*"114" ayrı ülkeden günlük ortalama "500" ziyaret !
*her cümle "5846" sayılı yasa korumasında !
*fotolar "ekseriyetle" büyütülebilir !
*sağ alttaki küçük dünya ?

27 Nisan 2016 Çarşamba

sizce bu karikatürde kim ne yapıyor ? size ekrandan gösterilen hangisi ? ve siz hangisini görmek istiyorsunuz ?



türk tiyatrosunun budaklı ama  gür dallı   ceviz  ağacı  ferhan şensoy, klasik olmuş oyununda gazetecilerin , medyanın tutarsızlığını, nabza göre verdikleri şerbetleri, rüzgara göre açılan yelkenleri ve gazeteci taifesinin kayganlığını   cuk diye  özetleyen keskin cümleler kurar çeyrek asırdır …


bu meslekte  çalışanlar için hiç de yenir yutulur değildir  tanımlamaları şensoy’un… laf aramızda, harflere ve kelimelere   ömrünü rehin vermiş biri olarak benim için de kolay değildir  bu cümleleri sindirmek ama onlarca yıldır gözlemlediğim  gerçek  ferhan şensoy’u çok da haklı çıkarmaktadır…


ve daha acısı da

bu durum yalnızca bugünün meselesi de değildir…

filmi sararak onlarca yıl geriye gidebilirsiniz…

hatta iki kocaman yüzyıl geriye bile…


engin ardıç da benim için artık  maalesef çok yıllar öncesinde kalan fincancı katırlarını hakkıyla ürküten derinlikli yazılarında bugün medya olarak tanımlanan zamanın basınının,  entelektüel, siyasi ve ahlaki seviyesinin acınacak durumda olduğunu yazmıştır tekrar tekrar…


aynı engin ardıç o kendine özgü  gıllıgışlı ve testereli dilinin sonunda da sözü mutlaka spor basınına getirir ve türk basınının her manada en altta kalan grubunun spor basını  olduğunu söylerdi…


aradan geçen yıllarda da spor basınının gittikçe gittikçe ne hallere geldiğini görmek isteyenler görüyor zaten…

ülke medyasını da  görüyor…

bütün bu alanlarda gelinen süreç çok daha iyi olabilir miydi, olmalı mıydı derseniz, kocaman ve hüzünlü bir gülümsemeyle bakmak isterim yüzünüze…


yıllar önce, haberleşmenin  cilalı taş devri zamanlarında koşulları daha iyi olan   gazeteciler  muhabirler,  gittikleri yerlerdeki olaylar ve  spor karşılaşmalarıyla ilgili görüşlerini, haberleri  telefonla yazdırırlarmış merkeze…


cilalı taş devri diyoruz ama vakit o kadar da eskiler değil...
bu  satırların yazarı bile köhne mi köhne  ve zemini mazot kokulu postane köşelerinde şehirlerarası telefon yazdırıp kocaman bir günü  ptt’ye rehin etme tecrübesini çok yaşamış kuşaktandır…


şimdilerde,  elindeki telefonla gönderdiği fotoğrafın / görüntünün yalnızca  bir dakika içinde karşıya gitmediğini görünce enikonu  atarlanan ergenlere bu cilalı taş devri dönemlerini   anlatmanın imkanı yok biliyorum…


belki gereği de yok…
çünkü her çağın gerçekliği başka….


bizimkisi de biraz davulcu yellenmesi işte…

hani diyor ya insan hikayelerinin büyük efendisi sait faik; “ yazmasam….”   diye başlayan unutulmaz cümlesinde…


biraz o hesap bizimkisi de…
elbette sait faik falan da olmadığımızı ve haddimizi bilerek…

haberleşmedeki cilalı taş devrinden hemen sonra   bu kez sıraya teleks, telefoto şu bu girince,  herkes biraz rahatlamış…hele hele faks diye bir icat  herkes için uzay çağının habercisi (!!) olarak  görülmüş…


işte bu geçmiş dönemlerde  bir maçın, etkinliğin  son dakikalarında çalıştığı kurumlara haber geçenler yazılarını farklı ihtimallerle!!!  yazarlarmış...maçın bitmesini bekleyemezlermiş çünkü haber vermeleri için de imkanlar, telefonlar, fakslar şunlar bunlar  sınırlı sayıdaymış, sırayı kapmak gerekirmiş(!!!)  ve aralarında bir de yıkıcı rekabet varmış…


