*"114" ayrı ülkeden günlük ortalama "500" ziyaret !
*her cümle "5846" sayılı yasa korumasında !
*fotolar "ekseriyetle" büyütülebilir !
*sağ alttaki küçük dünya ?

27 Haziran 2013 Perşembe

ibrahim balkan ; ola ki varsa ve küçücükse de hakkım üzerinde, çok daha büyükse de hakkı üzerimde, benden yana bin kez helali hoş olsun..nur içinde yatsın....

Hayat , siz yaşadıkça , birileriyle kesiştirir ömrünüzü...
Bu,  bir gün de olabilir , bir hafta da ay da , uzun bir yıl da....
Bu;  ömürden geçen uzun zamanlar da olabilir...

Hayat , siz yaşadıkça , birileriyle kesiştirir ömrünüzü...
Minicikken sınıfta sıra arkadaşı da olabilirsiniz  biriyle...
Ergenliğin uçarı zamanlarında aylar süren gönül arkadaşı da....

Ömür dediğiniz şey biraz da kesişen hayatların toplamıdır...
Ömür dediğiniz süre, az ya da çok paylaşılan  hayatların toplamıdır...

Siz çocukken,  evin içinde dolanan babanızın ayak seslerinin  anlamı vardır...
Kah yükselen kah alçalan ve “evladım”  diyen sesinin de...
Aynı babanın yaş aldıkça aldıkça bulmacaların arasına gömülen yüzünün de...

Kendi isteklerini en sona bırakarak yaşanan  ömrün nişanesi , annedir...
Anne bazen bir dilim ekmektir...
Bazen bir yoruldum sesi...
Çoğu zaman da evin içindeki güneştir anne...

Siz yaşadıkça , çok ömürlerle kesişir hayatınız...
Ekmek aldığınız bakkal, bahçeyi sulayan komşu, eve iğne yapmaya gelen sağlıkçı, bilet aldığınız görevli, işyerindeki meslektaşlarınız, okulunuzdaki öğretmen, apartmandaki huysuz yöneticiden de geriye bir şey kalır...

Az ya da çok mutlaka bir şey kalır...

Siz yaşarken,  birileriyle kesiştikçe hayatınız,  o birileri üzerinden yeni insanlar tanırsınız...
Kaçınılmazdır bu...

Her kesişen hayatla tanıdıklarınız içinde sevdikleriniz de olabilir, kaçarak uzaklaşmak istedikleriniz de...

Bir de şu olabilir elbette ;

Bazen kaçarak uzaklaşmak istediğiniz kişiler içinden de hakkını teslim etmek istedikleriniz ya da sevdikleriniz içinden de yeni tartışmalar yaşamaktan imtina ettikleriniz...

Doğu toplumlarında veya nesnellik ve aklın yerine duygusallığın ağır bastığı toplumlarda sevmek sevmemek de farklı anlamlar taşır....

Babasına itiraz eden evlat saygısız olabilir, böyle görülebilir...
Babasına cevap ver(e)meyip boynunu eğen de makbul evlat olabilir...

Oysa babasına itiraz eden evlat çok daha fazla sevebilir o babayı...
Ve , cevap bile ver(e)meyen nefret edebilir babasından...

Kurduğunuz her ilişkide yeniden tanımlanırsınız şu hayatta...
Bunu ille birilerinin yapması gerekmez...
Hayat kendiliğinden yapar bunu, istesiniz de istemesiniz de...

Bir dönem içine girdiğiniz her yapı , ki bu işyeri , yeni bir aile, şehir vs..olabilir  yeni ilişkiler demektir...

Her yeni ilişkinin , yeni kodları denklemleri vardır...

Bir Pazar günü çeyrek asırdan fazladır tanıdığınız ve sizin için çok farklı , çok  kıymetli bir ismi son kez bırakırken sonsuzluğa , aklınızdan binlerce şey geçer...

