk çoluk çocuktan…
Sahaflardan, çınaraltından, bomontinin dik yokuşlarından…

Üniversitelerin şahı padişahı , İstanbul Üniversitemizden…
konuştuk…
        
Evlenmişti, uzun süre çocukları olmamıştı…
“tüp adam yaptık biz de sonunda…” demişti telefonda…

Evlenmiştim, istediğim(iz) an çocuklarımız olmuştu…
“iki tane taş kafa yaptık biz de sonunda bu dünyaya …” dedim…

Kapattık telefonu…
Bir daha hiç duymadım sesini…
Sonra araya hayat girdi bıraktık birbirimizi…
Sonra araya hayat girdi unutmadık birbirimizi…

Bir sabah internette haberleri okurken çıktı karşıma o fotoğraf…
4 dil bilen türkün hazin sonu…cümlesini okurken sizin medya dilinizi … dedim içimden…sizin haber dilinizin müptezelliğini …dedim dışımdan…

Haberi bir daha okudum…
Resimdeki yüze baktım…
Hemen tanıdım…

Konuşurken kara bir kuyuya benzetip ağzının  içine içine baktığım zeytuni de ölmüştü…Tüp adam dediği çocuğuyla birlikte bir yamaç paraşütüne binmiş çakılıp kalmıştı dünyanın göbeğine ,  dünyanın bir ucunda…

Bir arkadaşım daha ölmüştü…
Zeytuni de ölmüştü…

Ve onun ölümüne de en klişe en müptezel cümle layık görülmüştü
hazin son…”
 denerek…

hadi oğlum hadi dedim…
“show must go on…”  dedim bir kez daha…

sen çay bile demlemezsin konformist nihilist…
oblomov’un her akrabasına bir zahar trofimiç bulamayız…
cümlelerini hatırladım zeytuni’nin…

“veleddalin amin
deyip bir kitabın daha kapağını kapattım…

telefonun ucundaki  sese
“bir bardak çay lütfen, en kararmışından”
dedim…

gözümden şıp şıp damlarken yaşlar 
çalarken fonda şu aşağıdaki şarkı 
önümden ışık hızıyla geçerken gelenevrakgidenevraklar
klavyenin başına  oturdum bu yazıyı yazdım…


( murat örem / 29 nisan 2015 / ankara…) 
-fotoğraf / istanbul üni.siyasal bilgiler fakültesi girişi konfüçyus heykeli- 


 

26 Nisan 2015 Pazar

sanat ; biraz da, yaşadığın çağın penceresinden bakıp, uzaktaki güneşi bulutları yağmuru daha gelmeden görebilmenin , gösterebilmenin adıdır…



İnsan denen canlı türünün önemli bir özelliği de düşünmek ve düşündüğünü ifade etmektir...Ortaya atılan , ifade edilen fikirler hayatın ve zamanın gerçeklerine denk düşerse bunlar kabul görür, üzerine fikirler yürütülür...Söylenenler gerçeklikten kopuksa  zaman değirmeninde erir gider zaten...Bazı durumlarda da söylenenler öylesine bugünün ötesine geçer ki çok yıllar sonra farkedilir…

Sanat ;   biraz da,  yaşadığın çağın penceresinden bakıp, uzaktaki  güneşi bulutları yağmuru daha gelmeden görebilmenin , gösterebilmenin adıdır…

Düşünceler ,  duygular , sanat  bir dönem bastırılır ama yok edilemez...
Hangi çağda ve nerede olursa olsun , bir topluma nizamat vermek için durumdan vazife çıkaranların   bunu hiç unutmaması , haddini bilmesi gerekir….
        
Fikirlerin, düşüncelerin yanında duygular deyince elbette müzik de vardır baş köşede....Hayatın daha yavaş çok daha yavaş aktığı 70’ler, 80’ler hatta 90’ların müziğinde bile duyguyu daha baskın görebilirsiniz...Ve Türkiye gibi sanayileşmekte olan ülkeler (!)  kategorisiyle habire patinaj çekip  birkaç kuşağı maalesef tıkır tıkır öğüten ülkelerde özellikle 1970’ler hakikaten ayrıdır...ayrıydı…

1970’lerin müziği bile apayrıdır…  
Mesela bir Bora Ayanoğlu gerçeği vardır Türk müziğinin taa o günlerden gelen, tıpkı Esin Engin, Melih Kibar gibi....

