*"114" ayrı ülkeden günlük ortalama "500" ziyaret !
*her cümle "5846" sayılı yasa korumasında !
*fotolar "ekseriyetle" büyütülebilir !
*sağ alttaki küçük dünya ?

26 Ağustos 2016 Cuma

insan zihni böyle işte…çocuklar...babalar....maket uçaklar ve anılar....



internette gezerken rastladım yukarıdaki fotoğrafa…

ali nesin,  nesin vakfındaki bir güne dair fotoğraflar koymuştu…


çocuklar, uçak  maketi yaparken soluklanmış, emeklerine bakıyorlardı…

bir başka fotoğrafta  kocaman kazanlarda yemekler pişiyordu….


bir başkasında toplanan elmalar masanın etrafında dilimleniyordu…

öncesinde  de çocukların mutluluklarına yastık olmuştu aynı elmalar…



başka bir fotoğrafta tarladaydı kalabalık…

birinde  pekmez kaynatıyordu büyükler ve çocuklar…

diğerinde kumaşlar kesilip el işi yapılıyordu…




hayatın içinden mutlu ve sıradan insan yüzleriydi çoğu….

oysa,  nesin vakfındaki çocukların hepsi ekonomik ve sosyal nedenlerden dolayı hatırlı goller yiyerek başlamışlardı hayata…ama bu çocuklar günün birinde vakıftaki büyük ailenin fertleri olunca koşullar değişmeye başlamıştı…


daha da önemlisi aynı çocuklar küçücük yaşlarından itibaren oynayarak ve düşünerek üretmenin hazzını yaşıyor, üretmeden tüketmenin büyük  ayıbını bilerek,  sanatla kültürle bilimle yoğrularak büyüyorlardı…


bu dönüşüm  o kadar önemliydi ki…

üretmeden tüketmek ve büyümek olmazdı…


düşünmek de üretmekti…

elma toplamak da…

oyun oynamak da…

tartışmak da…

bir bahçeyi sulamak da…

kocaman kazanı kepçeyle karıştırmak da…

sahneye çıkmak da   üretmekti…


fotoğraftaki yüzlere baktığınızda  bilenle bilmeyenin huzurlu uyumunu görüyordunuz…katı ve yıkıcı hiyerarşinin izleri yoktu…kimse öğrenirken de öğretirken de mutsuz görünmüyordu…kimse kimseye yapacaklarını ve yapmayacaklarını  dikte etmiyordu ….


ve fotoğrafların çoğunda yüzlerdeki  doğallık ve huzur  parlıyordu…

bu huzur, biz fotoğraflara bakanlara da yansıyordu…

                                                        ****

oysa dün gece yarısı  bir yazı okumuştum….

yüreğim sıkışmıştı yine…

60 ülke  vatandaşı arasında yapılan birbirine güven duyma endeksinde türk insanı sonuncuydu… kimseye ama kimseye güvenmiyorduk artık biz…komşumuza , arkadaşımıza , görevlilere…kendimize…akrabalarımıza…


%  4’tü güvenme oranımız …

yüzde DÖRT…

bir çığlıktı bu…


ve bu oran yıllar boyunca en büyük toplumsal çalkantıları hatta iç kıyımları  yaşayan ruanda’yla aynı ürkütücü düşüklükteydi... insanlara ve topluma güvenirim diyenlerin oranı  bizde    yalnızca  % 4’iken  iskandinav ülkelerinde  % 70’lerdeydi…


gece yarısı araştırmayı okuduğumda uykum bir kez daha kaçmıştı…

ama hemen ertesi günün ortalarında bu umutlu fotoğrafları görmüştüm…


                                                        ****

gördüğüm fotoğraflar beni çok eski yıllara / yıllarıma götürdü yine….

