güneşli
bir pazar günü…
bir
büyük şehrin ilçesi ….
“kasabası”
da olabilir….
hatta
bu tabir daha doğru bile olabilir…
bilenler
bilir ,
“ilçe”
idari bir tanımdır…
“kasaba” daha
çok sosyolojik bir tabir…
biraz
aristo
mantığıyla gidersek, bazı ilçelerin aynı anda kasaba, bazı
kasabaların da aynı anda ilçe de olabilme ihtimali her zaman vardır
da; bu durum baktığınız, görmek ve göstermek istediğiniz yere göre
değişir….
-peki, misallerle anlatalım…
açalım(!) parantez…-
mesela
onlarca yıldır idari biçimde bağlı olduğu il olan balıkesir’le her alanda didişen bandırma, ülke gerçekleriyle kantara çıktığında nüfusu,
üretimi, limanı, kültürel hayatı, sporu, turisti şusu busuyla hakkıyla gelişmiş
bir ilçedir… –bu
ifadede, “ülke gerçeklerine göre” ifadesini atlamayınız ve hemen batı
dünyasıyla kıyaslayıp kusur aramayınız!!!-
ve
siz bandırmadan
söz ederken kasaba derseniz, en iyi
ihtimalle sizi paldır küldür kolunuza girerek limandaki dalgakıranın taaa en
ucuna kadar götürürler ve “sen istersen
elbiselerinle bir denize gir de şu bandırmanın
kasaba olma işini bir daha düşün !!!” derler…bunu yapanlar anadoludaki kasaba
kimlikli yüzlerce ilçeyle kıyaslandığında da sonuna kadar haklıdır…
ama
yine balıkesir’in
bir ilçesi olan ve benim de üniversiteye kadar 17 yılımı kesintisiz geçirdiğim susurluk
ilçesi için sözün bir yerinde “kasaba” derseniz kimse böyle bir
tepki ya da alınganlık göstermez… susurluk da idari olarak onlarca
yıldır ilçedir ama bir çok yanıyla da hala tam bir kasabadır…!!!! bu yazıyı okuduğunda, yıllardır susurluk’u onlarca yazısında
samimiyetle anlatan, hatta “kasaba” isimli kitabını bana da
büyük bir kadirbilirlikle imzalayıp gönderen serdar topraktepe dostum, yine büyük bir nezaketle kesin biçimde itiraz
eden duygusal cümleler kurar ama benim susurluk kasabasıyla ilgili net
fikrim budur…susurluk, ömrümün en güzel, en dağdağalı yıllarını geçirdiğim yer de olsa, bu sosyolojik
tespitim kolay kolay yerinden oynamayacaktır….
otururken,
uykunun hemen öncesinde, hatta elmanın baklanın yumurtanın satıldığı pazar
yerlerinde bile, önündeki kağıda veya
ekrana baka baka yanındakileri sinir etme pahasına okuyup yazmayı yaşam biçimi
olarak görenler iyi bilir ki, ilber ortaylı hoca bu “kasaba”
tabirinin içini sosyolojik olarak çok
sert çok keskin çok eleştirel biçimde
doldurmuştur defalarca…
“kasabalılık”
tabirinden yola çıkarak ürkütücü şeyler
söyler ilber hoca…
kasabalılığı
, köylülük ve kentlilik arasında kalan melez, tıknaz , ufuksuz, üretmeyen, bencil , hoyrat,
nobran, tüketici… çok negatif bir sosyolojik yapı olarak özetlediği cümlelerinde, bu kasabalılık
halinin ülkenin önündeki çok çok
önemli sosyolojik kahır olduğunu kendine
özgü kibirli ve sarkastik cümleleriyle çok anlatmıştır, anlatmaktadır ilber ortaylı…
meseleyi
daha fazlasıyla öğrenmek isteyenler herhangi bir arama kutusuna “ilber
ortaylı kasabalılık” ibaresini yazarak ne demek istediğimizi tafsilatlı
biçimde okuyup öğrenebilirler…!!!
-kapatalım(!)
parantez…-
güneşli
bir pazar günü…
bir
büyük şehrin ilçesi ….
“kasabası” da olabilir…
muhtemelen
çok daha doğru olur…!!!
yemyeşil
bir dağın eteklerindeyiz…
bir
kocaman dünyanın kapısındayız…
hakkıyla
emek verilerek yapılan nezih ve yeni bir yeme içme mekanı…
her
yer ama her yer insan kaynıyor…
böyle
mekanlardan neredeyse onlarca var dağın eteklerinde…
bir
de koskocaman tabii bir park var…
kadını
erkeği çoluğu çocuğu belki on binlerce insan…
arabalar
geçiyor vızır vızır…
arabaların
ve mangalların sayısı da insanlarla yarışıyor…!!!
kasabalılar
güneşli bir pazar gününün tadını çıkarmak istiyor…
insan
bu…
ister…
her
şeyin hep tadını çıkarmak ister…
evini
büyütmek ister…
arabasını
yenilemek ister…
pazarda
elmanın kırmızısını seçmek ister…
sütün
su katılmamışını almak ister…
sevilmek
ister…
ama
ısırmak da ister…
bedel
ödetmek de ister…
insan
bu….