Bir karlı Susurluk akşamında, siz gençliğin toyluğunda o güngörmüşlüğün tam tepesindeyken karşılıklı ettiğiniz sohbette, yalnızca size güvenerek ve sizinle paylaşarak,  bardakların içine içine bakarak söyledikleri gelebilir aklınıza...

Onca kar borandan, fırtınadan sonra bir gün uzaklardan ettiği telefonda tam da eski zaman insanlarının kullandığı kelimelerle
“oğlum sana , size,  gönülden saadetler diliyorum”
diyen sesi yankılanır kulaklarınızda....

Hayat , siz yaşadıkça , birileriyle kesiştirir ömrünüzü...
Bilemezsiniz neler olup biteceğini öngörmekten başka...

Siz birileri üzerinden tanırsınız başka birilerini ama , bir bakarsınız ki onu bir  başka kıymetlendirmişsiniz kendinizce...

Herkesin herkesi kendince anlama , sevme kılavuzu olabilir çünkü...
Herkesin kendince acıya direnme yolları da olabilir...

Hayat şöyle de ayırabilir insanları;

“ gözünden ağlayanlar”  
ve 
“ özünden ağlayanlar...”

Bazen , tek bir cümle yeter bir insanı tanımlamaya...
Bazen , bütün cümleler anlamını yitirebilir...

İşte o zaman hayatın sizinle kesişen pencerelerine bakın...
Bir insan üzerinden tanıdığınız başka güzel insanları görmenize engel olmasın tanıdığınız ilk kişiler...

İbrahim Balkan   benim için o çok kıymetli pencerelerden biriydi...

Her zaman her konuda hilafsız anlaşmadık belki ama onca şey yaşanırken yıllar yıllar içinde , ne olursa olsun asla gönüller kırmadık karşılıklı...

Bu yüzden 
ola ki varsa 
ve küçücükse de hakkım üzerinde,
çok daha büyükse de hakkı üzerimde, 
benden yana bin kez helali hoş olsun...
Nur içinde yatsın....

( murat örem / 27 haziran 2013 / ankara...)







michael jackson ; siyahtan beyaza (!) evrile evrile sönen bir hayat...


Bundan 4  yıl önce...

Tarih 25 Haziran  yıl 2009...



Dünya müziğinin yaşayan en büyük pop ikonu için de geride kalanlara daha 51  yaşındayken   hoşça kalın”  deme zamanı...



51  yıllık ömre sığan şarkılar, albümler, aralarında çocuklara yönelik taciz de dahil olmak üzere birbirinden netameli, yüz kızartıcı  konularda hakim önüne çıkmalar,  şunlar bunlar...



 ve en sonunda 25 Haziran 2009’da  muamma bir ölüm....



Özellikle 1980’lerden sonra siyahi bir adamın evrile evrile beyaza, beyaz adama dönme süreci...

Hem mecazen hem fiziksel hem de yaşam biçimi olarak...



Afro-Amerikalı efsanevi şarkıcı, müzisyen, besteci, söz yazarı, dansçı ve pop yıldızı sıfatlarını taşıyan bir dünyalı ; Michael Jackson ve 4 yıl önce 25 Haziran 2009’daki ani ölümü....



Jackson Ailesi'nin 9 çocuğunun 7.si olarak dünyaya geldiği 1950’lerin  sonu..Babasının kurduğu Jackson 5 grubunda  henüz 6 yaşındayken girilen müzik dünyası...



Yıllar içinde Off the Wall, Thriller ,  Bad , Dangerous , History isimleriyle yüz  milyonlarca satan albümler ve birbirinden çarpıcı klipler...



Bir rivayete göre albümlerin tüm dünyada satış rakamının milyara dayanması...



Şarkılarına çektiği kliplerde de farklı dans figürleriyle marka olan Michael Jackson...



Ömrünün son yıllarında öne çıkan  sağlık sorunları ve skandallarla sürekli gündeme gelen özel hayat...



Bütün bunların yanında üç çocuğun babası olmak...