bir dönem ne çok uçak maketi yapmıştım ben de en çok lisedeyken…

jet modelin ilk maket  uçağını yaptığım/ız/da ilkokuldaydım…

babam taşkın hoca yardım etmişti her zamanki gibi canı gönülden onda da…


liseli yıllarla birlikte elbet bu yardımlara ihtiyacım kalmamıştı… 
zamanında gördüğüm bu içten baba  emekleri  sayesinde işin püf noktalarını öğrenmiştim çünkü…


ilk zamanlarda  o balsa ağaçlarını jiletlerle kesmiştim ellerimi kanata kanata…

türkiye  üç kuruşluk maket bıçaklarıyla, kretuvarlarla  bile  tanışmamıştı daha…

bir jileti alırdınız ortasından ikiye böler kullanırdınız maket yapmak için…

jilet de bir an gelir jiletliğini (!!!) mutlaka yapardı dalgın anınızda…


sonra bir gün balıkesir’de görmüştüm ilk maket bıçağını bir kırtasiyecide…bugünün parasıyla hacimli bir kitaptan daha pahalıydı altı üstü bir maket bıçağının fiyatı  çünkü yeni çıkmıştı piyasaya…hemen almıştım yüklüce bir para vererek öğrenci harçlığımdan…maket bıçağından  sonra  daha az kesip kanatır olmuştum uçak maketleri yaparken ellerimi parmaklarımı…bugün maket bıçaklarının bile yüzlerce çeşidi var hem de her keseye uygun olan haliyle…o zamanlar yoktu işte…



                                                                  ****

ama kötü çok kötü bir de anım vardır maket bıçağıyla ilgili…


bir gece vakti , lise yıllarındayken, yarım kalan uçak maketini de  maket bıçağını da masanın üzerinde o halde  ortada bırakırken kız kardeşim ayşın’a sıkı sıkı tembih etmiştim “çok ama çok keskin…bildiğin gibi değil…sakın ben yokken eline alma…nasıl kullanıldığını merak ediyorsan  sakin bir zamanda göstereyim öyle kullan…aman dikkat….”  diye diye…


bu cümlelerin ardından , dışarı çıkıp susurluk sokaklarında lise arkadaşlarımla yarenlik edip eve döndüğümde bir gariplik sezmiştim…mutsuz ve sessizdi herkes…kız kardeşim ayşın’ın eli ve parmağı sarılıydı eni konu…beti benzi atmıştı herkesin…


hikaye şuydu…

sanki ben o hatırlatmaları yapmamışım gibi benim hemen arkamdan eline almıştı maket bıçağını ayşın ve neredeyse baş parmağını elinden ayırmasına ramak kalmıştı…bununla da bitmemişti…ortaokul yıllarının çocuk aklıyla o eli suyun altına tutarak kurtaracağını sanmış ama akan hatta fışkıran kanı durmamış aksine daha da azmıştı…


babam/ız taşkın hoca fark etmişti banyodaki telaşı…zaten öyle bir tarafı hep olmuştur  babamız taşkın hocanın…hiçbir zaman baskı kurarak  izlemez denetlemezdi   ama  aynı anda kırk şeyi takip eder, uzaktan gözler ve gerektiğinde sakince müdahale ederdi  taşkın hoca…sitemini de işler bitince ederdi yarı gürleyerek…gençlik yıllarımda çok didiştiğim babamın bu meziyetlerini  son yıllarda daha çok görür oluyorum artık…dile getirmekten yazıya dökmekten de onur duyuyorum…evlat yetiştirmenin ne olduğunu iki erkek babası olarak her gün defalarca yaşadıkça daha da anlıyorum bu duyguyu….elbette yine arada bizim baba evlat olarak didişmelerimiz sürüyor ama bu durum kıymetli gerçekleri görüp söylememe engel değil…nasıl evlatlar kıymetlerinin arada sırada dile getirilmesinden mutluluk duyuyorsa aynı gerçeklik anne babalar için de geçerli çünkü…bunu iki tarafta da bulunan iki ayağımla söylüyorum; evlat ve baba ayaklarımla…


ayşınlı hikayenin devamına gelince …

olan biten fark edilince apar topar hastaneye / acile gidilmiş ve yalnızca bir derinin tuttuğu kesilen baş parmak dikişlerle tutturulmuştu yerine…belki biraz daha zaman kaybedilse,  ayşın evde yalnız olsa, taşkın hoca biraz daha dikkatsiz olsa çok daha başka şeyler olabilirdi ve ben de bir ömür kendimi suçlayabilirdim…aslında söz dinleyen, açık çatışmalara kesinlikle girmeyen ve asla risk almayan bir tarafı hep ağır basmıştır kardeşim ayşın’ın…ama bu olayda neden söz dinlemediğini çocuksu bir merak duygusuyla açıklamak geliyor aklıma en yakın olasılık olarak…