sever
çiğ
süt emmeyi….!!!
gittiği
mekanlarda siparişinin de hemen
getirilmesini ister…
biz
de biraz öyle istiyoruz belki de…
biz
de insanız ve bizim de bir yanımız arada nalıncı keseri…
koskocaman lokantada gepgenç çocuklar arı gibi
koşturuyor…
hakkıyla
koşturuyorlar…ama yetiştiremiyorlar…
servisi
karıştırıyorlar…
çünkü
lokantanın terası, bahçesi, içi dışı insan kaynıyor…
arı
kovanı gibi insan…
genç
erkek çocukların siyah beyaz giysiler var üzerlerinde…
genç
kızların beyaz gömleklerinin altında kot pantolonlar…
hepsinin
yakalarında isimleri…
ama
müessesinin logosu at nalı gibiyken, isimler sinek pisliği…
buradan
bile anlayabilirsiniz işlet/eme/me mantığını….
ve
çocuklar yetişemiyorlar…
siparişlere,
kaprislere, köpüklü kahvelere yetişemiyorlar…!!!
onlarca
görevli çocuğun içinde bir genç kız var…hali, gülen yüzü, pırıl pırıl
bakışlarıyla, gamzeleriyle, kibarlığıyla
hemen seziliveriyor…çitlembik gibi bu kız çocuğu…rahmetli
anneannem yaşasaydı ve bu genç kızı
görseydi hemen “kınalı yapıncak” derdi
ona…sahi, bin yıl oldu anneannem öleli…saliseler içinde bunlar geçiyor
aklımdan…ve masada tam karşımda oturan “bahar dalına” bakıyorum güneş gözlüklerimle ama zihnim
anılara bakıyor yine…!!!
sevecen
bakışlarıyla, gönül alan özürleriyle hemen ayrılıyor çitlembik diğerlerinden…siparişinizi
hızlandıracağım kusurumuza bakmayın diyor…olur olur, sıkma sen canını
diyoruz ikimiz birden bahar dalıyla…üç masa ötemizde, enine boyuna kalıplı kendini bayağı bayağı
güzel sanan dudakları dopingli beyni slikonlu
bir sentetik sarışın kadın oturduğumuz andan beri habire yüksek perdeden cümleler kuruyor karşısındakilere…masadakilerin
beynini markaja alarak…bahar dalına “gideyim şu densizi uyarayım,
hanımefendi, güneşli bir pazar gününde sizi dinlemek istemiyorum…bugün beni
güneşe çıkardılar ve ben iki kişilik güneşin tadını çıkarmak istiyorum…desem ne
olur” diyecek oluyorum ki
kaşları çatılıyor bahar dalının…bir rahat dur artık benim elli yaşındaki kocaman
erkek çocuğum minvalince cümleler kuruyor…
burada
da beni hiç şaşırtmıyor…o sevmez böyle sokak kedileri gibi herkese her zaman
her yerde mırlamayı…ben severim…hep sevdim…had bildirmeyi hep sevdim…didişmeyi
de hep sevdim…bahar dalı bu yazıyı hemen okumaz ya, bir gün okuduğunda bak
kendin demişsin der “didişmeyi hep sevdim…” cümlesini…itiraf
etmişsin..,.der..kaçırmaz fırsatı, çakar...bunca kelime yığınından konunun ana fikrini çeker
bulur çıkarır bahar dalı, sonra günü gelince o cümlelerle vurur kafama
kafama…tırnaklarını çıkardığında da kanatmadan bırakmaz…bir bahar dalının bir hırçın
kediye nasıl dönüştüğünü anlattırmayın...hayatınıza , hayatlarınıza bakın…ince
narin pamuk gibi bembeyaz dimağlarınızı
zorlayın biraz…..
slikon beyinli kadının karşısındaki adam –yıllanmış
kocası mı ki bu bahtsız adam kadının..?
kimbilir nasıl geçmiştir bu kadınla yıllar…çocukları olmuş mudur…? olduysa ojelerim bozulacak diye altını bile
almamıştır bu kadın çocuklarının yıllarca…yemek de yapmamıştır…saçlarım kokacak
diye kocası ve çocukları için saçını şöööyle bağlayarak bir kez bile patlıcan
kızartmamıştır…ailecek akşam gezmelerine gittilerse mutlaka çantasından
rugan ayakkabılarını çıkarmıştır misafirlikte ev sahibinin gözüne gözüne
bakarak…sevişirken de her seferinde bir imtihandan geçirmiştir adamı, odun gibi uzanarak…ve muhtemelen “yanıma
ter kokmadan gel” demiştir adama dudağını büze büze ama
iki kadeh içtiğinde de “soyun da gir
koynuma terim ilaçtır benim…” türküsünü de söylemiştir çatallı sesiyle plastik
plastik pişkin pişkin dost meclislerinde…gerçi böyle kadınların tek bir dostu
bile olmaz hayatları boyunca…kocaları da bir süre sonra şerbetlenir bu lanetlenmiş hallere, fular takıp , sguash'a gidip gemi
maketi falan yapmaya başlarlar hayatla boğuşmak için…boğuştukları aslında kendi
basiretsizlikleridir- elindeki sigarayı eviriyor
çeviriyor ve öyle nefesler çekiyor ki , eminim ayak parmak uçlarına kadar
gidiyor duman…!!!
