*"114" ayrı ülkeden günlük ortalama "500" ziyaret !
*her cümle "5846" sayılı yasa korumasında !
*fotolar "ekseriyetle" büyütülebilir !
*sağ alttaki küçük dünya ?

11 Nisan 2016 Pazartesi

"anılar düştü peşime uyumaz oldum.." 1986...ıstanbul üniversitesi siyasal bilgiler fakültesi...vakur versan...family pansiyon...güven subaşı..sulhi dönmezer...kadırga hamamı...gedikpaşa yokuşu...


1986 yılının, 
yine böyle güneşli nisan günleri …
belki de mayıs başları…
üniversitede öğrenciyim…


övünmek gibi olacaksa övünmek olsun,
o çok tarihi, çok estetik,  çok başka güzel kapısının alnında
1453 yazan
gönlümün en güzel 
ıstanbul üniversitesinin  
merkez binasında siyasal bilgiler fakültesi kamu yönetimi  bölümü öğrencisiyim…
çok yıllar önce bekir ağa bölüğü olan fakültemdeyim…


yazıyla da rakamla da  söylersem
tam 30 yıl  öncesinden
söz ediyorum…


o yıllarda, ülkedeki üniversite sayısı özeli, geneli, devleti, vakıfı şusu busuyla yüzlerle falan ifade edilmiyor…


üniversite sınavını kazanmak
gerçekten kazanmak yani…


şehirlerde, ilçelerde her apartmanın üstüne, telefon bayileri gibi  gün gün yeni üniversite adı yazılmıyor  daha…!!!!


tüm ülkenin toplam üniversite sayısı en fazla 20’lerde, 30  değil…
zinhar değil…..


üç büyük kentteki deyim yerindeyse hakkıyla deve dişi iyi üniversiteler  dışında ancak anadolunun sayılı şehirlerinde  var yıllanmış üniversiteler…onlar da daha yeni yeni ayağa kalkıyor…yıllanmış  demek bile aslında  gönül alıcı bir ifade…


mesela ben 1980’lerin ortalarında ıstanbul üniversitesi öğrencisiyken yaşadım ve biliyorum ki,  hocalarımın çok büyük bir çoğunluğu uçaklarla anadolunun diğer üniversitelerine destek verme yollarındalar gün aşırı…


daha oralarda hoca yok…
akademik isim yok…
anfi yok….
sosyal alan yok…
barınma imkanı yok…


hepsinin isminin önünde hakkıyla prof.dr yazan vakur versan , ilhan akın, sulhi dönmezerilter turan.... derslerimizde anlatıyorlar anadoludaki üniversitelerin hali pür melalini bizlere  hüzünle…


ve özellikle hocaların hocası olarak anılan ve benim de hocam olan sulhi dönmezer, “okuduğunuz dünya şehrinin, dünya üniversitesinin ve fakültenizin belki bugün kıymetinin farkında değilsiniz ama yıllar sonra daha iyi anlayacaksınız…” deyip deyip duruyor her dersin sonunda…


taa o zamanlardan söylüyor sulhi dönmezer, “üniversite açtım demekle olmaz, üniversite bir rahle-i tedristir, kültürdür ve bu kültür onlarca yılda oluşur…bir belediye otobüsüne binmenin bile adabı vardır ve bunların hepsi  şehir kültürüyle öğrenilir…her yere üniversite açmak yanlıştır” diye…


iyi ki bugünleri görmedi sulhi hoca…!!!!

ama ilber ortaylı hoca gördü, görüyor…
onun da dilinde tüy bitti bu konuda konuşup yazmaktan….


sulhi dönmezer hoca, hakkıyla enteresan…
ince denebilecek sesiyle dinleyeni rahatsız etme potansiyeli olmasına rağmen tane tane konuşarak öğrencisini ağzının içine baktırıyor…


anıların bin tanesi onda…
tecrübenin on bin tanesi onda…
tatlı huysuzluğun da…


1970’lerde bir kahpe pusuda öldürüldüğü için anısına adı verilmiş ümit doğanay anfisinde ıstanbul siyasalın “şu vasistasların ikisini birden açmayın, bu sabah roma’daydım şimdi geldim, terlemişim, beni hasta etmeyin  çocuklar…” diye tatlı tatlı sızlanmalar ve çok hak edilmiş kibir de sulhi hoca'da…


o sulhi hoca ki özellikle 1970’lerdeki bir çok davada bilirkişi olarak çok farklı ve zaman zaman da ifade özgürlüğünün tam tersine kararlar da vermiş bir isim…

böyle biliyoruz…yanlış da değil hani…


çok büyük bir planın parçası olarak yıllar önce  bommmm diye  aramızdan çekip alınan hakkıyla  iyi gazeteci uğur mumcu,  o yıllarda arada bir gazetesindeki köşesinden  sert mektuplar yazıyor sulhi hocaya…bu yüzden biraz mürekkep yalamış her öğrenci başlangıçta soğuk ve mesafeli kendisine…düzenin hocası olarak görmeye meyyal…eh serde gençlik var…fakat garip biçimde birebir tanıdıkça bir çok ismin bu mesafesi kalkıyor aradan…fikirleri belki değişmiyor ama insan olarak yakınlaşıyor sulhi hocaya…