                                                        ****

böyle böyle onlarca yüzlerce şaşırtıcı ürkütücü tehlikeli görünmez kazalı olay yaşayarak geliyoruz her birimiz bu yaşlara…yaşımız ilerleyip geriye dönüp baktığımızda bütün bu olan bitenlerden sağ salim çıkmanın mucizevi bir tarafı olduğunu görünce de ürperiyoruz…


yaşamak dediğin zaten  ölümü ötelemek değil mi…



                                                        ****

lise yıllarından sonra da çok maket yaptım ben…

üniversitede de  yaptım, evliliğimin ilk yıllarında da…

sonrasında çocuklarımla da…

ama çocuklarımla maket yaparken artık yalnızca ortalarda dolandım…

çünkü özellikle büyük oğlum umur örsan kulağı çoktan geçen boynuz olmuştu…


lisede yaptığım maketleri odamın duvarlarına asar ev halkından da teşvik görürdüm…yine bir gün eve döndüğümde yüzü allak bullaktı annem müjgan hocanımın…sanki evden bir cenaze çıkmıştı…çok kötü bir şey oldu diye başladı söze annem…çok kötü deyince annem, saniyeler içinde yakınlarımın ölüm ihtimalleri geçti aklımdan…sonra cümlenin devamı geldi ; “ murat, oğlum,  eski öğrencilerimden biri annesiyle misafirliğe geldi bugün…ben çay servisi yaparken öğrencim duvardaki senin uçak maketini almış sonra da kaşla göz arasında kırmış yaptığın maketi…ben çok sitem ettim hatta ağır konuştum annesine de öğrencime de  ama olan oldu…” olan biteni öğrenince güldüm ben…”anne dert ettiğin şeye bak…yine yaparım…tamir ederim…tamam o şımarık çocuğa söylediklerin iyi olmuş da sen niye bu kadar üzüldün…dedim…


bu cümleleri duyunca, büyük  çok büyük bir yük kalktı annem müjgan hocanımın üzerinden…kararan yüzü yavaş yavaş aydınlandı…


sonra sonra çok düşündüm bu olayı da ben…


sonuçta ortada can sıkıcı bir olay vardı ama bunun sorumlusu bizden / aileden biri değildi ki…annem hiç değildi...neden bu kadar başkasının  kusurunu  sahiplenip üzülmüş kendini suçlamıştı o zaman annem…çünkü, emeğe çok saygı duyan bir isim oldu benim annem hep…insana çok saygı duyan biri…belki benim huysuzluğumdan da çekinmişti ama daha çok kendisiyle , yıllar içinde geliştirdiği o püriten ve asla  iltimas yapmayan ahlakıyla ilgiliydi annemin bu tavrı…kendine de hiç iltimas yapmadı ki benim annem ömrü boyunca…kendine iltimas yapmayan birinden çocuklarına hatta  kocasına iltimas yapmasını , abartılı övgü cümleleri kurmasını beklemek  pek gerçekçi değildi aslında…o yüzden hangi başarıları elde etsek de bizler “zaten olması gereken bu evladım..” diye kapattı konuların üstünü annem müjgan hocanım…


oysa ortalama insan bu tavrı  hiç göstermedi ülkemizde…

ortalama anne babalar da….