karşısındaki yaşlı kadına arada bir anne diyor beyni slikonlu kadın… bu
kez benim karşımdaki kibar ve harfleri
akide şekeri gibi tadını çıkara çıkara ezmeyi seven ve bu hali kendisine
hakikaten çok yakışan bahar dalı “bu
kadın karşısındaki yaşlıya anne diyor ama acaba gerçek annesi mi yoksa eşinin
mi annesi…” diye soruyor bana…hazırlıksız
yakalandığım bir soru daha…hiç düşünmediğim bir konu daha…oysa ben çoktan ölüp
giden anneannemin uzun yaz günlerinde
elma ağacının altında yaktığı maltızdaki çayın unutulmaz lezzetini düşünmeyi
bitirmemiştim ki daha…
irkilerek çıkıyorum anılar girdabından…
gitti
bizim güneşli pazar kahvaltısı ahengi diyorum içimden…boşlukta
bırakıyorum soruyu…top çeviriyorum…!!! didişmek ve top çevirmek…cümleyi
toparlayarak söyleyeyim bir kez daha ; iyi bilirim , ikisini de….
öyle
derler…
bahar dalı da öyle der…
ters köşe soru üzerine çaylar nerede
kaldı diye bir şeyler geveliyor muyum…hatırlamıyorum…hangi dangır dungur
şarkıda söylüyordu o cahil ve bet insan sesi “ yaşandı
bitti saygısızca / kaygısızca…” diye…
ulan kelek…
yaşandıysa yaşanmıştır…
bir kere de bok atmayın tarihinize…
kadın olun…erkek olun…hatta çocuk olun…
ama bir kere de bok atmayın …!
istiyorsanız,
.iktir olun gidin
ama bok atmadan gidin…
şimdi
burada ortalığın et kokusundan geçilmediği bir pazar gününde biz bunları yaşarken,
uzaklardaki bir hastane odasında son evresindeki o kanserli hasta nasıl
bakıyor acaba hayata sorusu geçiyor bir
anda aklımdan…kehribar tespih mi çekiyor…dua mı ediyor…beşiktaşın şampiyonluğunu mu
istiyor…az kaldı artık geliyorum yanınıza evlatlarım mı diyor…
belki
de yenecek o kanserli rezil hücreleri…
hakikaten
istiyorum yenmesini…
yıllar sonra sakin sakin iki cümlem olmalı tam onikiden…
hem açarak hem açmadan
hiç eski defterleri…
kurmalıyım bu cümleyi...
her
hastalık öyle ama kanserde çok daha puşt
bir yan var…organlarımız gün geliyor bizim tek ve en kesin düşmanımız oluyor…hem de kimlere yaslanarak biliyorsunuz…kendi hücrelerimize yaslanarak…
ilişkiler
de böyle olmuyor mu…biriyle dost arkadaş sevgili karı koca
olarak uzaktan yakından akraba olarak yıllar
yıllar geçiriyorsunuz, yüzlerce şey paylaşıyorsunuz, anılarınızı döküyorsunuz ortaya
bohçanızdan, sonra gün geliyor “sen zaten fi tarihinde şunu da demiştin ,
bunu da yapmıştın, babana da bunu etmiştin, kardeşinle de şuna gitmiştin, evladınla da defalarca ittifak kurmuştun
cümleleri çıkarılıyor karşınıza…
“
ağacın kurdu özündedir…” diyenler
tam da bunu anlatmışlar belki de…
çok
yıllar önce bir otobüs yolculuğuna dakikalar kala, elinde iki cam bardakla gelen ve yolculuk
öncesi viski rahatlatır insanı, vurursun kafayı, bırakırsın kendini şoföre diyen
genç yüzü geliyor gözümün önüne uzaktaki o kanserli hastanın… -evet o zamanlar viskiler
şampanyalar da var evinde…umreler hacılar hocalar ölümler çok yıllar sonrasının
işleri ...daha var acılı zamanlara…-
viski bardaklarıyla karşıma gelen
genç adam yetişkinliğe giden
çocukların babası, hali vakti epeyi yerinde, yakışıklı denebilecek ve dünya
yansa hasırı yanmayacak umursamazlıkta bencillikte biri…o genç bir adam o zamanlar, tamam da, ben düpedüz tıfılım…25 bile yokum…
şartların
zorladığı ve kalabalığın içinde kaynayıp giden yılda üçü beşi de geçmeyen zorunlu bir abi kardeş ilişkisi var aramızda…ben halt
yiyip, zamanında o şartlar olacak diye
yırtınmasam, ekmek kutularını vidalarından çıkarmasam ve o şartlar olmasa, birbirine teğet geçecek iki insan bile değiliz
gerçekte biz…
yaşlarımız, kuşaklarımız farklı…
dünyaya baktığımız yer
farklı…
siyasetimiz farklı…
ben şairlerin yüzlerce şiirini biliyorum o onlarca
arsanın dönümünü ve fiyatını…
ben gençken ne kadar bilinirse, insanı o kadar biliyorum ama delice merak
ediyorum o ise paranın değil kendisini uzaktaki kokusunu bile biliyor…
ben tıfıl halimle ülkeme
dertleniyorum…
"şu elinde kalem ve gözlük olan
büyücü gitsin artık" diye yırtınıyorum…
o ve onun gibilerin dertleri
tasaları sevinçleri bir örnek…
her şeyleri kasabalarında boy veriyor ve
orada başlayıp bitiyor her daim…
elinde kalem ve gözlük olan
büyücüyü de ekseriyetle seviyorlar….