Ani ölümünden sonra yapılan otopside de  garip bulguların çıkması ve bu  olaylarda doktorunun da işin içinde olduğuna dair hukuki şüpheler kararlar..



Micheal Jackson’un 1982 yılında çıkan Thriller albümü ve unutulmazlar arasına girerek bir marka olan şarkı ; Billie Jean...



Bu şarkıyla birlikte ilk defa zenci bir şarkıcının video klibinin defalarca yayınlanması ve meşhur     moonwalk /  ayda yürüyüş figürü...



Fantastik bir konuyla adeta kısa film tadında kurgulanmış ve danslarla zenginleştirilmiş  Thriller şarkısının 13 dakikalık klibinden sonra esen Michael Jackson fırtınası...



Bu rüzgarla ve yeni fırtınalarla yaşanacak neredeyse 30  yıl ve final...



Michael Jackson ismiyle yıllar içinde kazanılan yüzlerce ödül...

Milyonlarca dolara yapılan sponsorluk anlaşmaları...

Reklam çekimlerinde yanma tehlikesi dahil yaşanan talihsiz olaylar...

Sonrasında kazanılan tazminat bedeli ve tedavisini yapan hastaneye bağışlanan milyon dolarlar...



Tanındıkça sosyal projelerde yer alınan çalışmalar ve  Lionel Richie ile birlikte yazılan  "We Are the World" /  biz dünyayız  şarkısının estirdiği hava...



Şarkıda yer alan dev isimlerden bazıları; 

Stevie Wonder,

Tina Turner,

Diana Ross,

Ray Charles,

Cindy Lauper,

Bob Dylan....



51  yıllık ömür yolculuğunda 2009 Haziran’ında gelinen son...



Kuyruklu bir yıldız gibi yaşanan ve biten ömür...



Her şey bir yana , dünya müziğinde unutulmayacak bir markanın karşılığı; Michael Jackson...



Ve ölümünün 4. yıldönümünde  30 yıl öncesinden seslenen bir şarkı ; Billie Jean..



         ( murat örem / 27 haziran 2013 / ankara...)




22 Haziran 2013 Cumartesi

yalçın ergir ; bir cumartesi yazısı...bir insanoğluinsan portresi ...



Bir cumartesi günü…
Bu cumartesi günü…

Yılın en uzun günü geride kalalı 24 saat olmamış daha…
22 Haziran’daki gündüzün kararmasına birkaç saat  var hala…

Elimde yeni aldığım kitabın torbası,  yürüyorum dalgın dalgın …

Zihnimde Ahmet Haşim’in unutulmaz ve en sevdiğim dizeleri,  
yürüyorum dalgın dalgın ;

“Yorgun gözümün halkalarında
Güller gibi fecr oldu numayan,
Güller gibi... sonsuz, iri güller
Güller ki kamıştan daha nalan;
Gün doğdu yazık arkalarında!
Altın kulelerden yine kuşlar
Tekrarını ömrün eder ilan.
Kuşlar mıdır onlar ki her akşam
Alemlerimizden sefer eyler?
Akşam, yine akşam, yine akşam
Bir sırma kemerdir suya baksam;
Üstümde sema kavs-i mutalsam!
Akşam, yine akşam, yine akşam”

Bir marketin kapısının önünde karşılaşıyoruz onunla…
Kocaman kaskı ve içinde dünyanın olduğu çantası ellerinde…

Gülen ve gülümseyen yüzüyle selamlıyor her zaman olduğu gibi…
“Aklımdan da geçmiştin ha…” diyor…
Ben de “daha  az önce  son yazını okumuştum diyorum….

‘Hangisi’  diye sorarsa hazırlıklıyım…
“Hangisi”  diyor ve ben de sözlüden geçmeyi başardığını anlayan öğrenci huzuruyla cevaplıyorum hemen ;
“ hani şu tenis maçını anlattığın…yine şampiyon olduğun…tişörtünün Afrika kıtası gibi terlemiş haliyle fotoğrafın olan…”

Altmışlı yaşlarına doğru gidiyor ama yıllardır katıldığı tenis turnuvalarında kendinden onlarca yaş genç olanlara karşı bile ya 1. ya 2.
Ama en çok 1.