şöyle örnekleyelim de hikaye anlaşılsın;
maçın 70. dakikası…bir takım  2-1 önde…büyük ihtimalle maç  böyle bitecek…ama son dakikalarda her şey olabilir…maç doksan dakika ya !!!  o zaman ne yapmak gerekir  bitmeyen maçla ilgili cümleler  kurup telefonla yazdırırken….önce en büyük ihtimal üzerinde övücü cümleler kurmak gerekir…ama bir terslik olur da denklem değişirse bu kez de diğer seçenekler için az önce söylenenlerin tam tersi cümlelere yaslanmak ve övgü cümlelerini ağır saldırı cümleleriyle değiştirmek….


işte spor muhabirleri bunu zamanında  çok yaparlarmış…
marifetmiş gibi....


maç a takımının galibiyetiyle biterse diye önce o takımı öven cümleler boca ederlermiş yazıya…fakat  b takımının da kazanma ihtimali  var diye bir başka yazı daha gönderip bu kez bir önceki yazıda ağız dolusu övdükleri a takımının ne kadar kötü oynadığını yazarlarmış…

biz buna türkçede ne diyorduk;

ne şiş yansın ne kabap…mı….

nabza göre şerbet…mi…

çevir kazı yanmasın mı…


batan medyanın tanımlamaları bunlar….
seç beğen al….

ne şiş yansın ne kebap….

nabza göre şerbet…

çevir kazı yanmasın…



medyada onlarca yıldır  kemikleşmiş olan bu yaklaşımı ve ilkesizliği hayatın her alanına uyarlamak hiç mutluluk verici değil…aksine insan ruhunun aşınmasının had safhasını gösteriyor  bu gelişmeler…

çünkü hiçbir toplum ve topluluk
bu kadar rüzgargülü olmayı kaldıramaz…


bir  gün  gelir bütün değerler çöker…

parasızlığı aşabilirsiniz…

eğitimsizliği aşabilirsiniz…

ideolojik ayrılıkları zenginliğe çevirebilirsiniz…



ama değerleri yok etmeye başlarsanız…

bin yıl geriye gidersiniz…



değerler de yalnızca din ve ahlak değildir…


ve temel değerlerini kaybeden  toplumlar

dini , ahlakı ve sosyal hayatı da dejenere eder…


mesela ; bir evde her şey iyi kötü yolunda giderken sorun yok…
baba anneye anne babaya yalandan övgü yağdırmaya hazır…
fakat evin küçük kızı veya oğlu sınavlarda veya hayatta duvara çarparsa “buna sen sebep oldun diye diye…”  herkes arka cebindeki hakaretleri taş olarak atmaya hazır…

peki şimdi biz kime inanacağız…
peki siz hangisisiniz…

maçı kazandığı zaman aynı takıma övgüler yağdıran, maçı kaybettiği zaman da yine aynı takıma “s”övgüler yağdıran   kalem misiniz ?

şöyle bir etrafınıza bakın…

hayatımızdan eleştiri kalktı…



ya abartılı övgüler var ya da nefrete varan saldırılar…



bir siyasi parti ölümüne sahiplenilmez….

bir siyasi partiye ölümüne düşman da olunmaz…



bir insan veya bir kurum ölümüne sevilmez…

bir kurumdan  ölümüne nefret de edilmez…



bu gerçekler insanlar için de geçerlidir…

bir insan ömrü boyunca hata da yapar…

yanlışlar da yapar…


birini  çok sevmeniz onu eleştirmenize engel değildir..
olmamalıdır…

birini eleştirmeniz ona düşman olmanız da değildir…
olmamalıdır…


birini eleştirmek ;

“seni hala çok  önemsiyorum”  demektir…

“seni ciddiye alıyorum…”  demektir…

“senin de söyleyip eleştireceklerini dinleyeceğim”  demektir…

“birlikte daha yukarıdaki basamağa çıkalım”  demektir….


evden
işyerinden
siyasetten
spordan
medyadan
hasılı hayatın içinden
eleştiriyi kaldırırsanız,
eleştiren insanları şucu bucu diye yaftalarsanız
“siyah ve beyaz arasında sıkışıp kalırsınız…”

siyah ve beyaz arasında sıkışan toplumların, toplulukların, siyasetin, bireylerin başarılı olma şansları yoktur…


siyah ve beyaz benim için yalnızca  beşiktaş formasında güzeldir…
bunun dışındaki hayat her zaman grinin tonları arasında gider gelir…

öyle olmalıdır…

hakaret ,

siyahla beyazı

birbirine düşman kılmaktır…



eleştiri ,

siyah  ve beyazdan yola çıkarak

grinin gerçekliğine yürümektir



grinin gerçekliğine yürümeyenler
birey olsun topluluk olsun toplum olsun
paramparça olurlar…

medya ,   yapısı gereği , bir keskin bıçaktır, bisturidir…


cerrahlar  nasıl “bir organı hemen kesip alarak meseleyi çözmeyi yeğlerlerse..” 
medya da griyi göstermek yerine siyah ve beyazdan yalnızca birini işaret  etmeyi sever…


ve bunu aşmanın tek yolu
her şeyi ama her şeyi
sorgulamak sorgulamak sorgulamaktır….