öyle bir tarafı vardı çünkü sulhi hocanın…
sempatik, yeri geldiğinde yalandan azarlayıcı ama son noktada öğrencinin halinden anlamaya çalışan…

aynı sulhi hocaydı bizlere taa 1980’lerde hayatın bilinmezlerini açmaya dair ince anahtar bilgileri de veren…

ne diyorduk, 
ülkedeki üniversite sayısı en fazla 20’lerde , 30  değil…
zinhar değil….
ve bunların yarısından fazlası, ıstanbul, ankara ve izmir’de…


izmir de, ancak  kıyısından köşesinden giriyor bu üç ilin arasına…
ege üniversitesi ikiye bölünmüş ve yanına 9 eylül gelmiş…
o kadar….
hepsi o kadar…


bursa uludağ, erzurum atatürk, eskişehir anadolu, van yüzüncü yıl , trabzon karadeniz teknik, antalya akdeniz, samsun on dokuz mayıs, konya selcuk, diyarbakır dicle… anadoluda ilk akla gelen üniversiteler…


neyse konuyu dağıtmayalım…
bazı okurlar bu tarzı çok seviyor ama biz yine de konuyu dağıtmayalım…


ıstanbul’dayım…
kredi yurtlar kurumunda barınma  başvurum anne ve babası birlikte  çalışan öğrenci olduğum için yekten,  tek celsede !!!!  reddedilmiş…


yedeklerin yedeklerinin yedeklerinde bile adım yok…!!!

babası bir kasabada beyaz eşya bayii olan ve günde belki de üç öğretmen maaşı kazanan çocuğun ismi var ama benim gibilerin yokkk…


ben yine de arada sırada cağaloğlundaki temsilciliğe gidiyor listelere bakıyorum yurt çıkmış mı diye, aylak bakkal her bir şeyini tartarmış misali…


şu dünyanın en güzel dedelerinden olan dedem selahi örem’in ikazlarının  aksine bir de cebime kırmızı logolu gazetemi koyuyorum , enikonu görünsün diye…


genciz ya….
kimseye baş eğmeyeceğiz ya….


o devirde özellikle kadının çalışması ciddi bir kayıp ailenin çocuğunun bu tür imkanlardan yararlanma/mama/sı için....


boru değil,
eve iki maaş giriyor !!!


maaşlar da öyle maaşlar ki ,
gözlüklü tontonun
kemer sıkma politikalarından
kuşa dönmüş her biri….


babam taşkın hocayla,  1985 yılının ekim ayında kayıt için gittiğimiz ıstanbul’da, ailecek zengin (!)  kabul edildiğimizden  yurt çıkmadığı için family pansiyon kapısındayız…


ailecek zenginiz ama arada eve/memlekete  gittiğimde buzdolabının kapağını açtığımda bana yalnızca bir kalıp kelle peyniri, siyah zeytin ve mevsimin yeşillikleri bakıyor…yaşıtlarımın da durumu aynı...bir eksik bir fazla...


zenginlik böyle bir şey demek ki !!!


burada haksızlık etmeyeyim elbette anne babama ve onların kuşağına , ikisi de yıllardır çalışan insanlar olarak bizlere imkanların en iyisini sundular her daim…

meramım ülkedeki kriterlerin garabetini anlatmak…
nerelerden geldiğimizi anlatmak…


koşullar şimdi değişmiştir diye ümit edelim…


değişip değişmediğini gerçekten bilmiyorum…
çünkü büyük oğlum yıllar önce üniversiteli olduğunda sistemin kriterlerine gönül kırgınlığım ve mesafeli halim o kadar büyüktü ki,  dönüp bakmadım bile bu yurtlara…annesi “okuyacak çocuk her yerde her koşulda okur… diye müthiş derinlikte (!) cümleler kursa da ben bildiğimi okudum ve son kararı hep oğluma bıraktım yurt içinde de yurt dışında da hangi ekonomik fatura çıksa da karşıma...

sonra bazıları hiç hesapta olmayan faturalar da çıkardı ki...
pes yani...