Bora Ayanoğlu 1970’lerde öyle unutulmaz besteleri notalarla seslerle bezemiştir ki,  bu duyguların  ortaya çıkardığı  müzikler de ayakları yere sağlam basan fikirler gibi yarınlara da kalarak çoook uzun yıllar yaşayacak, tabi kadir kıymet bilenler için...

Bir bestesinde insanlığın eskimeyecek duygusu olan aşkı “ varmayın üstüme varmayın   yeter / başımda deli gibi bir sevda eser…” diye anlatır Bora Ayanoğlu... 



En çok Tülay Özer’le  özdeşleşip unutulmazlar arasına giren; Deli etme beni,  aşk deli etme… bestesi de Bora Ayanoğlu imzalıdır.....

Hele bir de ,
‘Unutup geçmişi hasret kalmayan,
Güldürmeyip beni şu dünyada ağlatan,
Birlikte yürürken yolunu ayıran
dostlar sağolsun 
veya
Benden başka bana dost yok
Hayatım yıkık şimdi
Bir cana hasret baktım
 Aynalar kırık şimdi…
  besteleri vardır ki Bora Ayanoğlu’nun,  her gelen yeni kuşağı alıp götürür bir yerlere...

Her biri unutulmaz olan,  Güller ve Dudaklar, Fabrika Kızı, Nasıl da Geçti O yaz, Sevgi var ya şu sevgi nasıl desem aşk var ya… şarkıları da Bora Ayanoğlu’nun Türk müziğine kattığı hakiki ve eskimeyecek zenginlikler bestelerdir...

Gurur Duyarım şarkısında “ Saçların ne zaman yüzüne düşse, / Ellerin ne zaman elime değse, / Gözlerim ne zaman seni görse, / Sevmekten seni gurur duyarım “  diyen de Bora Ayanoğlu’dur....

Söz  ve müziğin tümüyle kendisine ait olduğu çalışmalar dışında, döneminin unutulmaz söz yazarları, solistleriyle de çalışan Bora Ayanoğlu’nun onlarca film , dizi ve reklam müzikleri de  vardır...

Hele hele yeşilcamın unutulmaz aktörlerinin saniyeler içinde ekrandan akıp geçtiği , sonrasında ay yüzlüm olarak da bilinen o güzelim Yunus isimli bestesi unutulur mu....?

Bora Ayanoğlu gibi bir usta unutulur mu...?
Unutmayın o zaman…
Hakikaten unutmayın...

Siz unutsanız Bora Ayanoğlular   en fazla burulur...
Ama herkes çok şey kaybeder ...

( murat örem / 26 nisan 2015 / ankara…) 



21 Nisan 2015 Salı

telefonların, tabletlerin , televizyonların, kompüterlerin akıllandığı ama insanların ışık hızıyla aptallaştığı bir çağda , ne zaman gözüme gözüme bakarak “ ama herkes…” diyerek cümleye başlamak istese birileri, “ben herkes değilim güzel kardeşim…” diye köpürtülü cümleler kurmak geliyor içimden…




Cahil kere cahil hatta  cahil kere ukalalar  ağzını doldura doldura  “seçim sathı mahalline”  girdik dese ve aslında doğrusu “seçim sathı maili”  olsa da,  evet  yeni bir seçim dönemine girdik….

-Hadi araya tembel ama meraklı okurlar için de bir bilgi notu sıkıştırıp söyleyelim ki ; seçim sathı maili,  artık geri döndürülemez biçimde yokuş aşağı seçim süreci veya motomot çeviriyle seçim eğik düzlemi  anlamındadır…Rivayet odur ki Adnan Menderes telaffuz etmiştir bu tabiri ilk kez , onlarca yıl önce…-

Burada  da çok söyleyip yazdık,  aslında hayatınızdaki her yeni adım  bir seçimdir ve seçiminizle verdiğiniz karar diğer seçenekleri kısmen ya da tümüyle devre dışı bırakır….