çok seviyorlar…
büyücü de onlar da ,
zaten en çok
parayı seviyor…
ama
yıllar içinde bu ortak paydasızlığa
rağmen hiçbir zaman sevgisizliğini
saygısızlığını çiğ büyüklenmelerini ukalalığını görmüyorum… sevgisini de
görmüyorum…abiliğini de görmüyorum…aslında onun sevgiyi kendi ömründe gördüğünü
de sanmıyorum… biliyorum…aradan yıllar geçip vakti zamanındaki umursamazlığı ve kendine müslümanlığı ne acı ki hayatın en büyük
travmalarını yaşattığında ona, birden
çok daha olgun ve çok acılı bir adam
oluyor…eh araya yıllar giriyor…ben de yaş alıyorum…çocuklarım oluyor…alnımın
terini akıta akıta sahip olduğum bol maaşlı, çok prestijli mesleğim oluyor…artık
daha bir seviyorlar beni , kardeşlerini, çocukları…ya da çok iyi rol
yapıyorlar… çocuklarımı büyütürken ben
de büyüyorum her bir yılda iki yıl
misali…saçlarım sakallarım bembeyaza kesiyor…büyüdükçe büyüdükçe kasabanın
ne olduğunu dibine kadar kabulleniyorum artık…asla onaylamıyorum ama kanırta
kanırta kabulleniyorum kasabalılığı…
şimdi kanser haliyle ölüme direnen onunla
yıllar içinde başka bir dil gelişiyor
aramızda…son yıllarında enikonu gazeteleri köşe yazılarını okuyor…telefonlarda siyaset konuşmak istiyor
benimle…memlekete dair dertlerinin de olduğunu görüyorum yıllardan sonra ilk
kez…
o
büyük acının ardından
kasabasının
sınırları genişliyor…
genişliyor…genişliyor…
kocaman
bir ülke oluyor…
elbette
kendi sınırları içinde bir ülke !!!!
daha
bir önemsiyorum artık kendisini…bu
okuyup yazan hallerine saygı duyuyorum…allah var onun da hiçbir saygısızlığını
kabalığını görmüyorum…yılda yaptığımız üç beş telefon görüşmesinde “abi var mı bir emrin” diyorum hiç
yüksünmeden, “ellerinden öperim…hürmetlerimle”
diye kapatıyorum telefonu…
kırk yılda bir evimde ağırlarken rahat etsin
istiyorum...iki lokmayı huzurla yesin istiyorum…namazını temiz bir seccadede kılsın istiyorum...yüzünü pamuk gibi havluda kurulasın istiyorum...yazılarımı , fikirlerimi paylaşıyorum,
okuyorum ona…söylediklerini dinliyorum…
kardeşi
de bal gibi biliyor tüm bunları çok samimiyetle yaptığımı…
ama
bilmemeyi yeğliyor…
yıllar içinde en çok kendisine karşı biriktirdiği nefret, bir duman gibi ömrünü esir alıyor günden güne…burnunun
ucu gittikçe daha çok yere bakar oluyor….ve son zamanların bazı akşamlarında ağzının içine baktığımda
kapkara bir kuyunun beni yutmasından korkuyorum….hakikaten korkuyorum…mavi
gözleri hep alacalı….elleri, kocaman
elleriyle yaptığı böreklerin içinden ejderhalar çıkıyor artık….
yutamıyorum…
oysa ne
güzel yapardı o börekleri…
kahveleri ne güzel köpürtürdü…
ne güzel “yemek
hazır, herkesss sofffraya …” derdi…
ve
ben artık bugün
o
kardeşin abisinin, benim de uzaktan abimin
o rezil kanserli
hücreleri yenmesini istiyorum…
o rezil hücreleri darmadağın
etsin istiyorum…
yine siyasetle ilgili cümleler kursun istiyorum…
ben duymasam da ; hanım
benim şu haplar nerede… desin istiyorum…
artık
birbirimizi görecek şevkimiz yok …
benim
asla yok…
muhtemelen onun da...