işte,  lafın kısası, bir zepzengin (!) ailenin çocuğu olarak bir yıl boyunca kalacağım family pansiyon bir alem yar…


kadırga hamamının hemen karşısında…

onlarca yıllık tarihinde yüzbinlerce öğrenciyi ağırlamış  kadırga yurdu iki yüz metre
family pansiyon   tarihi istanbul’un tam kalbinde….

ayasofya, sultan ahmet, bayazıt, topkapı sarayı burnumuzun dibi…


ama fiziken hakkıyla pis bir yer bu family pansiyon…

netameli de bir yer…
her renkten insan var…
genci de var , kaşarlanmış yaşlısı da…


sahibi de bir garip adem muhittin amca…
amca , lafın gelişi...
abartının, palavranın, su katılmamış erkek muhabbetinin feriştahı onda.
eski çok eski ahşap ıstanbul evini yurt yapmış…
odalarda 5’er 10’ar kalmak işin amentüsü…
öğrenci de var, pazarlamacı da…


muhittin amca için önemli olan tek şey para…
parayı vaktinde öde, ne yaparsan yap…
aslında hayatın sırrını çözmüş bir adem tavrı bu…


kaldığımız yerin her katında tek bir tuvalet…
ortalık kesif bir amonyak kokusuyla müşerref….!!!

diğer kokuları okuyucunun hayal gücüne bırakıyorum….


giriş katında  iki taburenin sığamayacağı bir mutfak !!!
arada muhittin amca kendine yumurta yapıyor…
çok para kazanıyor bizlerden ama tam bir varyemez…


bütün varyemezler gibi pislik içinde ölmüş yıllar sonra…
tomar tomar paralarını da kalanlar çatır çatır yemiş…


bir gün yine masada yumurtasını yerken duvara çıkan hamamböceklerini söylüyorum kendisine…gayet sakin dönüyor eliyle üç beş hamle yapıp böcekleri duvara yapıştırıyor sonra eliyle yere silkeliyor, ellerini birbirine sürtüp yumurtaya ekmek banmaya devam ediyor varyemez muhittin…


böyle atraksiyon dolu bir yer işte family pansiyon…


orada kaldığım bir yıl boyunca geceleri tam karşımdaki ranzada , o  zor zamanlarda burayı bulmamıza yardımcı olan güven subaşı abim var…hani memleket isterim şiirini derslerde bizlere okuturken gözünden şıp şıp yaş damlayan naci subaşı’nın, naci amcamın, naci öğretmenimin susurluk'tan büyük oğlu güven abi…o ıstanbul hukuk fakültesinde kıdemli bir öğrenci…biz daha tıfılız…pek tıfılız…şu hayatta tanıdığım en kendi gibi olan insanlardan olan güven abiyi hala hep saygıyla yad ederim… 

güven abiyle en son eniştemin cenazesinde oturup konuştuk...yine aynıydı...o bir yıl boyunca da, bizlerden yaş olarak büyük olmasının tek bir kibrini hatırlamıyorum…otuz yıl önce bir gece ıstanbul tarihinin belki de en güzel belediye otobüslerinden olan bussing’e binip tiyatroya giderken  bu şehirde yaşamak için ne öneriyorsun bana dediğimde mavi gözlerini kısa kısa “yaşa ve gör…ben ne anlatsam boş ve yanıltıcı…yaşa ve gör …bir çok soruya kendi usulünce cevap vermelisin… demişti bana güven abi…


yaşayıp gördükçe ne demek istediğini daha iyi gördüm…!!!
dünyanın en zor gerçeğini en yalın haliyle anlatmış meğer güven abi bana…


yaşadım gördüm güven ağbi…
otuz yıl geçti o yalın cevabının üzerinden...

yaşayıp görüyorum da…
ne diyordu şair ;
“ateşi ve ihaneti gördük…”


onları da gördük güven abi…
ama öldürmeyen her acı 
daha da su kattı çeliğimize…


hala aynalara ve dostlarımızın yüzüne
aynı güneşle bakabiliyoruz…
az şey midir…
inan çok şeydir…


lise sona giden küçük oğlum arda erhan ,  şimdi bu yazıyı okuduktan sonra muhtemelen yine şu cümleleri kuracak; “baba bu nasıl iş… oradan giriyorsun buradan çıkıyorsun araya bin tane durak sıkıştırıp yine varacağın yere gidiyor bizi de götürüyorsun…sen hep yaz…”


taşkın hoca da şuna benzer cümleler kuracak kelimeleri ağzının içinde annem müjgan hocanımın tabiriyle lo lo lo lo yuvarlayarak ve zor anlaşılacak biçimde ;
“oğlum , bu kadar uzun yazma ben ne anlattığını unutuyorum okurken…”


bahar dalı da gerdanını kıra kıra
“ben en çok o komik yazılarını sevmiştim…
bu klasik bir yazı olmuş…
yeni bir şey yok…”  diyecek….