İkimiz de biliyoruz yaptığı hiçbir işte önce 1. olmak gibi  kaygısının bulunmadığını…
Yaptığı çok basit….
“Basit Yaşamak” kadar basit….
Neye odaklanırsa çok severek gönülden ve akıldan tutuyor ipin ucunu…
Yalnızca o kadar…
Böyle olunca da karşılığı bu oluyor işte….

Bu yüzden dünyanın öbür ucundaki dağa tırmanırken de , “yalnız ağacın” yanına giderken de , muayenehanesinde kahvaltı yaparken kelebek hanımla söyleşirken de , devrik dişleri birer birer sırım gibi ayağa kaldırırken de hep aynı insan adam o….

“Hadi bir çay içelim”  diyorum vaktinin ne kadar kıymetli olduğunu bile bile…
“Hadi içelim … “   diyor….
Az ilerdeki motorunu gösteriyor “bir daha çalınmasın , görelim oturduğumuz yerden” diyerek…

Yılların arkadaşı Tarpan’ı  çalınalı birkaç ay olmuş…
Tarpan artık yok ama yeni bir motoru var…

Aklımdan saniyeler içinde korkular geçiyor….
Bir çay içimlik zamanda yine çalınırsa yeni motoru, ben bu vebali alamam diyorum kendi kendime…
“Hadi o zaman atlayalım motora şu ilerdeki kahvehaneye gidelim diyorum….
“Gidelim…” diyor…

Her zamanki insanlığıyla “kaskı sen tak” diyor…
“Hayır…” diyorum…”Kask senin , yolcu benim , usta sensin…”

Motora binerken ben,  büyük bir belanın eşiğinden dönüyoruz…

Arka tarafa yerleşirken ben omzuna bastırınca motorla birlikte sola eğiliyoruz,
“ omzumu bırak bırak bırak..” seslenmelerini duyuyorum ama boğulmak üzere olan insanın kendini kurtarmaya gelene yaptığı şuursuzluk gibi omzuna bastırmaya devam ediyorum motora binmeye çalışırken…

Her şey bir iki saniye içinde oluyor…

Motora biniyorum….Kazasız belasız….

“ Şu anda ikimiz de sol bacaklarımızı tümüyle kaybetmiş olabilirdik “ diyor….
“Öldürmeyen Allah öldürmez diyorum onun duymayacağı şekilde…

Aslında motora cahilce ve usul erkan bilmeden binmeye çalışırken gayri ihtiyarı yaptığım ve  aklımdan geçenler şu  ;

“O benim abim ve ikimizi de bir şekilde korur…
Beladan uzak tutar…”

Ömrü boyunca abi olmanın tatlı ama çok da yorucu yükünü taşımış kazık kadar bir adam için bile  -bu kazık kadar adam ben oluyorum-  kardeş olmanın şımarık rahatlığını yaşamış oluyorum işte onun yanındayken…

Yaklaşık beş yüz metre gidiyoruz motorla…
Rüzgar arkada olmama rağmen yüzüme yüzüme vuruyor…
Gençlik yıllarımda dayılarımın motorlarına çok binmişliğim var yolcu olarak…
Javalar , MZler, Yamahalar….
Aradan en az çeyrek asır geçmiş ama…

Biliyorum yine de  rüzgarın çıplak yüze her vurduğunda nasıl bir huzurun, merakın ve korkunun  insanı yaladığını motorun üstündeyken…

O beş yüz metrede sanki beş yüz milyon yıl uzakta kalmış gençliğime gidiyorum yine….

