1986
yılının,
yine
böyle güneşli nisan günleri …
belki
de mayıs başları…
üniversitede
öğrenciyim…
övünmek
gibi olacaksa övünmek olsun,
o
çok tarihi, çok estetik, çok başka güzel
kapısının alnında
1453
yazan
gönlümün en güzel
ıstanbul
üniversitesinin
merkez binasında siyasal bilgiler fakültesi kamu yönetimi bölümü öğrencisiyim…
merkez binasında siyasal bilgiler fakültesi kamu yönetimi bölümü öğrencisiyim…
çok
yıllar önce bekir ağa bölüğü olan fakültemdeyim…
yazıyla
da rakamla
da söylersem
tam
30
yıl öncesinden
söz
ediyorum…
o
yıllarda, ülkedeki üniversite sayısı özeli, geneli, devleti, vakıfı şusu
busuyla yüzlerle falan ifade edilmiyor…
üniversite sınavını kazanmak
gerçekten kazanmak yani…
şehirlerde, ilçelerde her
apartmanın üstüne, telefon bayileri gibi gün gün yeni üniversite adı yazılmıyor daha…!!!!
tüm
ülkenin toplam üniversite sayısı en fazla 20’lerde, 30 değil…
zinhar
değil…..
üç
büyük kentteki deyim yerindeyse hakkıyla deve dişi iyi üniversiteler
dışında ancak anadolunun sayılı şehirlerinde
var yıllanmış üniversiteler…onlar da
daha yeni yeni ayağa kalkıyor…yıllanmış demek bile aslında
gönül alıcı bir ifade…
mesela
ben 1980’lerin ortalarında ıstanbul üniversitesi öğrencisiyken
yaşadım ve biliyorum ki, hocalarımın çok
büyük bir çoğunluğu uçaklarla anadolunun diğer üniversitelerine destek verme
yollarındalar gün aşırı…
daha
oralarda hoca yok…
akademik
isim yok…
anfi
yok….
sosyal
alan yok…
barınma
imkanı yok…
hepsinin
isminin önünde hakkıyla prof.dr yazan vakur versan , ilhan akın,
sulhi dönmezer…ilter turan.... derslerimizde anlatıyorlar anadoludaki
üniversitelerin hali pür melalini bizlere hüzünle…
ve
özellikle hocaların hocası olarak anılan ve benim de hocam olan sulhi dönmezer, “okuduğunuz dünya şehrinin, dünya üniversitesinin ve fakültenizin belki
bugün kıymetinin farkında değilsiniz ama yıllar sonra daha iyi anlayacaksınız…”
deyip deyip duruyor her dersin sonunda…
taa
o zamanlardan söylüyor sulhi dönmezer, “üniversite açtım
demekle olmaz, üniversite bir rahle-i tedristir, kültürdür ve bu kültür onlarca yılda oluşur…bir
belediye otobüsüne binmenin bile adabı vardır ve bunların hepsi şehir kültürüyle öğrenilir…her yere üniversite
açmak yanlıştır” diye…
iyi
ki bugünleri görmedi sulhi hoca…!!!!
ama ilber ortaylı hoca gördü, görüyor…
onun
da dilinde tüy bitti bu konuda konuşup yazmaktan….