üniversiteli büyük oğlum umur örsan’ın ne dediğini bilmiyorum…
benim havaalanı yanaklı oğlum
can eriğim
hıyarlıkta doktoralı (!!!)  oğlum
budapeştelerden  girer de 
bu yazıları okumak için sektirmeden şu sayfaya
babasına iki satırlık fikir beyanını çok görür….


ne yapalım onu da öyle sevdik…


neyse araya umur’u da sıkıştırıp 
çaktığımıza göre toparlayalım artık yazıyı…


1986 yılının nisan ya da mayıs ayı…

family pansiyondan çıkmışım…
güneşli bir bahar zamanı…
muhittin, muhtemelen yine yumurta kırıp yiyordur…
arada hamamböceklerini öldürmesi işin mütemmim cüzü…
raşit dershanededir…
kadem, terlik pazarlamak için sokaklardadır..
boştur yani family pansiyon


eh ben de okul yolundayım…
istanbul siyasalın yolundayım..

zamanında yüzlerce ayakkabı atölyesinin bulunduğu
10,12,14 yaşındaki çocukların
zehirli yapıştırıcılar nedeniyle
ölüme beşer adımla gittiği
eşşek  osurtan,   
gedikpaşa yokuşunu tırmanıyorum…


seyyar kaset arabasından bir  ses yükseldi…
-o zamanlar böyle arabalar vardı ey okur...
sd kartlar, şunlar bunlar değil
kaset arabaları vardı...- 

18 yaşında bir genç adamdım…
aşık bir adamdım…
evini özlemiş bir adamdım…
kendini arayan bir adamdım…

şunu diyordu kasetteki adam
ömrü uzun olası ülkü tamer’in
güzelim dizelerinde ;

“ seher yeli  çık dağlara  
güneş topla benim için
haber ilet dört yana
güneş topla benim için…

umutların arasından
kirpiklerin karasından
döşte bıçak yarasından canım
güneş topla benim için…”


şimdi bu yazıyı yazarken önce yazının da başlığına da esin kaynağı  olan kazım koyuncu şarkısını dinledim….


hemen arkasından da ülkü tamer şiirli,  şu aşağıdaki şarkıyı…


ne diyordu kazım koyuncu
o mel’un , sinsi ve soysuz hastalığa  
son günlerinde bile  kafa tutarken ;  

“anılar düştü peşime
uyumaz oldum…
düşlerim vardı
yamacına  varamaz oldum
rüzgarla yarışırken
koşamaz oldum…”

ve ne diyordu türk şiirinin bilge yüzü
hocaların hocası behçet necatigil ;

“ ölüm , sen beni aldatamazsın
           AKLIMDA….”


              (  murat örem / 11 nisan 2016 / ankara…)




4 yorum:

  1. Taşkın Örem:Anilar,anılar,anılar.O günleri ve günlerimizi ne güzel anlatmışsın.Belleğine hayranım.Diğer söyleyeceğimi sen zaten söylemişsin.Kalemine ve belleğine sağlık.Yazmaya devam.Sevgiler.

    YanıtlaSil
  2. " yazıyoruz da...
    yazacağız da...
    ölüm bir gün
    elimizi tutuncaya kadar..."

    haldun taner / ahmet rasim'e mektup...

    YanıtlaSil
  3. Muratçım hep aklımızda kalmış İstanbul ve yurt anıları. Seni okurken
    inanırmısın o yerleden tekrar bende geçiyorum sayende.
    Ama sen çok dikkatlisin, belkide ben unutkanım. O Belediye otobüslerinin markasını unutmuşum misal. Aklımda Magiruslar kalmış.
    Bir de Taksim-Sarıyer hattı. 41 ve 42-A. Metrosuz zamanlar yani.
    Sağlıkla kal arkadaşım. Bilhan..

    YanıtlaSil
  4. bilhan/kardeşim/dostum;

    sen unutkan değilsin...

    ben galiba haddinden fazla hatırlayan mutsuz azınlıktanım...

    bir adam yaratmak oyunundaki hüsrev karakteri bir sahnede şöyle isyan eder; "herkes hatırlamak için çırpınıyor...ben artık hatırlamamak..."

    benimki de bu hesap biraz...
    o yüzden sen beni bu hatırlama konusunda ciddiye!!!! alma...

    sen de sağlıkla kal benim kadim dostum....

    murat....

    murat...

    YanıtlaSil