Bir
cumartesi günü…
Bu
cumartesi günü…
Yılın
en uzun günü geride kalalı 24 saat olmamış daha…
22
Haziran’daki gündüzün kararmasına birkaç saat
var hala…
Elimde
yeni aldığım kitabın torbası, yürüyorum
dalgın dalgın …
Zihnimde
Ahmet Haşim’in unutulmaz ve en sevdiğim dizeleri,
yürüyorum
dalgın dalgın ;
“Yorgun
gözümün halkalarında
Güller
gibi fecr oldu numayan,
Güller
gibi... sonsuz, iri güller
Güller
ki kamıştan daha nalan;
Gün
doğdu yazık arkalarında!
Altın
kulelerden yine kuşlar
Tekrarını
ömrün eder ilan.
Kuşlar
mıdır onlar ki her akşam
Alemlerimizden
sefer eyler?
Akşam,
yine akşam, yine akşam
Bir
sırma kemerdir suya baksam;
Üstümde
sema kavs-i mutalsam!
Akşam,
yine akşam, yine akşam”
Bir
marketin kapısının önünde karşılaşıyoruz onunla…
Kocaman
kaskı ve içinde dünyanın olduğu çantası ellerinde…
Gülen
ve gülümseyen yüzüyle selamlıyor her zaman olduğu gibi…
“Aklımdan
da geçmiştin ha…” diyor…
Ben
de “daha
az önce son yazını okumuştum” diyorum….
‘Hangisi’
diye sorarsa hazırlıklıyım…
“Hangisi” diyor ve ben de sözlüden geçmeyi başardığını
anlayan öğrenci huzuruyla cevaplıyorum hemen ;
“
hani şu tenis maçını anlattığın…yine şampiyon olduğun…tişörtünün Afrika kıtası
gibi terlemiş haliyle fotoğrafın olan…”
Altmışlı
yaşlarına doğru gidiyor ama yıllardır katıldığı tenis turnuvalarında kendinden
onlarca yaş genç olanlara karşı bile ya 1. ya 2.
Ama
en çok 1.
İkimiz
de biliyoruz yaptığı hiçbir işte önce 1. olmak gibi kaygısının bulunmadığını…
Yaptığı
çok basit….
“Basit
Yaşamak” kadar basit….
Neye
odaklanırsa çok severek gönülden ve akıldan tutuyor ipin ucunu…
Yalnızca
o kadar…
Böyle
olunca da karşılığı bu oluyor işte….
Bu
yüzden dünyanın öbür ucundaki dağa tırmanırken de , “yalnız ağacın” yanına
giderken de , muayenehanesinde kahvaltı yaparken kelebek hanımla söyleşirken de
, devrik dişleri birer birer sırım gibi ayağa kaldırırken de hep aynı insan
adam o….
“Hadi
bir çay içelim”
diyorum vaktinin ne kadar kıymetli olduğunu bile bile…
“Hadi
içelim … “
diyor….
Az
ilerdeki motorunu gösteriyor “bir daha çalınmasın , görelim oturduğumuz
yerden” diyerek…
Yılların
arkadaşı Tarpan’ı çalınalı birkaç ay
olmuş…
Tarpan
artık yok ama yeni bir motoru var…
Aklımdan
saniyeler içinde korkular geçiyor….
Bir
çay içimlik zamanda yine çalınırsa yeni motoru, ben bu vebali alamam
diyorum kendi kendime…
“Hadi
o zaman atlayalım motora şu ilerdeki kahvehaneye gidelim” diyorum….
“Gidelim…”
diyor…
Her
zamanki insanlığıyla “kaskı sen tak” diyor…
“Hayır…”
diyorum…”Kask senin , yolcu benim , usta sensin…”
Motora binerken ben, büyük bir belanın eşiğinden dönüyoruz…
Arka
tarafa yerleşirken ben omzuna bastırınca motorla birlikte sola eğiliyoruz,
“
omzumu bırak bırak bırak..” seslenmelerini
duyuyorum ama boğulmak üzere olan insanın kendini kurtarmaya gelene yaptığı
şuursuzluk gibi omzuna bastırmaya devam ediyorum motora binmeye çalışırken…
Her şey bir iki saniye içinde
oluyor…
Motora
biniyorum….Kazasız belasız….
“
Şu anda ikimiz de sol bacaklarımızı tümüyle kaybetmiş olabilirdik
“ diyor….
“Öldürmeyen
Allah öldürmez
“
diyorum onun duymayacağı şekilde…
Aslında
motora cahilce ve usul erkan bilmeden binmeye çalışırken gayri ihtiyarı
yaptığım ve aklımdan geçenler şu ;
“O
benim abim ve ikimizi de bir şekilde korur…
Beladan
uzak tutar…”
Ömrü
boyunca abi olmanın tatlı ama çok da yorucu yükünü taşımış kazık kadar bir adam
için bile -bu kazık kadar adam ben oluyorum- kardeş olmanın şımarık rahatlığını yaşamış
oluyorum işte onun yanındayken…
Yaklaşık
beş yüz metre gidiyoruz motorla…
Rüzgar
arkada olmama rağmen yüzüme yüzüme vuruyor…
Gençlik
yıllarımda dayılarımın motorlarına çok binmişliğim var yolcu olarak…
Javalar
, MZler, Yamahalar….