bu yüzden de
sorgulamak
eleştirmenin
mütemmim cüzüdür…

sorgulamadığınız sürece

size gösterilenlerle yetinmek zorunda kalırsınız…

ve size göstermek istediğini

her zaman değiştirebilir birileri…


ne demek istediğimizi mükemmel özetleyen ama çizerinin ismine ulaşamadığımız  yukarıdaki muhteşem karikatüre bir daha bir daha bakın  isteriz…

sizce bu karikatürde kim ne yapıyor ?


size  ekrandan gösterilen hangisi ?


ve siz hangisini görmek istiyorsunuz ?



( murat örem 27 nisan 2016 / ankara)
                      
                               - karikatürün alıntılandığı yer / karikaturgundem.com-
                    - karikatürist /   ? -



25 Nisan 2016 Pazartesi

ve okul birincisi kardeşi , kız kardeşi, can kardeşi yıllar boyunca tatlı tatlı ne çok dalga geçmiş abisinin lacivert damatlık ceketi, mavi keten gömleği , kot pantolonu ve kravatıyla “abi , vallahi kamil koç şoförleri gibisin/gibiydin…” diye diye…



arda’yla konuşuyoruz arabanın içinde....
gecenin bir vakti, konuşuyoruz…


ehliyet almasına sayılı zaman kaldığı için  arda’nın trafiğe kapalı alanlarda yavaş yavaş direksiyonuna da geçtiği ve pekbisevdiği italyan aygırı alfa’nın içinde ne  çok yollar devirdik biz arda’yla…


ne çok konuştuk…
ne çok dağ bayır aştık…


batı karadenizin belki de en güzel , en aydınlık  ilçesi olan ve  büyük yazar , namuslu aydın  rıfat ılgaz’ın da doğup büyüdüğü cide’den yola çıkıp,  hakkıyla yılankavi ve bakımsız yollarda gözümüzü aynı anda yoldan , denizden ve uçurumlardan(!!!)  da ayırmadan abana’ya da gittik arda’yla…


abana’dan ılgaz dağlarına da…ankara’dan amasra’lara, ayvalık'lara da…bir gece vakti , yağmur ve sis gözümüze gözümüze girerken bir metre bile önümüzü görmeden susurluk'lara da gittik…

-arda’yla son iki yıldır ne çok konuşup  yol yapıyoruz  yahu…
ve ben hala ne çok seviyorum arda’yla didişe didişe konuşmayı…
onun tek cümlelik öğreten, sarsan, kendine getiren aforizmalarını…
ve ne çok seviyor arda kalabalıklarda pata küte çakmayı bana…-


arda’yla konuşuyoruz gecenin bir vakti…
eve dönüyoruz arabanın içinde…
-gaza her hafifçe dokunduğumda sağı solu inletiyor italyan aygırı…ama bahar dalına sorarsanız , bu arabanın amortisörlerinde de  bir sertlik, bir accayiiplik var..dır…baktırmak lazımdır…!!! zaten erkek adam kırmızı arabalara da mesafeli olmalıdır…dır dır dır dır…-


arda’yla birlikte , sesi de gülen,  kendi de gülen, ismi de gülen  bir  teyzeyi götürmüşüz evine…şehrin bir ucundan öbür ucuna çeyrek saatte gitmişiz…gülen  teyze, selis bir türkçeyle bazı harfleri de gönlünce uzata uzata ama kendisine çok da yakışan  akide şekeri tadında anlatmış biz dinlemişiz…biz anlatmışız o cevaplar vermiş…


sözün bir yerinde gülen teyze kitabın ortasından konuşarak

“bunca yıl nasıl geçip gitti hiç anlamadım...
sanki o başka şehirlerde
o başka evlerde hiç yaşamamış
bu yetmiş yıla giden ömrü
hiç ama hiç solumamış gibiyim…”
demiş…


o,  bu cümleyi kurarken, çok uzun zamandır , elli yaşın kapısındaki halimle, tam da benzer duygular içinde olduğum geçmiş aklımdan…


fırsat bulduğum anlarda defalarca bakmaktan hem büyük bir haz aldığım hem de yaşanmışlıkların dehlizlerinde kaybolup hüzünlendiğim yüzlerce fotoğrafta bu küçücük çocuklarının elinden tutan gepgenç adam ben miyim….sorularım gelmiş aklıma…