bu yüzden de ortalık kendini tartamayanlarla doldu taştı…

haddini bilmeyenlerle doldu taştı…


bin yaşındaki evli barklı erkek çocuklarına  hala yemeğin etli tarafını koymayı analık sananların yanında annemin bu tarafı duygusal olarak yıllar boyunca çok kırıcı geldi bana ama bir yanımı da daha da güçlendirdi….mutlak bir adalet duygusu verdi bana…bu yüzden hala takır takır tartışırım annemle de ama annemin  insanlık ve adalet terazisine gözü kapalı biçimde kendimden çok daha fazla itibar edip saygı duyarım bazı durumlarda kendi bildiğim yoldan yürüsem de…


ama bu mutlak adalet duygum çok işler açtı başıma benim…

en yakınlarıma pat diye söyledim gördüklerimi…

pat diye söyledim olacakları on adım yüz adım önceden…

oysa yakınlarım bile olsa onlar gerçeği duymak istemiyordu ki…

onlar duymak istediklerini duymak istiyorlardı…

onlar masal duymak istiyorlardı…

ve ben de kötü çok kötü bir masalcıydım…


evlatlarım da payına düşeni aldı bu adalet terazisi cümlelerimden…

o cümlelerimin  keskinliğinden…

sonra yeri geldi aynı cümleleri onlar kurdu bana…


ne diyordu o atasözü ;

“kime ok atmayı öğrettiysem ustalığını önce bende denedi”

genellikle susarak dinledim iki evladımın da gök gürültülerini…


evlatlarım deyince…

her vesileyle,  hayatıyla rus ruleti oynamaması gerektiğini söylediğim büyük oğlum umur örsan da çok yaptı uçak maketleri, gemi ve otomobil maketlerini…çünkü neredeyse haftalarca yatağa bağımlı kaldı lisenin tam öncesinde…


çünkü günün birinde babası  yıllar boyunca kendisine hayatın kötü sürprizlerine  dair onca uyarıyı  yapmamış gibi ,  bisikletiyle kumlu bir yolda yokuş aşağı kanatlanmaya kalkınca ağzı burnu dağıldı ve kaval kemiğini kırdı umur örsan


benim saçlarımın yüzer yüzer aklaşmaya  başlaması  da o olayladır zaten…

insanın evladının sağlığıyla sınanması ne acıdır bilen bilir…



yatağa kısmen bağımlı kaldığı o dönemlerde  çok  teşvik ettim umur’un yaptığı maketleri…onlarca maket aldım ankaradaki hobby marketten euroları onar onar sayarak….devir değişmişti…artık bizim çocukluğumuzun markası jet model yoktu ve orta karar maket uçaklar  bile euro üzerinden alınıp satılır olmuştu…allah var hepsini de jilet gibi yaptı  yine umur milimetrik hesaplarıyla….


evliliğimin ilk yıllarında,  daha çocuklar yokken yaptığım maketlerde tek bir cümle duymadım  yanımdakinden , ne teşvik eden ne eleştiren ne de kusur bulan ya da öven…yok saydı tüm bunları…yok saydı…o kadar çok şeyi yok saydı ki onlarca yıl boyunca bir gün aklımdan gönlümden fikrimden de yok oluverdi…


insan zihni böyle işte…

günün birinde ekranda gördüğünüz bir fotoğraf;  hangi anıların , hangi hüzünlerin, hangi hesaplaşmaların kapağını açıveriyor işte …

bilemiyor ki insan…


bazı gündüzler, bazı akşamlar hayatın çok üstümüze geldiği vakitlerde bahar dalıyla  konuşuyoruz evde, yolda sokakta yemek masasında hayata ve insanlara dair…bazen ikimiz yapıyoruz bunu…bazen sayısı az olan dostlar da oluyor yanımızda…bazı durumlarda da arda…


artık bir sakinleş diyor bahar dalı bana çok seferinde…

artık insanları ve dünyayı kabullen oldukları halleriyle diyor…

 ülkemiz , şartlarımız bu diyor aheste aheste bilgiç bilgiç...
oysa ikimiz de biliyoruz onun bildiklerini ben unutalı bin yıl oluyor..

her seferinde şaşırıyorum bu gereksiz cümlelerine…

her seferinde yeniden sorguluyorum kendimi, hayatımı…

oysa ben kendimi çok sakin çok mutlu görüyorum yıllardır…

çok dolu bir hayat yaşadım…
çok ama çok dolu bir hayat yaşadım...