ama
yine de
birbirimizin öleceğini isteyecek
kadar
düşman da değiliz…
olmamalıyız…
kendimi
biliyorum…
onu
da tanıyorum…
bunlar
ışık hızıyla geçerken aklımdan, “çitlembik” yanımıza geliyor…
“var mı arzunuz….?”
diye soruyor…
yemek
üstüne içilen kahvenin kokusu geliyor uzaklardan….!!!!
patır
patır badi badi yürüyen çocuklar düşüyor önümüzde…
anne
babalar çaylarını yudumluyor…
bol
sulu kolaları “osmanlı şerbeti” diye yutturuyor babalar çocuklarına…
çocuklar yalanları yutmuyor aslında…
çocuklar hiçbir şeyi yutmuyor…
büyükler de yutmuyor…
da…
taksitler var, krediler var…
viran olası hanede evladı iyal var…
yalanın bin türlüsü var…
ama en rezili insanın kendine attığı…
oynarken
düşen çocuklarına tepkilerinden hangi anne babanın daha çok taze(!) olduğunu
anlıyoruz biz kıdemliler…bahar dalı, bir ara çocuk seslerinden
rahatsız oluyor…her şeyin bir zamanı varmış demek ki, çocuk sahibi olmanın da diyor yine endamlı endamlı
harfleri kuş tüyü salıncakta sallayarak…eliyle saçını düzeltiyor…güneş gözlüğünü takıyor...ince uzun parmaklarıyla
bir sigara daha yakıyor…
yakışıyor bu haller ona…
yıllar
öncesine gidiyorum yine…
her
gittiğimiz yerde neredeyse hiç huysuzluk yapmadan büyüyen ve her daim etraflarında
kocaman kocaman ilgi halesi olan evlatlarım geliyor gözümün önüne
…doymak bilmeyen iştahıyla bir akdeniz ege yolculuğunda sıra sıra çöp şişleri yeşil tişörtüne döke döke kemiren, süt dişleri dökük havaalanı
yanaklı oğlum beliriyor gözümün önünde…bir başka gezide abisinin tostuna göz koyarken
elindekini de hemen hamhumşaralop yutuşu çıkıyor karşıma hınzırca bu kez iki
numaranın, yiğitler yiğidinin, karizmalar
kralının…
çitlembikin sesi geliyor uzaktan bir kez daha…genç
çocuklara masaları hemen temizleyin diyor…kahveler geliyor şimdi
diyor slikonlu kadına…bana / bize sıcak bir gülümseme sarkıtıyor uzaktan…ah
benim güzel çitlembik kardeşim dilerim bahtın hep gülen yüzün gibi olsun diyorum içimden…bu dileğimin gerçekleşme
ihtimalinin zayıflığı ürkütüyor içimi…
masalardan
da çatal kaşık sesleri geliyor…
hala
pazar kahvaltısı yapıyor birileri…
birileri
brunch
yerine benim gibi köfte yiyor kolayla…
kilo
alıyorum diyorum karşımdaki ince ve asla plastik
olmayan kendiliğinden kibar sese, o sesin sahibi bahar dalına…ve bu,
hiç hoşuma gitmiyor…diye
ekliyorum…patates çok güzel, şu mezeye batırsana diyor, bahar
dalı bana…
artık
biliyorum….
kesin
kuralları var bahar dalının…
mutlak
kurallar bunlar…
bin
yıllık element tablosu bile değişebilir…
değişiyor
da…
ama
bahar dalının kesin kuralları hiç değişmemeli…!!!
düzen intizam nizam dünya yansa da bozulmamalı...
mesela
o
sevdiyse karşısındaki de patatesi mutlaka mezeye batırarak yemeli…
pencereler
çift taraflı açılmamalı…
kahvaltılıklar
hep aynı katta olmalı…
ekmek
torbalarının ağzı gemici düğümüyle bağlanmalı…
tarhanalar
ekşimemeli…
parkeler
en fazla üç günde nemli bir bezle, hatta viledayla silinmeli…
alet
çantasındaki çiviler vidalar bile boy sırasında olmalı…
yorganın
başucu ayakucu iğnelerle, ipliklerle işaretlenmeli, ayrılmalı…
köşe
yastıklarının yüzü hep aynı yöne bakmalı…
battaniyeler
pencereden mutlaka silkilmeli ama komşular da düşünülerek…
süpürgenin
torbası asla dolu bırakılmamalı…
kapıdan
sağ ayakla çıkarken mutlaka bismillah denmeli…
su
içince de “elhamdilüllah…"
renkliler
ve beyazlar kirliyse çamaşır sepetinde bile laubali(!)olmamalı…
neredeyse
çoraplar bile özenle ütülenmeli…
-ne
çok benziyor “bahar dalı” bu yanıyla
hayatımın ilk kadınına…
gözümü
açtığımda ilk gördüğüm kadına…
ne
çok benziyor…
çocukluğum
geliyor aklıma, kafayı gözü yardığım gün hastanenin acil servisinde gözümün
üstüne cabbar hemşire çatır çatır pensler atarken, teyzem olan biteni yaşadıkça
bayılayazarken, bütün bunları bir kenara bırakarak, “tişörtüm kan oldu…anneme
ne diyeceğim ben şimdi…” diye uluya uluya salakça ve bilinçaltımla ağladığım an
geliyor aklıma…-
ne diyordum;
bir
de mesela bahar dalının sevdiklerini de herkes sevmeli…
tahin
ve pekmez tam kıvamında karıştırılmalı…çok
da sevilmeli….