Üzeri her daim benzin , tütün, uzamış sakal, karşılıksız sevgi ve insanlık kokan dedem geçiyor aklımdan “Bessat Usta” düşüyor gönlüme….
Biz torunlarını her öptüğünde dünyanın en büyük nefes alışını hatırlıyorum Bessat Dedem’in…

Bugün elli yaşıma giderken bile çocuklarımı , çok sevdiklerimi öptüğümde onun biz torunlarını öperken yaptığı gibi olmaya çalıştığımı anlıyorum bir kez daha…

Çay içtiğimiz yere geliyoruz iki üç dakika içinde…
Bu kez kimseyi riske atmadan atlıyorum motordan…

Çaylar geliyor….
İçiyoruz…

Çaylar geliyor…
Konuşuyoruz…

Çaylar geliyor…
Bakışıyoruz…

Zihni her zamanki gibi çalışıyor…
Milyonlarca işlemcili kompitür misali veriler hazır…

Bir soru soruyor , anlatıyorum…

Bir soru soruyor…
Anlatıyorum…

Bir soru soruyor…
Dertlerimi dinliyor…

Dereden tepeden konuşuyoruz…
Suçluların telaşı içindeyim çok belli etmesem de…
Zamanını çalıyorum duygusu içindeyim….

Hepimizin zamanı kıymetli ama onunki hakikaten kıymetli…
Üçüncü çayları içtiğimizde “ben gitmek zorundayım”  diyor…
“Elbette”  diyorum…

Sohbet arasında  telefon ederek biraz gecikeceğini söylediği “deniz gözlüsü” bekliyor çünkü…
Yılların dostu , yılların can yoldaşı ve yol arkadaşı bekliyor çünkü…

Kalkıp giderken “hesap” diyor  her zamanki inceliğiyle, abiliğiyle…
“Bunu bana yapma , buraları benden sorulur” diyorum kardeş olmanın şımarıklığıyla…
Üsteliyor ama sesimdeki kararlılığa gülerek teslim oluyor…

Masadan kalkıyoruz…
Motorunun başına geçerken ben de onu uğurlamaya hazırlanıyorum…
En yakınımdaki sevdiklerinin adını sıralıyor, “onlara  selam söyle” diyor…
“Ben onları çok seviyorum” diyor…

“Senin sevmediğin var mı ki” diyorum kendi kendime mırıldanarak…

Kaskını takıyor motoruna biniyor ve gidiyor…
Geri dönüyorum …
Çayları getiren çocuk bana bakarken, “iyi baktın mı gidene”  diyorum…
“Baktım abi…”diyor
”Bir yerlerden tanır gibiyim…”diye ekliyor…

“Daha çok tanırsan iyi edersin” diyorum, “ergir.com’a bir bak istersen….”
“Bana bir çay daha getirir misin delikanlı”  cümlesi çıkıyor ağzımdan...

Aklımdan saniyeler içinde yine onlarca şey geçiyor…
“ Ben onu tanıdığımda , benim şimdiki yaşımdan bile en az beş yaş gençti” diyorum…
“Aradan neredeyse yirmi yıl geçecek oldu biz tanışalı..” diyorum…
“Çok şükür hala genç “ diyorum…
“Çok şükür hala Yalçın Abim..”   diyorum…

Onunla sohbette geçen yalnızca yirmi dakika içinde bile günlerdir gönlüme çeken ufunetin dağıldığını hissediyorum…

“Abi olmak, evlat olmak, baba olmak da güzel ama böyle adamların kardeşi olduğunu hissetmek de tarifsiz bir duygu”    diyorum…

“Allahım bu güzel insanlarını esirge,
Yalçın Ergirlerini esirgemeye devam et  ”….diyorum…

Hesabı ödüyorum…
Çayları getiren çocuk, “abi yine bekleriz” diyor…
“Kısmet “ diyorum…

Hafiften kamburunu çıkaran , saçları hem aklaşmış hem de dökülmüş bir adamın adımlarıyla ve yine  Ahmet Haşim’in dizeleriyle yola koyuluyorum ;

“Yorgun gözümün halkalarında
Güller gibi fecr oldu numayan,
Güller gibi... sonsuz, iri güller…”

( murat örem / 22 haziran 2013 / ankara…)