sulhi
dönmezer hoca, hakkıyla enteresan…
ince
denebilecek sesiyle dinleyeni rahatsız etme potansiyeli olmasına rağmen tane
tane konuşarak öğrencisini ağzının içine baktırıyor…
anıların
bin tanesi onda…
tecrübenin
on bin tanesi onda…
tatlı
huysuzluğun da…
1970’lerde
bir kahpe pusuda öldürüldüğü için anısına adı verilmiş ümit doğanay anfisinde
ıstanbul siyasalın “şu vasistasların ikisini birden
açmayın, bu sabah roma’daydım şimdi
geldim, terlemişim, beni hasta etmeyin çocuklar…” diye tatlı tatlı
sızlanmalar ve çok hak edilmiş kibir de sulhi hoca'da…
o
sulhi hoca ki özellikle 1970’lerdeki bir çok davada bilirkişi olarak çok farklı
ve zaman zaman da ifade özgürlüğünün tam tersine kararlar da
vermiş bir isim…
böyle biliyoruz…yanlış da değil hani…
böyle biliyoruz…yanlış da değil hani…
çok
büyük bir planın parçası olarak yıllar önce bommmm diye aramızdan çekip alınan hakkıyla iyi gazeteci uğur mumcu, o yıllarda arada bir gazetesindeki köşesinden sert mektuplar yazıyor sulhi hocaya…bu yüzden
biraz mürekkep yalamış her öğrenci başlangıçta soğuk ve mesafeli
kendisine…düzenin hocası olarak görmeye meyyal…eh serde gençlik var…fakat garip
biçimde birebir tanıdıkça bir çok ismin bu mesafesi kalkıyor aradan…fikirleri
belki değişmiyor ama insan olarak yakınlaşıyor sulhi hocaya…
öyle
bir tarafı vardı çünkü sulhi hocanın…
sempatik,
yeri geldiğinde yalandan azarlayıcı ama son noktada öğrencinin halinden
anlamaya çalışan…
aynı sulhi hocaydı bizlere taa 1980’lerde hayatın bilinmezlerini açmaya dair ince anahtar bilgileri de veren…
aynı sulhi hocaydı bizlere taa 1980’lerde hayatın bilinmezlerini açmaya dair ince anahtar bilgileri de veren…
ne
diyorduk,
ülkedeki üniversite sayısı en fazla 20’lerde , 30 değil…
ülkedeki üniversite sayısı en fazla 20’lerde , 30 değil…
zinhar
değil….
ve
bunların yarısından fazlası, ıstanbul, ankara ve izmir’de…
izmir
de, ancak kıyısından köşesinden giriyor
bu üç ilin arasına…
ege
üniversitesi ikiye bölünmüş ve yanına 9
eylül gelmiş…
o
kadar….
hepsi
o kadar…
bursa
uludağ, erzurum atatürk, eskişehir anadolu, van yüzüncü yıl , trabzon karadeniz
teknik, antalya akdeniz, samsun on dokuz mayıs, konya selcuk, diyarbakır dicle…
anadoluda ilk akla gelen üniversiteler…
neyse
konuyu dağıtmayalım…
bazı
okurlar bu tarzı çok seviyor ama biz yine de konuyu dağıtmayalım…
ıstanbul’dayım…
kredi
yurtlar kurumunda barınma başvurum anne
ve babası birlikte çalışan öğrenci olduğum için yekten,
tek celsede !!!! reddedilmiş…
yedeklerin yedeklerinin yedeklerinde bile adım yok…!!!
babası bir kasabada beyaz eşya bayii olan ve günde belki de üç öğretmen
maaşı kazanan çocuğun ismi var ama benim gibilerin yokkk…
ben
yine de arada sırada cağaloğlundaki temsilciliğe gidiyor listelere bakıyorum
yurt çıkmış mı diye, aylak bakkal her bir şeyini tartarmış
misali…
şu
dünyanın en güzel dedelerinden olan dedem selahi örem’in ikazlarının aksine bir de cebime kırmızı logolu gazetemi koyuyorum
, enikonu görünsün diye…
genciz
ya….
kimseye
baş eğmeyeceğiz ya….
o
devirde özellikle kadının çalışması ciddi bir kayıp ailenin çocuğunun bu tür
imkanlardan yararlanma/mama/sı için....
boru değil,
eve iki maaş giriyor !!!
eve iki maaş giriyor !!!
maaşlar da öyle maaşlar ki ,
gözlüklü tontonun
kemer sıkma politikalarından
kuşa dönmüş her biri….