ama
tahin helvası çok gereksiz bir tatlı
olarak görülmeli…
bahar
dalı gönlünden kopup bir simit uzattıysa tok bile olunsa alınmalı…
kurallara
uyulmalı…
faturalar
mavi plastik dosyalarda bin yıl saklanmalı….
hart
hurt araba kullanmamalı…
"evren
genişliyorsa genişlesin bundan bana..." ne denmeli…
bahar
dalı herhangi bir şey için “hiç sevmem” diye yüzünü buruşturuyorsa bu herhangi şeyle
ilgili kesin gerçek hafızaya nakşedilmeli….cevizli baklavanın fıstıklı baklavayı
evire çevire dövdüğü de bir seferde öğrenilip asla ve kat’a unutulmamalı…
artık
onu biliyorum…
bahar
dalını biliyorum….
iyi
biliyorum….
ne
çok yürüdük…
ne
çok üşüdük…
ne
çok ıslandık…
biz
onunla…
evet,
bir çırpıda sayabilirim onlarca huysuzluğunu…
ve
bir çırpıda sayabilir onlarca nemrutluklarımı…
ama
ben bahar dalını
karlı
havada yürürken de çok gördüm…
hastane
kapılarında tahlillerimi beklerken de gördüm…
yiğitti…
samimiydi…
sahihti…
hala
seviyorum bu tavırlarını onun…
çocukluğumun
denizlerini hatırlatıyor bana…
öğle
uykularını…
sabah
çaylarını…
hayatımdaki
ilk kadını …
gözümü
açtığımda gördüğüm kadını hatırlatıyor…
onun
gibi kelimelerin harflerin hakkını vere vere tane tane konuşuyor…
ama telaffuzu biraz daha kusurlu...
bunu ancak benim gibi ustalar yakalayabiliyor yalnızca....
ve , isterse
kitabın ortasından çakıyor…
isterse
dolaylı iletişimin feriştahını yaşatıyor…
burada
da benziyor hayatımdaki ilk kadına…
bunları
biliyorum…
ama
kendimi de biliyorum…
o
, pire için şak diye yorgan yakan yanımı da
biliyorum…
o
iş öyle yapılmaz böyle yapılır diyen gözü
karalığımı….
da biliyorum…
muhtemelen
artık o da biliyor…
geveze
bir adam olduğum için zihnimin içi konuşurken aynı anda dilim de konuşabiliyor
yıllardır…!!! masalara servis yapan çitlembik
bir kez daha yanımıza gelince artık soruyorum hemen sorularımı paldır küldür
…“çocuğum
neden bu kadar aksıyor her şey …sayınız mı az…müşteri mi aniden bastırdı…patron
mu cimri…hep mi kazanmak istiyor…çok mu kazanmak istiyor…sen bu gençlerin şefi
misin?”
bulutlanıyor
çitlembikin
yüzü…
birden,
ben
üniversite okudum dört yıl, turizm otelcilik diyor…kimse artık garsonluk yapmak
istemiyor…cümlesini kuruyor.. staj yapmak isteyenleri niye
çalıştırmıyorsunuz diye soruyor bahar dalı çitlembike…
sesi yine o kadar
düz o kadar sakin ki…
sanki güneşli bir ağustos gününde suyun üstünde sırt üstü
yatarken yanımdan geçen çocukların şen şakrak
cıvıltıları gibi hala huzur veriyor içime…hala…çitlembik onlar hep otellere gidiyor…kimse garsonluk
yapmak istemiyor…diyor bir kez daha…ben de üniversitede okurken hep
otellerde staj yaptım diyor…dönüp dönüp hep üniversiteli olduğuna vurgu
yapıyor çitlembik….artık duymak istiyorum bu üniversiteli olma cümlesini çünkü bunu istiyor çitlembik...…sen nerede okudun…diyorum… osman
gazi’de diyor…demek eskişehir…diyorum…özlüyor
musun…diye soruyorum…hem de nasıl özlüyorum…diyor gözleri
hem dolu dolu hem parlak parlak…
bundan
neredeyse otuz yıl önce yolculukların zaman israfı ve ömür törpüsü olduğu
zamanlarda kızkardeşim için eski bir
302’in içinde eskişehir’e günü birlik gidip gelirken sürreel biçimde yaşadıklarım
geliyor aklıma…yıllar sonra büyük oğlum için tek bir telefonla uzaklardan tuttuğum
, yeri ve konumu çok güzel ama sahibi tam bir pırlanta insan ve doktor
olan ev geliyor gözümün önüne…en yorgun zamanlarımda kaşı çatılmış bir
genç adam tarafından o evin eşiğinde hüzünlen/diril/diğim de geliyor ama içine ettiğimin zihnime…
bahar
dalı, ben
bu kez kahveyi az şekerli istiyorum diyor sanki….uğultular arasında
hala ayırdediyorum o güneşli sesi…huzurlu bir tını var hep…severken de döverken
de…laf aramızda ben de öyle çok mülayim bir adam değilim…kelimelerle terbiye ihtiyacımın olduğu anlar oluyor arada...çitlembik bir taraftan gözleriyle
masaların eksik gediğini kontrol ederken yanıma yaklaşıyor ve derin bir
kırgınlıkla,
“siz
bakmayın bugün böyle olduğuna
insanların
cıvıltısına
aile
hallerine…
burası
boğucu,
dedikoducu
,
insanın
ruhunu emen
çok
bağnaz bir kasaba…
gitmek
için gün sayıyorum”
diyor…
sonra
birden pat diye ;
“
ben aslında garson değilim…
kasiyerim
ben kasiyer….