ömür kuyusunu en çok kendi çabalarımla doldurduğum bir hayat…


doğruları yanlışlarından çok daha fazla olan anne babanın evladı oldum…

iki dedemi ayrı sevdim ve onlardan çok şey öğrendim….

hala saygıyla andığım  ilkokul öğretmenim oldu…

dayılarım oldu ilk gençlik yıllarıma kadar…

gerçek dayım olmayan erhan dayımı apayrı sevip saydım ama…


bir kardeşim oldu…

bir kardeşten öte bin kardeşim gibi oldu…

susurluk sokaklarında kardeşim ayşın’ı  koruyup gözetip her gün koluma takıp gezdirirken imrenerek bakardı herkes aramızdaki o bağa, sevgiye, muhabbete…çok uzun yıllar boyunca çok şeyi paylaştım kardeşimle…abi kardeş de olduk, iki arkadaş da, iki sırdaş da…eyyamcılık yapmadık karşılıklı son zamanlara kadar…ikimiz de evlenip ellere karışsak da çoluk çocuk sahibi olsak da yalnızca ikimize ait olan o  alanı hep koruduk…günün birine kadar…artık kabullendim...insanın yaşadıklarına benzediğini kabullendim artık...



yine, yıllar boyunca bir  hayat arkadaşım oldu….

kutup buzulunu yaşarken de  çöl güneşinde yanarken de hakkını teslim etmek için yanında olabilmek için yedi düvele kafa tuttuğum bir hayat arkadaşım…yıllar boyunca işten çıktığım gibi koşarak yanına gittiğim…bilgi dahil görenek dahil kazandığım iyi paralar dahil elimdeki  avcumdakini hilafsız yoluna serdiğim…ahde vefayı en kızdığım anlarda bile unutmadığım…iki çocuk yaptık onunla…anne baba olmanın hazzını yaşadık…bebeklikleri çocuklukları gençlikleri dahil tablo gibi yakışıklı evlatlarımız oldu…vicdanlı akıllı  başarılı çocuklarımız oldu…


iki erkek evladım oldu…

oysa bilenler bilir baba olmayı hiç istememiştim…


ama öyle inatçı öyle inatçıydı ki sarı damarlı, günün birinde teslim oldum ısrarlarına vicdanımla….dünyanın bu kadar zalim bir yer olduğunu daha çocukluğumdan  itibaren gördüğüm için hiç ama hiç istememiştim baba olmayı…onlara bir şey olursa tahammül edemeyeceğimi kahrımdan deli divane olacağımı çok iyi bildiğim için …ama iki evladım da olduktan sonra,  ikisine de tarifsiz emekler verdim…ikisinden de tarifsiz mutluluk ve hazlar yaşadım…


evlatlarından yana çok ama çok ama çok zengin bir baba oldum….


büyük sevgiler yaşadım çocuklarımla….

tarifsiz hazlar  yaşadım yalnızca benim ve evlatlarımın  bildiği...

büyük kavgalar da yaşadık ama sonunda hep aynı masanın etrafında oturduk…


ben bir baba olarak hiç mangal yapmadım çocuklarıma…

balık tutmadım onlarla…

bir denize saatlerce bakmadık boş boş…

dünyanın şehirlerini konuştuk…

ülkemizi konuştuk…

anadoluyu konuştuk…

emeği, sinemayı, tiyatroyu, insanı konuştuk…


en sert cümleleri çocuklarımdan duydum…

en çok çocuklarıma kırıldım….