babam
taşkın hocayla, 1985 yılının ekim ayında
kayıt için gittiğimiz ıstanbul’da, ailecek zengin (!) kabul edildiğimizden yurt çıkmadığı için family pansiyon
kapısındayız…
ailecek zenginiz ama arada eve/memlekete
gittiğimde buzdolabının kapağını
açtığımda bana yalnızca bir kalıp kelle peyniri, siyah zeytin ve mevsimin
yeşillikleri bakıyor…yaşıtlarımın da durumu aynı...bir eksik bir fazla...
zenginlik böyle bir şey demek ki
!!!
burada
haksızlık etmeyeyim elbette anne babama ve onların kuşağına , ikisi de
yıllardır çalışan insanlar olarak bizlere imkanların en iyisini sundular her
daim…
meramım ülkedeki kriterlerin garabetini anlatmak…
nerelerden
geldiğimizi anlatmak…
koşullar
şimdi değişmiştir diye ümit edelim…
değişip
değişmediğini gerçekten bilmiyorum…
çünkü
büyük oğlum yıllar önce üniversiteli olduğunda sistemin kriterlerine gönül kırgınlığım ve mesafeli halim o kadar
büyüktü ki, dönüp bakmadım bile bu yurtlara…annesi “okuyacak çocuk her yerde her
koşulda okur… diye müthiş derinlikte (!) cümleler kursa da ben bildiğimi
okudum ve son kararı hep oğluma bıraktım yurt içinde de yurt dışında da hangi ekonomik fatura çıksa da karşıma...
sonra bazıları hiç hesapta olmayan faturalar da çıkardı ki...
pes yani...
sonra bazıları hiç hesapta olmayan faturalar da çıkardı ki...
pes yani...
işte,
lafın kısası, bir zepzengin (!) ailenin çocuğu olarak bir
yıl boyunca kalacağım family pansiyon bir alem yar…
kadırga
hamamının hemen karşısında…
onlarca yıllık tarihinde yüzbinlerce öğrenciyi ağırlamış kadırga yurdu iki yüz metre
family pansiyon tarihi
istanbul’un tam kalbinde….
ayasofya, sultan ahmet, bayazıt, topkapı sarayı burnumuzun dibi…
ama
fiziken hakkıyla pis bir yer bu family pansiyon…
netameli de bir yer…
her
renkten insan var…
genci
de var , kaşarlanmış yaşlısı da…
sahibi
de bir garip adem muhittin amca…
amca , lafın gelişi...
abartının,
palavranın, su katılmamış erkek muhabbetinin feriştahı onda.
eski
çok eski ahşap ıstanbul evini yurt yapmış…
odalarda
5’er 10’ar kalmak işin amentüsü…
öğrenci de var, pazarlamacı da…
muhittin amca için önemli olan tek şey
para…
parayı vaktinde öde, ne yaparsan yap…
aslında hayatın sırrını çözmüş bir adem
tavrı bu…
kaldığımız
yerin her katında tek bir tuvalet…
ortalık
kesif bir amonyak kokusuyla müşerref….!!!
diğer kokuları okuyucunun hayal gücüne bırakıyorum….
giriş
katında iki taburenin sığamayacağı bir
mutfak !!!