Mesela , Ahmet  Ayşe’yle mutluysa ve ona karşı farklı bir duygu ve sorumluluk hissediyorsa doğru olan davranış Ahmet’in  Ayşe varken Fatmalara Figenlere Emellere…belirli bir mesafede durmasıdır ve zinhar başka şeyler düşünmemesidir !!!  

Örneği terse çevirin ve aynı denklemi Ayşe için de kurun…Ayşe de Ahmet’le kavilleşmişse  Osmanları Kemalleri Orçunları…çemberin belirli bir mesafesinde tutmak zorundadır…

Eh,  hayat hep böyle mi akar derseniz onu biz bilemeyiz değerli okurlarımız  !!!   Ahmetler Ayşeleri sever ,  Ayşeler Ahmetlere ömür boyu birlikte olacağız sözü verir ama bir de hayatın bilinmezleri, yetinmezleri, sürprizleri  vardır…

İnsan denen canlının sabahtan akşama bile binlerce hücresi ölürken,   aklının duygularının hissettiklerinin hep ama hep aynı yerde durması , ölmemesi hastalanmaması ne kadar mümkündür.

Yaşayanlar çok iyi bilir ki bazen  yolun başında küçücük görünen açı  farkı , yol aldıkça aldıkça aradaki mesafeyi şaşırtıcı biçimde açabilir…Hatta çoğu zaman (b)öyle olur…

Bir de birlikte yüründükçe yüründükçe küçük küçük çentikler atılır bir yerlere, bilekler burkulur, gönüller burkulur , ruhlar burulur ve sonrasında büyük bir infilak tarafları pek de  şaşırtmaz !!!

İşte o zaman ilişki durumları ve dramları yaşanır…

İnsan seçim yapmayı seven bir varlıktır.
İnsan sınırları zorlamayı seven bir varlıktır…

İnsan seçim yaparken hepsi benim olsun demeyi seven ahlaksız da bir canlıdır… “Beş evim sekiz arabam daha olsun..”  diyen bir canlı türü insandan  başka yok !!!
Çok şükür ki yok…!!!

Gerçi,  sevdiğim insanların hepsi benim sevgilim/sevdiğim olsun benim yanımda olsun demek bütün din ve kültürlerde dünyanın büyük günahı ,  kusuru olarak tanımlanır da “ dünyadaki bu  arabaların bu fabrikaların  bu binaların bu paraların bu seçmenlerin bu oyların hepsi benim olsun…”  demenin o kadar da büyük bir karşılığı yoktur günah denizinde…

Açıkçası bu da gariptir ama insanidir…

Sözün başına  dönelim ; Seçim sathı mailine girdik…

İlk oyumu , 1987 yılındaki yasaklı siyasetçiler sahneye (!) geri dönsün mü diye sorulan absürd referandumda kullanmıştım ben de kuşaktaşlarım gibi…1987 yılındaki referanduma dair absürd tanımını kullandım çünkü bizzat dönemin başbakanı olan turgut özal bile kılpayı evet çıkan referandumu siyasi tarihindeki en büyük hatalarından ve en gereksiz hamlelerinden olarak yorumlamıştı toplumdaki ters tepkiyi gördükten sonra…

1987’den beri aradan asırlar(!) geçti…Saçlarım aklaştı, sakallarım bembeyaz oldu, çocuklarım boyumu geçti…Aklımın fikrimden uçtuğu ender zamanlarda aynanın önündeki berber dostlarımın ikna gücüne (!) yenilerek  aklaşan saçlarımı iki ton siyahlaştırsam da manzarai umumiye bu benim için…

Bir seçim sathı mailine daha girdiğimiz şu günlerde düşündüm ki aradan geçen yıllarda iki elin parmaklarının sayısından fazla olarak  sandığa gitmişim ben de…Kah kızarak gitmişim kah koşarak gitmişim kah umutla gitmişim kah ne değişecek ki diyerek gitmişim…ama gitmişim…ve o sandığın başına gittiğimde de bir seçim yapmışım…belki seçimim çok içime sinmemiş belki çok sinmiş , o olmuş bu olmuş ama neticede bir karar vermişim ve o kararımı sandığa yansıtmışım…