kardeşinin üniversite mezuniyetinde, cebinde üç kuruş para varken bir trene paldır küldür atlayıp günü birlik eski bir şehre gidip hemen geri dönen “şu kapkara saçlı ve "taptaze işsiz"  genç adam kim…?”  diye  eski fotoğraflara baktığım gelmiş aklıma,  yirmi küsur sene önceki halimle karşılaşırken…


o trene binerken, büyük oğlu/m umur örsan’a annesi sekiz buçuk aylık hamileydi  ve bir gün önce  onlarca kişiyle birlikte radyo anki’den atılma kağıdını imzalamıştım…tebellüğ etmiştim...çünkü belediye başkanlığı seçimlerini artık başka bir parti kazanmıştı…bu işler dün de böyleydi…!!!


ve  onlarca kişiyle aynı anda işten atıldığımı "tebellüğ ettiğimi"  daha hiç kimselere söylememişim…


kardeşinin okul birinciliğiyle bitirdiği üniversite mezuniyet töreninde, lacivert bir ceket, mavi bir gömlek,  üç beş yıl önceki nikahından kalan kravat ve tabi ki kot pantolon varmış genç adamın üzerinde…


ve okul birincisi kardeşi , kız kardeşi, kan kardeşi , can kardeşi  yıllar boyunca tatlı tatlı  ne çok dalga geçmiş abisinin lacivert  damatlık ceketi, mavi keten gömleği , kot pantolonu ve kravatıyla “abi , vallahi kamil koç şoförleri gibisin/gibiydin…”  diye diye…


bu benzetmeye,  hep gülüp geçmişler…
eskiden ne çok şeye gülüp   geçerlerdi   karşılıklı…


işte , sesiyle de gülen teyze , geçip giden ömründen söz ettiğinde bir gece vakti arabanın içinde,  saniyeler içinde bunlar geçmiş adamın aklından…


gülen teyzeyi bıraktıklarında eve dönüş yolunda arda’ya sorular sormuş yine babası…


olan bitene dair…
yaşananlara dair…
olacaklara dair…
insanlara dair…
hayata dair…


arda’yla babası , bir gepgenç adamın geçmişteki  tavrından konuşmuşlar karşılıklı…“onun bu söylediklerini inan  ben duymadım...” demiş arda


ben duydum…bir iki soru sordum…cevabını dinledim…açıkçası  sığ analizlerinden korktum, kalabalıklara benzemesinden korktum ” demiş babası arda’ya…


sonra yine sormuş arda’ya babası “sen duysaydın onun bu söylediklerini,  cevap verir miydin benim gibi…işin doğrusunu anlatmaya çalışır mıydın …”


kitabın ortasından konuşmuş arda…


“ben anlatmazdım baba…
cevap da vermezdim…
ciddiye de hiç almazdım…
çünkü bunun ötesine geçemez…
hem istemez…
hem de istese de ancak burada kalır….
ötesine geçemez…
herkes seninle  yetişmedi…

herkes gerçek sorularla acıtan cevaplarla yetişmedi…


hamaset, her zaman kalabalıklarda alıcı bulur
yarı eğitimlilerde , yarım porsiyon şehirlilerde
daha çok alıcı bulur”

demiş arda…


bütün ömrü boyunca salak bir iyimserlik ve kör bir inatla  bildiğini  tekrar tekrar etrafına anlatmaya vakfeden babanın birden  ayakları suya değmiş…


kırk küsur yıldır etrafına ayın karanlık yüzünü göstermeye çalışırken aslında kalabalıkların ayın aydınlık yüzüne bile yalnızca göz ucuyla baktığını düşünmüş…


aklaşan saçları gelmiş aklına…gözaltları torbalanmış yüzüne bakmış italyan aygırının aynasında…

 “haklısın oğlum…” demiş baba,  oğlu arda’ya…


sen haklısın da…
bu  durum
benim de haksız olduğum
anlamına mı gelir…
hala şüphelerim var…

demiş içinden baba oğluna…


arabadan inmişler…
bahçesinde ıhlamur ağaçları, erguvan kokuları olan yolun içinden eve geçerken derin bir nefes almış adam….asansörün  boy aynasında boyu boyunu  geçen oğluna  bakmış…


“yarın belki yağmur yağar…

demiş…!!!


yarın olduğunda , 
gerçekten de "yağmur" yağmış...!


( murat örem / 25 nisan 2016 / ankara…)
             


                -fotoğraf / kardeşinin mezuniyetine yetişen
              “kamil koç şoförü kostümlü ağabey”…
             ve okul birincisi kardeş …
             1994/eskişehir-