arada
muhittin amca kendine yumurta yapıyor…
çok
para kazanıyor bizlerden ama tam bir
varyemez…
bütün
varyemezler gibi pislik içinde ölmüş yıllar sonra…
tomar
tomar paralarını da kalanlar çatır çatır yemiş…
bir
gün yine masada yumurtasını yerken duvara çıkan hamamböceklerini söylüyorum
kendisine…gayet sakin dönüyor eliyle üç beş hamle yapıp böcekleri duvara
yapıştırıyor sonra eliyle yere silkeliyor, ellerini birbirine sürtüp yumurtaya ekmek banmaya devam
ediyor varyemez muhittin…
böyle
atraksiyon dolu bir yer işte family pansiyon…
orada
kaldığım bir yıl boyunca geceleri tam karşımdaki ranzada , o zor zamanlarda burayı bulmamıza yardımcı olan
güven
subaşı abim var…hani memleket isterim şiirini derslerde
bizlere okuturken gözünden şıp şıp yaş damlayan naci subaşı’nın, naci amcamın,
naci öğretmenimin susurluk'tan büyük oğlu güven abi…o ıstanbul hukuk
fakültesinde kıdemli bir öğrenci…biz daha tıfılız…pek tıfılız…şu hayatta
tanıdığım en kendi gibi olan insanlardan olan güven abiyi hala hep
saygıyla yad ederim…
güven abiyle en son eniştemin cenazesinde oturup konuştuk...yine aynıydı...o bir yıl boyunca da, bizlerden yaş olarak büyük olmasının tek bir kibrini hatırlamıyorum…otuz yıl önce bir gece ıstanbul tarihinin belki de en güzel belediye otobüslerinden olan bussing’e binip tiyatroya giderken bu şehirde yaşamak için ne öneriyorsun bana dediğimde mavi gözlerini kısa kısa “yaşa ve gör…ben ne anlatsam boş ve yanıltıcı…yaşa ve gör …bir çok soruya kendi usulünce cevap vermelisin… demişti bana güven abi…
güven abiyle en son eniştemin cenazesinde oturup konuştuk...yine aynıydı...o bir yıl boyunca da, bizlerden yaş olarak büyük olmasının tek bir kibrini hatırlamıyorum…otuz yıl önce bir gece ıstanbul tarihinin belki de en güzel belediye otobüslerinden olan bussing’e binip tiyatroya giderken bu şehirde yaşamak için ne öneriyorsun bana dediğimde mavi gözlerini kısa kısa “yaşa ve gör…ben ne anlatsam boş ve yanıltıcı…yaşa ve gör …bir çok soruya kendi usulünce cevap vermelisin… demişti bana güven abi…
yaşayıp
gördükçe ne demek istediğini daha iyi gördüm…!!!
dünyanın
en zor gerçeğini en yalın haliyle anlatmış meğer güven abi bana…
yaşadım gördüm güven ağbi…
otuz yıl geçti o yalın cevabının üzerinden...
otuz yıl geçti o yalın cevabının üzerinden...
yaşayıp görüyorum da…
ne
diyordu şair ;
“ateşi
ve ihaneti gördük…”
onları da gördük güven abi…
ama öldürmeyen her acı
daha da su kattı çeliğimize…
daha da su kattı çeliğimize…
hala aynalara ve dostlarımızın yüzüne
aynı
güneşle bakabiliyoruz…
az
şey midir…
inan
çok şeydir…
lise sona giden küçük oğlum arda erhan , şimdi bu yazıyı okuduktan sonra muhtemelen
yine şu cümleleri kuracak; “baba bu nasıl iş… oradan giriyorsun buradan
çıkıyorsun araya bin tane durak sıkıştırıp yine varacağın yere gidiyor bizi de
götürüyorsun…sen hep yaz…”
taşkın
hoca da şuna benzer cümleler kuracak kelimeleri ağzının
içinde annem müjgan hocanımın tabiriyle lo lo lo lo yuvarlayarak
ve zor anlaşılacak biçimde ;
“oğlum
, bu kadar uzun yazma ben ne anlattığını unutuyorum okurken…”
bahar
dalı da gerdanını kıra kıra
“ben
en çok o komik yazılarını sevmiştim…
bu
klasik bir yazı olmuş…
yeni
bir şey yok…”
diyecek….
üniversiteli büyük oğlum umur
örsan’ın ne dediğini bilmiyorum…
benim
havaalanı yanaklı oğlum
can
eriğim
hıyarlıkta doktoralı (!!!) oğlum
budapeştelerden girer de
bu yazıları okumak için sektirmeden şu sayfaya
bu yazıları okumak için sektirmeden şu sayfaya
babasına iki satırlık fikir beyanını çok görür….