20. ve 21.  yüzyılı iki kelimeyle tanımla derseniz  , cevabım o kadar hazır ki ;       ÇÖZÜLME ÇAĞI… 

Telefonların, tabletlerin , televizyonların, kompüterlerin akıllandığı  ama insanların ışık hızıyla aptallaştığı bir çağda , ne zaman seçim dense,  aklıma 1991 yılının sonlarındaki  o karikatür geliyor…Çocukluk ve ilk gençlik günlerimin kıymetli gazetesi Milliyet’te yayınlanan o karikatürde Haslet  Soyöz’ün imzası vardı…1991’de yapılan seçimin ardından DoğruYolPartisi/SosyaldemokratHalkçıParti koalisyonu kurulmuş , ülke siyaset tarihinin en renkli figürlerinden olan  Süleyman Demirel , diri diri gömüldüğü mezardan bir kez daha  toprağı elleriyle kaza kaza kefeni yırtarak çıkmış,  cumhuriyet tarihimizin en baskın  figürlerinden olan İsmet İnönü’nün fizik profesörü olan oğlu Erdal İnönü’yle koalisyon kurmuştu...

 Bu koalisyonla birlikte yıllarca düşman kardeşler olarak görülen sol ve sağın iktidarı paylaşma hamlesi ülkede de bilinmez , meraklı, umutlu, şaşırtıcı , çok da eleştirilen ve birbiriyle çelişen bir hava estirmişti…

Gariptir ki , üç günde dağılır denilen DYP/SHP koalisyonu özellikle iki liderin birbirlerine gösterdikleri çok özenli nezaketle sanılandan daha uzun sürmüştü ve muhtemelen de daha sürecekti ama 1993 yılındaki beklenmedik cumhurbaşkanlığı ölümü ve seçimiyle  ülkemiz kısa sürede “fabrika ayarlarına”  geri dönmeyi başardı…!

-Araya bir not olarak sıkıştıralım ki ; herkesin her şeyi gerçek anlamının dışında algılama daha da vahimi öfori halinde başka boyuta taşıma hastalığına duçar olduğu şu zamanlarda ettiğiniz cümleler etmediğiniz cümlelere dönüşebilir…”Sen bu yazının bir yerinde koalisyon döneminden söz ediyorsun o zaman önümüzdeki seçimlerde koalisyon istiyorsun “ diyen akıldaneler çıkarsa onlara da acil şifalar dilemekten başka bir şey yapmak elimizden gelmez  ne yazık ki…Durum tespiti yapmak niyet belirtmek değildir. Kaldı ki demokrasilerde yalana dolana başvurmadan niyet de belirtebilirsiniz…-

İşte bu koalisyonun ilk aylarındaki telaşlı ve dağdağalı süreçte Haslet Soyöz Milliyet Gazetesi’ndeki köşesinde Süleyman Demirel ve Erdal İnönü’yü arkaları dönük biçimde yürürlerken  çizmişti. Karikatürde Başbakan Süleyman Demirel koalisyon ortağı Erdal İnönü’nün omzuna elini atarak dostane biçimde ve hayatın basit sırrını alimce çözmüş şekilde  kısacık bir cümle kuruyordu…Süleyman Demirel karikatürde de her zamanki gibi kerli ferli biriyken Erdal İnönü ceketi üzerinden dökülür gibi duran incecik haldeydi ve tam da hayatındaki gibi sempatik bir karikatür figürüydü…

-Ki , şu hayatta gördüğüm ; hakikaten en yalnız en akıllı en despot en demokrat en zeki en bencil en halkçı en solcu en sağcı en uzlaşmacı en pragmatist en ileri görüşlü en yapayalnız bırakılmış ama en sağduyulu ve parayı hem en çok seven hem de paraya en uzak adamlardan biri olarak çok yakından tanıdığım ve hem çok saygı duyup hem de çok eleştirdiğim ve bu  gerçekliği yine de büyük  kazanç olarak gördüğüm  İbrahim Balkan dönemin  koalisyon ortağı Erdal İnönü’yü televizyon ekranında gördüğünde her daim sevgiyle anarak  Zargana Balığı olarak tanımlardı…