en keskin hatırlatmalarımı da onlara yaptım…


aylar oldu yüzünü görmeyeli büyük oğlum umur örsan’ın

ben bu yazıyı yazarken çantasını topluyor artık yurda dönüş için…

erasmus merasmus derken aradan geçen aylarda hangimiz ne kadar yaşlandık görmemize az kaldı…


ve  yıllardır çok şükür bile isteye canı gönülden yanımda küçük oğlum arda erhan…


bugün bir öğle vakti  bu uzun yazının başında da birkaçını paylaştığım nesin vakfındaki o çocukların kendileri ve hayatla barışık mutlu yüzünü görünce , çocuklarımla geçirdiğim yıllar geldi geçti gözümün önünden ışık hızıyla…
bazı geceler yanımdaki birilerine evlatlarımı anlattığım rüyalar görüyorum….ve hiç değişmiyor cümlelerim…ben ne ara bu kadar ak saçlı bir adam oldum ve çocuklarım ne ara bu kadar kocaman sakallı adamlar oldular…

şimdi biz artık, umurla ardayla hiç uçak maketleri yap/a/mayacak mıyız…


biri onlu yaşlarının başında diğeri ondan da dört yaş küçük haldeki iki evladımla  balsa ağaçlarla uğraşırken bir maket daha yapmak için, uzaklardan  bir ses  “yemekkkk hazırrrr, herkes sofraya..." demeyecek....


hepimiz o kadar mı büyüdük…

ben o kadar mı yaşlandım…

hayat böyle bir şey mi ???


ne derdi pal sokağı çocukları kitabının sonunda arkadaşlarının lideri yohan boka uğruna savaştıkları ve er nemeçek’in öldüğü arsanın üzerine pat diye  inşaat yapılacağını öğrendiğinde gözünden yaşlar akarak; “bu hayat neyin nesiydi…”


sahi, bu hayat neyin nesi…
( murat örem / 25 ağustos 2016 / ankara…)

22 Ağustos 2016 Pazartesi

kavanozdaki kahve acılaştı turgut uyar...her şeyden hiçbir şey kalmaz oldu ...





lise bitmişti…
yaz geçip gitmişti…


başımda  bin türlü rüzgar esiyordu…
istanbula gidecektim üniversiteli olmak için…


tatilde de  okumuştum yine…
yazacağım zamanlara daha vardı…


yıllar sonra karşıma çıkan biri
“bu işler böyledir, 
kimi yazar yorulur, 
kimi gezer yorulur....”
diyecekti günün birinde…


ben, gezip yorulanlardan olmamıştım hiçbir zaman …
olmayacaktım da…


ömrüm boyunca
okuyup yorulanlardan olmuştum…
yazıp yorulanlardan olmuştum…
düşünüp yorulanlardan olmuştum…
memleketine kahırlanıp yorulanlardan olmuştum…


o yaz tatilinde de elimde  kitaplar vardı…
dergiler gazeteler vardı...
iyi bir okurdum….


yıllar boyunca zehirli oklar misali konuşup
“bunca kitabı okudun da ne oldu” diyelerin
yavan cümlelerini de  duymamıştım daha…



gereksiz dengeler kurma refleksiyle
aynı şeyi söylüyorsunuz diye panikleyen 
şaşkın yüzleri de görmemiştim…


ki  çok  emek vermişti o yüz kendisine  
aynalar paramparça dağılıp kırılmadan önce…


lise bitmişti…
yaz geçip gitmişti…


başımda  bin türlü rüzgar esiyordu…
istanbula gidecektim üniversiteli olmak için…


bir gün gazeteyi açtığımda gördüm o haberi ;
“şair turgut uyar 58 yaşında ölmüştü…”
tarih yine 22 ağustostu….


yıl  taaaa 1985’ti…
ben 17 yaşındaydım…


o zaman kelimeleri seviyordum…
cehaleti sevmiyordum…

bugün
cehaletten ve cahillerden  tiksiniyorum…


kelimeleri ihtimamla çoğaltan şairdi turgut uyar…

en büyük ustalık hep acemi kalabilmek diyebilendi…

her şeyden biraz kalır …diye diye yazandı…


artık ne kaldıysa...
ne kalacaksa...

(murat örem / 22 ağustos 2016 / ankara )
söz / turgut uyar