kasiyer…kasiyer…”
deme
ihtiyacı duyuyor çitlembik….
zihnim
gene atlı gibi koşturuyor…
ıstanbul’daki
öğrencilik günlerimde engin şenkan’dan izlediğim insan
maier oyunundaki karakterin çaresizliği beliriyor zihnimde…bir
fabrikada günde bilmem kaç saat hep aynı deliğe aynı sayıda vidayı sıkmak
zorunda kaldığı için yıllar içinde beyninin bulandığını hisseden işçi
maier’in artık karısıyla sevişecek iktidarının bile kalmayışı üzerine
kurduğu hüzünlü cümleler geliyor aklıma; ben bir vida ustasıyım…ben bir vida
ustasıyım….ben bir vidalogum….ben bir vidalogum…ben bir vidalogum…vidalaogum
ben…ama
ben bir koca değilim artık….!!!!
lafı dolandırmak istiyorum…
hesabı ödemek ister gibi yaparak konu değişsin istiyorum….
çitlembikler, boğulmasın, üzülmesin,
ezilmesin istiyorum…
hayatıma girenler kim olursa olsun kanser olmasın istiyorum…
bu mangallar yanarken bu etler lüp lüp
yenirken buradaki birileri, uzaklardaki birilerini de unutmasın istiyorum…
insan maierler insan olduklarını, iktidarlarını kaybettiklerinde anlamasınlar,
çok geç kalmasınlar istiyorum…
ama
yarım asırlık ömrümde ben de biliyorum kasabanın
ne olduğunu…
çitlembiklerin
hoyrat rüzgarlarda nasıl savrulduklarını…
kanserin
ne kadar allahsız olduğunu….
hayatın
ne kadar kitapsız olduğunu…
kasabaların
tüm dünyada kanserli hücreler gibi büyüdüğünü…
çoğaldığını….çoğaltıldığını….
vakti
saati geldiğinde her bir hücrenin kanserleşmeye teslim olduğunu…
yine bahar
dalının sesiyle
yırtılıyor zihnimin uğultusu…
“hesabı
isteyelim…
yolumuz var şehre…
ütülerim de var benim…
pazara da uğrayacağız…
zaman
akıyor…
hesabı da ben ödeyeyim bu sefer…”
“hayır sen ödeme, bu
kez sıra bende…”
ne
eksik ne fazla…bu
cümleyi kurmalıyım bahar dalına…
hemen….gecikmeden….
ama
artık aramızda olmayan yohann cruyff’un hem de ayağında top
varken illüzyonist gibi kendi ekseni etrafında saliseler içinde dönüp
karşısındaki oyuncunun belini kırması ve gole gitmesi gibi benden hiç de beklenmeyen kıvrak, umursamaz ve ani bir hareketle “peki
madem öyle geçti gönlünden…sen öde bu kez de hesabı ” diyorum bahar
dalına…
şaşırıyor
bahar
dalı…
bozuntuya
vermiyor…
ama
bir çentik daha atıyor ismimin karşısına…
ilk
fırsatta yine takılacak o tırnaklar bir yerlere…
“bizim ödediğimiz hesaplar ne ki…
bak çitlembikler, çocuklar, gençler
hesabı ömürleriyle ödüyor milyon
milyon…”
demek
geliyor içimden, bahar dalına...…
ve bütün mangalcılara....
masadan
kalktığımızda bir garson çocuk bizim oturduğumuz yeri işaret ediyor eliyle…bir
başkası elindeki kayış gibi bezle masayı siliyor alelacele…yaşlı bir teyzenin
koluna giren genç adamın etrafı kalabalık…masa doluyor hemen ve yeniden...
biz sıramızı savdık...