İbrahim Balkan hayatı boyunca  klasik manada hiçbir sol partiye zinhar oy vermemiş, şu güzel  yurdumun kahir ekseriyetinde yer alan merkez sağ partilerin yanında olmuş hatta 1970’lerin puslu ortamında Demirelli Adalet Partisi’nin siyaseten  ve ticareten yanında yer almıştı  ama yeni dönemin sol/sağ koalisyonunu coşkuyla  desteklemese de peşinen karşı çıkmamıştı…Yeni bir çağı gören aklı vardı onun  çoğunluğun aksine ve tapulu arazime gecekondu yaptırtmam gardaşım diyen Demirel’in yasaklı günlerinin boşluğunu çok taktiksel biçimde doldurmayı başaran Turgut Özal’ın da bu yüzden meftunu olmuştu…Turgut Özal onun da yeni aşkıydı  uzunca bir süre ve Demirel’i aldatmıştı işte milyonlar gibi !!!  

Yeniliklere bilinmezlere karşı her zaman ufku açık,  ölümü bildiği halde ölümsüzlüğe inanan kendini hep sağda görse de hayat devrimcisi biriydi İbrahim Balkan

Nazım Hikmet’in o büyük şiirindeki gibi torunları yesin diye değil önce  dallarındaki taneleri  kendi görebilsin diye yetmişinde bile zeytin ağacı dikmeyi isteyen ve bunu yapan da biriydi  İbrahim Balkan

Üsluba dikkat etmek kaydıyla ve aptalca  cümleler kurmadan her şeyi anlatabilir sonuna kadar itiraz edebilirdiniz söylediklerine…Ya da meramını her zaman çok iyi anlatan bir tiyatrocu/oyuncu/aldatmaya yetenekli(!) bir genç  adam olarak onunla bu diyalogu başaran çok az sayıdaki kişiden biri olduğum için ben herkesin  öyle olduğunu sanmıştım, sanıyordum…

Geniş ve çok nevi şahsına münhasır aileye çok  sonradan ve uranüsten gelerek   damat sıfatıyla  dahil olan  kapkara sakallı aykırı duruşlu bir genç  adam olarak benim de iddialı ,  eleştirel , keskin ve sola sola çeken  siyasi tahlillerimi de bütün ömrü boyunca o geniş aileden en çok ve en can kulağıyla İbrahim Balkan dinleyecek en sabırlı en nezaketli en anlamaya meraklı kısa cümleleri de yine İbrahim Balkan kuracaktı…Kısa cümle kurardı çünkü bir koca ömür boyunca aklını kiraya verenlere laf anlatmaktan yorulduğu için anlayanlara kısa cümleli tarife uygulardı İbrahim Balkan…-

Haslet Soyöz  işte o tarihi karikatürde Demirel’in ağzından İnönü’ye şöyle diyordu bir yolda ikisi birlikte  giderlerken  ;
“Halk günlük yaşar ahbap….!!!
Gerisine pek de bakmaz…”

Bu karikatürü gördüğümde ben daha 23 yaşındaydım…
Uzatmalı , kıdemli , annem müjganhocanımın o çok güzel söylediği tabirle kadayıf bir siyasal bilgiler  öğrencisiydim…

Evliydim…
Can eriklerim Umur ve Arda’nın doğmasına daha birkaç yıl vardı…Evet, ben , o dönemde de  böyle bir dünyaya asla çocuk getirilmez diyen snop aydınlardandım (!) ve sarıdamarlıgüzelgelinin çocuk yapma konusundaki gözükara inadına teslim olacaktım yıllar içinde…

Haslet Soyöz imzalı bu karikatürü gördüğümde hayatımdaki en gereksiz ve ilk ve son ticari koalisyonu , kör topal giden bir yılın ardından  tamamen hür iradesiyle dağıtmış gizli işsiz bir genç adamdım da… -bilenler bilir , gizli işsizlik bir ekonomi bilimi tabiridir…-Sarıdamarlıgüzelgelin  bu kararımda da önümüzdeki uzun yıllar boyunca da yapacağı gibi o zaman da  boynunu bükmüş olumlu ya da olumsuz tek kelime etmeden onay vermişti…Hep yaptığı gibi belki açıktan muhalefet etmemiş ama  içine sin(dir)meden onay vermişti…Ve biriktirmiş biriktirmişti çeyrek asır boyunca yapacağı gibi…