ne
yapalım onu da öyle sevdik…
neyse
araya umur’u da sıkıştırıp
çaktığımıza göre toparlayalım artık yazıyı…
çaktığımıza göre toparlayalım artık yazıyı…
1986
yılının nisan ya da mayıs ayı…
family
pansiyondan çıkmışım…
güneşli
bir bahar zamanı…
muhittin,
muhtemelen yine yumurta kırıp yiyordur…
arada
hamamböceklerini öldürmesi işin mütemmim cüzü…
raşit
dershanededir…
kadem,
terlik pazarlamak için sokaklardadır..
boştur
yani family
pansiyon…
eh
ben de okul yolundayım…
istanbul siyasalın yolundayım..
istanbul siyasalın yolundayım..
zamanında
yüzlerce ayakkabı atölyesinin bulunduğu
10,12,14
yaşındaki çocukların
zehirli
yapıştırıcılar nedeniyle
ölüme
beşer adımla gittiği
eşşek
osurtan,
gedikpaşa yokuşunu tırmanıyorum…
gedikpaşa yokuşunu tırmanıyorum…
seyyar
kaset arabasından bir ses yükseldi…
-o zamanlar böyle arabalar vardı ey okur...
sd kartlar, şunlar bunlar değil
kaset arabaları vardı...-
18
yaşında bir genç adamdım…
aşık
bir adamdım…
evini
özlemiş bir adamdım…
kendini
arayan bir adamdım…
şunu
diyordu kasetteki adam
ömrü
uzun olası ülkü tamer’in
güzelim
dizelerinde ;
“
seher yeli çık dağlara
güneş
topla benim için
haber
ilet dört yana
güneş
topla benim için…
umutların
arasından
kirpiklerin
karasından
döşte
bıçak yarasından canım
güneş
topla benim için…”
şimdi
bu yazıyı yazarken önce yazının da başlığına da esin kaynağı olan kazım koyuncu şarkısını
dinledim….
hemen arkasından da ülkü tamer şiirli, şu aşağıdaki şarkıyı…
hemen arkasından da ülkü tamer şiirli, şu aşağıdaki şarkıyı…
ne
diyordu kazım koyuncu
o
mel’un , sinsi ve soysuz hastalığa
son
günlerinde bile kafa tutarken ;
“anılar
düştü peşime
uyumaz
oldum…
düşlerim
vardı
yamacına varamaz oldum
rüzgarla
yarışırken
koşamaz
oldum…”
ve
ne diyordu türk şiirinin bilge yüzü
hocaların
hocası behçet necatigil ;
“
ölüm , sen beni aldatamazsın
AKLIMDA….”
( murat örem / 11 nisan 2016 / ankara…)
Taşkın Örem:Anilar,anılar,anılar.O günleri ve günlerimizi ne güzel anlatmışsın.Belleğine hayranım.Diğer söyleyeceğimi sen zaten söylemişsin.Kalemine ve belleğine sağlık.Yazmaya devam.Sevgiler.
YanıtlaSil" yazıyoruz da...
YanıtlaSilyazacağız da...
ölüm bir gün
elimizi tutuncaya kadar..."
haldun taner / ahmet rasim'e mektup...
Muratçım hep aklımızda kalmış İstanbul ve yurt anıları. Seni okurken
YanıtlaSilinanırmısın o yerleden tekrar bende geçiyorum sayende.
Ama sen çok dikkatlisin, belkide ben unutkanım. O Belediye otobüslerinin markasını unutmuşum misal. Aklımda Magiruslar kalmış.
Bir de Taksim-Sarıyer hattı. 41 ve 42-A. Metrosuz zamanlar yani.
Sağlıkla kal arkadaşım. Bilhan..
bilhan/kardeşim/dostum;
YanıtlaSilsen unutkan değilsin...
ben galiba haddinden fazla hatırlayan mutsuz azınlıktanım...
bir adam yaratmak oyunundaki hüsrev karakteri bir sahnede şöyle isyan eder; "herkes hatırlamak için çırpınıyor...ben artık hatırlamamak..."
benimki de bu hesap biraz...
o yüzden sen beni bu hatırlama konusunda ciddiye!!!! alma...
sen de sağlıkla kal benim kadim dostum....
murat....
murat...