kasabada
bir aile yemeği daha yenecek…
kasaba, bir pazar gününü daha yaşayacak…
biz az sonra kasabadan şehre doğru yola çıkacağız bahar
dalıyla…
o,
yine bana , “ arabayı bir accayiippp sürme”
diyecek….
pencerelerin ikisi açılınca yel giriyor omzuma diyecek tane tane....
ben
bir sigara daha yakacağım…
duymayacağım
bir süre bu mızıldanmaları…
sevmek
biraz da bu …öğren oğlum diyeceğim…içimden…
ama
çok tepem atarsa el frenini çekip cart diye tozatacağım yolları…
“buyur
burdan yak…” diyeceğim…
kendimi biliyorum....
biz
bunları yaşarken uzaktaki hasta, ölüme bir adım daha yaklaşacak….
kardeşi,
tren başka bir istasyona vardığında şu
cümleyi kuracak ;
“
ol mahiler derya içredirler /ama deryayı bilmezler….!!!”
ben
, kısa çöplerin hesap ödemekten yorulduğumu düşüneceğim…
kasabanın
ışıkları bir bir yanarken
önce mangallar
toplanacak…
sonra kilimler silkilecek...
çöpler bir kenara ittiriliverecek...
ve akşam televizyonda
kıllılarla
/ tüylüler yarışması izlenecek…
ve kasabalardaki evlerin birçoğunda kocaman memeli gürbüz kadınlar çay servisi yapmaya devam edecek kocalarına çocuklara misafirlere...
ben çay içmeyeceğim...
evimin
kapısından girip yiğit oğlumun elinden köpüklü türk
kahvesini içerken dilimde yine hiç eskimeyen / eskimeyecek ahmet erhan şiiri olacak …
ve
kasaba
ağzı açık biçimde
yutuvermek için,
daha ne çitlembikleri
ne çocukları ne gençleri
bekleyecek…
hiçbir beden
hiçbir ruh doyuramayacak
onu…
********
“anne
ben geldim, üstüm başım
uzak
yolların tozlarıyla perişan
çoktan
paralandı ördüğün kazak
üzerinde
yeşil nakışlar olan
anne
ben geldim, yoruldum artık
her
yolağzında kendime rastlamaktan
hep
acılı, sarhoş ve sarsak
şiirler
çırpıştıran bi adam
kurumuş
kuyunun suyu, incirin
sütü
çoktan çekilmiş
bir
zamanlar dünya sandığım bahçeyi
ayrık
otları, dikenler bürümüş
kapıdaki
çıngırak kararmış nemden
at
nalı ve sarımsak duruyor ama
oğlum,
mektup yaz diyen
sesin
hala kulaklarımda
anne
ben geldim, ağdaki balık
bardaktaki
su kadar umarsızım
dizlerin
duruyor mu başımı koyacak?
anne
ben geldim, oğlun, hayırsızın..”
(
murat örem / 04 nisan 2016 / ankara…)
-fotoğraf ve hakiki el emeği / ehibba
taş / ayşın örem alptekinoğlu-
müzik / serdar keskin / bir kasaba akşamı bestesi ...
1990'ların hemen başında "şimdinin hakim beyi kemal yemişen dostum" kontenjanından misafir kaldığım, arnavutköy reşitpaşadaki öğrenci evinde o zaman da iyi müzik yapan serdar'ın, tam karşımdaki sigaralı çaylı "tofranil"li sesinden bu besteyi ilk dinleyenlerden olmanın hüzünlü güzel anısıyla..mörem....
müzik / serdar keskin / bir kasaba akşamı bestesi ...
1990'ların hemen başında "şimdinin hakim beyi kemal yemişen dostum" kontenjanından misafir kaldığım, arnavutköy reşitpaşadaki öğrenci evinde o zaman da iyi müzik yapan serdar'ın, tam karşımdaki sigaralı çaylı "tofranil"li sesinden bu besteyi ilk dinleyenlerden olmanın hüzünlü güzel anısıyla..mörem....
Biraderim,
YanıtlaSilKelimelerin o kadar güçlü ki "itirazım var" diye içimden bile karşı çıkamıyorum:))
Ama merak etme...
Kasaba değil artık Susurluk...
Hızla "kasaba"lılıktan çıkıp bir beton yığını olmayı tercih etti.
Böylelikle geliştiğini sandı.
Yenilendiğini,
İlerlediğini düşündü.
Ve inanıyorum ki bir gün...
-O sokaklarında binlerce anılar bıraktığım Susurluk'um hep "kasaba" kalsaydı- diyeceksin...
Çok selam, çok sevgiyle...
Serdar Topraktepe
YanıtlaSilserdarım;
yorumunu şimdi gördüm ve hemen yayınlıyorum....
ah serdar ah serdar;
ne diyordu o kızıderili reis tarihi sözlerinde ;
"son balık öldüğünde
son nehir kuruduğunda
son ağaç çürüdüğünde
anlayacaksınız
paranın yenmeyeceğini...
anlayacaksınız ama...
geç olacak..."
sevgim selamım ve merhabamla dostum...
murat...