Aradan onlarca yıl geçti…
Hayat hepimizi bir yerlere taşıdı…

Kimileri suskunluklarını biriktirerek ve kine nefrete tahvil ederek infilak etmeyi seçti parça tesirli misket bombaları gibi…

Arda’nın tabiriyle bir şeylerin ısrarla ters gittiği, damarıma basıldığı ve cehaletin aklı esir aldığı kör dönemlerde elimdeki su dolu kovayı hışımla karşımdakine  boca eden ve gereğinden fazla şeffaf bir adamdım ben ama kısa süre sonra da elimde havluyla koşuyordum aynı insana insanlara üstünü başını kurulamak için…Oysa aynı Arda’ya göre kimileri de su dolu kovayı ben dahil kimselerin yüzüne  dökmüyordu ama çin işkencesi misali gece gündüz şıp şıp şıp damlalar atıyordu yüzüme yüzüme....

Hepsi geldi geçti…
Hepsi geldi geçiyor…

Ahmet Rasim , nur içinde yatsın…
Kısa yazarsam 10 altın, uzun yazarsam 5 altın isterim diyen Ahmet Rasim’i de bugün kaç kişi hatırlıyorsa onların da ömürleri uzun olsun…

Bu yazı çok uzun çok uzun çok uzun oldu…
Eh, bu blogda kimseden altın almadan  kimseye altın vermeden  yazdığımıza göre  bizim de densizliğimiz bu olsun…
Okuyan okur, okumayan geçer gider sanal denizlerde kulaç atmaya…diyerek  toparlayalım artık sözü…

Artık 50 yaşın kapısındayım ben de …
Ne çok seçim gördüm…
Ne çok doğum gördüm…
Ne çok ayrılık gördüm…
Ne çok ölüm gördüm…
Ne çok törpülendi ruhum bedenim tepkilerim…
Ne çok büyüdüm…
Ne çok doğdum…
Ne çok öldüm…

Ama hala ne zaman yeni bir seçim dönemi dese birileri aklıma hep o yukarıda anlattığım ve 23 yaşında görüp beynime çakılan karikatür ve Haslet Soyöz’ün Demirel’e söylettiği “halk günlük yaşar ahbap..” cümlesi geliyor…

Ne zaman , seçim sathı mahalli (!) dese birileri aklıma kocaman bir cehalet geliyor…

Ne zaman gözüme gözüme bakarak “ ama herkes…” diyerek cümleye başlamak istese  birileri,  “ben herkes değilim güzel kardeşim…”  diye köpürtülü cümleler kurmak geliyor içimden…

Ne zaman seçim yapmak dese birileri aklıma Ahmetlerin Ayşelerin hiç bitmeyeceğini sandıkları ve kör bir nefrete evrilen aşkları sevgileri  geliyor…

Bir gün hepimiz öleceğiz…
Ahmetler Ayşeler Aliler Orhanlar ölecek…
Komşu teyzeler  ölecek…
Derste gençlik kıkırdamalarını anlamayıp saçımızı çeken ruhumuzu örseleyen nemrut Kemal Öğretmenler ölecek…
Demiryollarından emekli Bahri Amca ölecek…
Çocuklukta silgisini yanlışlıkla çantamıza attığımız Hamitler ölecek..

Ömrümüz oldukça da daha çok seçim göreceğiz…
Ömrümüz oldukça daha çok seçim yapacağız…

Yaptığımız her seçim gün gelip bizi bulacak ve kah bedelini ödetecek bize ya da kah “ iyi ki…”  dedirtecek….

Ve ömrümüz oldukça daha çok öleceğiz…
Ve aslında yaşarken de gönlümüzden hep birileri ölerek eksilecek doğarak çoğalacak…

Seçim sathı mahalli (!) günlerinde hayatınıza bir de buradan bakın.
Ve şunu hiç unutmayın ;
“…….
Çok şükür yaşıyoruz
Suyun şavkı vuruyor bize
Çınara, bana, kediye, güneşe, bir de ömrümüze.”

( murat örem / 21 nisan 2015 / ankara..)