Aradan
en az çeyrek asır geçmiş ama…
Biliyorum
yine de rüzgarın çıplak yüze her
vurduğunda nasıl bir huzurun, merakın ve korkunun insanı yaladığını motorun üstündeyken…
O
beş yüz metrede sanki beş yüz milyon yıl uzakta kalmış gençliğime gidiyorum
yine….
Üzeri
her daim benzin , tütün, uzamış sakal, karşılıksız sevgi ve insanlık kokan
dedem geçiyor aklımdan “Bessat Usta” düşüyor gönlüme….
Biz
torunlarını her öptüğünde dünyanın en büyük nefes alışını hatırlıyorum Bessat
Dedem’in…
Bugün
elli yaşıma giderken bile çocuklarımı , çok sevdiklerimi öptüğümde onun biz
torunlarını öperken yaptığı gibi olmaya çalıştığımı anlıyorum bir kez daha…
Çay
içtiğimiz yere geliyoruz iki üç dakika içinde…
Bu
kez kimseyi riske atmadan atlıyorum motordan…
Çaylar
geliyor….
İçiyoruz…
Çaylar
geliyor…
Konuşuyoruz…
Çaylar
geliyor…
Bakışıyoruz…
Zihni
her zamanki gibi çalışıyor…
Milyonlarca
işlemcili kompitür misali veriler hazır…
Bir
soru soruyor , anlatıyorum…
Bir
soru soruyor…
Anlatıyorum…
Bir
soru soruyor…
Dertlerimi
dinliyor…
Dereden
tepeden konuşuyoruz…
Suçluların
telaşı içindeyim çok belli etmesem de…
Zamanını
çalıyorum duygusu içindeyim….
Hepimizin
zamanı kıymetli ama onunki hakikaten kıymetli…
Üçüncü
çayları içtiğimizde “ben gitmek zorundayım” diyor…
“Elbette”
diyorum…
Sohbet
arasında telefon ederek biraz
gecikeceğini söylediği “deniz gözlüsü”
bekliyor çünkü…
Yılların
dostu , yılların can yoldaşı ve yol arkadaşı bekliyor çünkü…
Kalkıp
giderken “hesap” diyor her
zamanki inceliğiyle, abiliğiyle…
“Bunu
bana yapma , buraları benden sorulur” diyorum kardeş
olmanın şımarıklığıyla…
Üsteliyor
ama sesimdeki kararlılığa gülerek teslim oluyor…
Masadan
kalkıyoruz…
Motorunun
başına geçerken ben de onu uğurlamaya hazırlanıyorum…
En
yakınımdaki sevdiklerinin adını sıralıyor, “onlara
selam söyle” diyor…
“Ben
onları çok seviyorum” diyor…
“Senin
sevmediğin var mı ki” diyorum kendi kendime
mırıldanarak…
Kaskını
takıyor motoruna biniyor ve gidiyor…
Geri
dönüyorum …
Çayları
getiren çocuk bana bakarken, “iyi baktın mı gidene” diyorum…
“Baktım
abi…”diyor…
”Bir
yerlerden tanır gibiyim…”diye ekliyor…
“Daha
çok tanırsan iyi edersin” diyorum, “ergir.com’a bir bak istersen….”
“Bana
bir çay daha getirir misin delikanlı” cümlesi çıkıyor ağzımdan...
Aklımdan
saniyeler içinde yine onlarca şey geçiyor…
“
Ben onu tanıdığımda , benim şimdiki yaşımdan bile en az beş yaş gençti” diyorum…
“Aradan
neredeyse yirmi yıl geçecek oldu biz tanışalı..” diyorum…
“Çok
şükür hala genç “ diyorum…
“Çok
şükür hala Yalçın Abim..” diyorum…
Onunla
sohbette geçen yalnızca yirmi dakika içinde bile günlerdir gönlüme çeken
ufunetin dağıldığını hissediyorum…
“Abi
olmak, evlat olmak, baba olmak da güzel ama böyle adamların kardeşi olduğunu
hissetmek de tarifsiz bir duygu” diyorum…
“Allahım
bu güzel insanlarını esirge,
Yalçın
Ergirlerini esirgemeye devam et ”….diyorum…
Hesabı
ödüyorum…
Çayları
getiren çocuk, “abi yine bekleriz” diyor…
“Kısmet
“ diyorum…
Hafiften
kamburunu çıkaran , saçları hem aklaşmış hem de dökülmüş bir adamın adımlarıyla
ve yine Ahmet Haşim’in dizeleriyle yola
koyuluyorum ;
“Yorgun
gözümün halkalarında
Güller
gibi fecr oldu numayan,
Güller
gibi... sonsuz, iri güller…”
(
murat örem / 22 haziran 2013 / ankara…)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder