*"114" ayrı ülkeden günlük ortalama "500" ziyaret !
*her cümle "5846" sayılı yasa korumasında !
*fotolar "ekseriyetle" büyütülebilir !
*sağ alttaki küçük dünya ?

25 Ekim 2015 Pazar

çetin altan’ı da döne döne yazdım ben…akılla yazdım…çetin altan’ın ; “önemli olmak, mesele değil, mesele, değerli olabilmekte….” cümlesinin önünde ceketimin düğmesini ilikleye ilikleye yazdım…



bir telefon geldi dün…
çok telefon geldi dün…

koştur koştur
düşün düşün
emek emek
bir hafta daha biterken,
yorgun gözümün halkalarında
güller gibi fecrolurken nümayan
akşam çökmüştü ankara’ya…

arabanın içindeydim…
pencereden baksam da
dünyanın dışındaydım…

bir kitabın peşindeydim…

yağmur ığıl ığıl yağıyordu…
yağmur ipil ipil yağıyordu…

geçen günler…diyordum…
ömürden…diyordum…
ömür dediğin bir masalmış….diyordum…

derken gün içinde susmayan telefon,  yine çaldı…
ekranda “ UMURum”  yandı söndü yandı söndü…
siyah bağa gözlüklü  çok yakışıklı bir genç adam yüzü belirdi ekranda…
ilk göz ağrım  büyük oğlum umur çınladı eskişehirlerden

açtım telefonu beklediğim  haberi almak için…

telefon konuşmasında her şey 180 saniyenin içine sığdığında  “ hadi bakalım delikanlı, hadi bakalım  oğlum/umurum   bahtın da zihnin de açık olsun… buralarda da oralarda da,  iyilere insanlığın,  hakkıyla kötülere de aklın ,  düşmanlığın ve hesapsız zalimliğin daim olsun ” dedim içinden….

oysa biz eskiden baba oğul kah karşı karşıya  kah telefonlar içinden ne uzun ne uzun konuşurduk da, dakikalar yetmezdi sohbetimizi öğütmeye, şimdi sana söyleyeceklerimi en çok kendi kendime mırıldanıyorum ve ne kadar çabuk  ne içten ne isteyerek susuyorum , bir caz müziği gibi habire sızlıyıp kanıyor senin sesini her duyduğumda gönlüm umur  dedim kendi kendime yine…

 “babanın küçücük bir çocukken döne döne,  ağlaya ağlaya okuduğu o unutulmaz çocuk romanı pal sokağı çocuklarının ömrünün geçtiği budapeştelerde,  erasmuslarda en yüksek notları ala ala,   sinema / tv öğrenciliğine devam etmen de varmış…babana bu güzelliği de yaşatman  varmış  umur ” dedim bir daha kendi kendime…

biterken telefonda 180 saniye  ağır ve çok yorgun bir maden işçisinin ağır aksak   adımlarıyla,  çetin altan yazını göremedim hala dedi umur…

artık siz yazın
babanızın
yaza sile yaza sile
seve sevile
mecali de kalmadı
umudu da kalmadı
hevesi de kalmadı
dedim…
içimden mi , dışımdan mı....

 dedim ama yine de içim rahat durmadı ve kurdum kapanış cümlemi ; oğlum son üç ayda kaç kez değindim çetin altan’a daha yaşarken , blogun içindeki twitter penceresinden de daha yeni paylaştım ölümüyle, bakmıyor musun oralara…iki yıl önce de yine bir temmuz gününde daha yaşarken uzun uzun yazmıştım çetin altan’ı hatırlamıyor musun…

bir şeyler mırıldandı umur…
anladım ki …
gençlerin , umur bile olsalar başka işleri var…
kapattım konuyu…

umur kursaydı böyle bir cümleyi bana; sen konuşurken bir milisaniye  bile susuyorsan, söylediklerine inanmıyorsun, dehlizli yeni cümleler hazırlıyorsun  derdi bıçak gibi cümlelerle ama ben artık çok iyi biliyorum  her şeyi her zaman en doğru haliyle bilecek (!) kadar genç olmadığımı…

bugün de bir cumartesi akşamında, dostların arasına karışmak güneşin sofrasına oturmak için beklerken geçmesini zamanın, telefon yine çaldı…ekranda yana söne yana söne  “miraç…” yazısı belirdi…basamadan yeşil kabul tuşuna sustu telefon…tekrar aradığımda mehmet çıktı telefonda karşıma…uzun uzun anlattı…kıymet vere vere anlattı…kıymet bile bile anlattı…döne döne anlattı…istanbul’u anlattı…kadıköy’ü anlattı…gazetelerden yazılardan anlattı…bir vali olamadım ama yine de sizden çok şey öğrendim dercesine anlattı…dinledim mahcup mahcup…dinledim gururlana gururlana…telefonu eline aldığında miraç,  üzerine bir dağ devrilmiş sesle konuştu…her zamanki nezaketiyle yine de , hocam biraz keyfim yok sesime yansıdıysa kusuruma bakmayın alıştığınız enerjim eksildi galiba  dediğinde,  çocuğum gönlün yazı var kışı var tam da böyle anlarında ara ki ben size destek vereyim becerebildiğimce dedim…

ve mehmet onca güzel cümleden sonra kapatırken telefonu,  hocam blogda çetin altan yazınızı bekliyoruz dedi…mehmet , yazdım ben o yazıları dedim daha çetin altan yaşarken…dedim ama anladım ki , evlat da olsa, evlat kadar yakın da olsa en dikkatli akıllar bile  yeni bir yazı bekliyor…

oysa en çok en yakınımdakiler bilsin ki ;
üç koca yıldır asli işimi asli işlerimi hiç aksatmadan,
yaptığımın en iyisini çok iyisini yaparken
üç koca yıldır başımda ne turnalar ne alıcı kuşlar eserken
son iki yıldır yöneticilik denen basamakları çıkarken ve kimselere ama kimselere,  karar verirken  insanlıkta ne uzak ne yakın dururken,
içinden bambaşka bir arda çıkan başka oğlum ardayla
duvarlar üstümüze üstümüze gelirken bile
hep yazdım hep yazdım hep yazdım ben…

onun da evlatlarına dediği gibi yazıya hiç ihanet etmeden
çetin altan’ı da döne döne yazdım ben…

saygıyla yazdım…
kadirbilirlikle yazdım…
hürmetle yazdım…
akılla yazdım…

çetin altan’ın ;

“önemli olmak,
mesele değil,
mesele,
 değerli olabilmekte….”

cümlesinin önünde 
ceketimin düğmesini ilikleye ilikleye yazdım…

yine yazarım…
elbette yine yazarım…
yalnızca umur ve mehmet okuyacaksa bile 
bir daha yazarım…

ama artık yorgunum biraz…
ama artık yorgunum çok….
bilmem anlatabiliyor muyum…

( murat örem / 25 ekim 2015 / ankara…)



söz / YUNUS EMRE
ya rab bu ne derttir derman bulunmaz
yar bu ne yaradır merhem bulunmaz
benim garip gönlüm aşktan usanmaz
varıp yare gider hiç geri dönmez

aşık olan gönül aşktan usanmaz
ahiret korkusun bir pula saymaz
aşk pazarıdır bu canlar satılır
satarsın bu canı hiç kimse almaz
dönüp de bakmaz

dönüp dönüp sana öğüt verirler
dünya malı ile gözün boyarlar
aşık öldü deyu sâlâ verirler
ölen hayvan olur aşıklar ölmez














18 Ekim 2015 Pazar

“şairler birer birer ölüyor…” diyor bir ses yeni aldığı gömleğine salça bulaşmış da hemen unutacağı tedirginlikle buna üzülmüş gibi yaparak…“şairler birer birer ölmez , tabur tabur , dize dize , dörtlük dörtlük ölür onlar…” diyecek olsan , kim duyacak…



kadın yılların yazarı , kendi çapında bir aurası da var, memleketi kurtardığı (!) bir yazısında dinOzora tutuyor   döne döne dinAzor diyor milyonlarca cahil insan gibi…. yanyana geldiğinizde canımm   diye diye önce dudak dolusu öpüyor  sonra   sen bari bu yanlışı yapma, yakışmıyor deyiverince tatlı tatlı ;  ama sen de güneşli havalarda çok sigara içiyorsun diyor…
bir de üstüne küsüyor…
“la havle ….” çekmenin ilmini yapıyorsun….

biriyle yürüyorsun…
uzun uzun yürüyorsun…
kar yağıyor yürüyorsun…
yağmur tufan oluyor yürüyorsun….
güneş kavuruyor yürüyorsun…
ortalık yıkılıyor yürüyorsun…
ahde vefa deyip yürüyorsun…

“kan var  bütün kelimelerin altında…”
bile bile yürüyorsun…

saçların aklaşıyor  yürüyorsun…
gözlerin kanıyor yürüyorsun…
ellerin çapaklanıyor çivileri tutmaktan ,
sözüm sana değil kendimedir diye diye yürüyorsun…

sonra bir gün  
ölürken hepimiz ;
         aidat toplantıları yapılan apartmanlar arasında
çakır gözleriyle  matbu evraklar kusuyorken  komşular
“ acım var benim , büyük acım var , sizin niye yok, benden bu kadar…”
diye diye yürüyorsun…

bir hafta sonu ateşleri içinde yanıp
kurukuru öksürürken
ve çorbalar yapanların sesleri vururken
tablolu evinin  duvarlarına
hiç lüzumu yokken edilen
densiz cümleler otururken boğazına
patlatırken kara gözlerini boğum boğum
çocukluğunun ekim ayları geliyor gözlerinin önüne…

“şairler birer birer ölüyor…” diyor bir ses yeni aldığı gömleğine salça bulaşmış da hemen unutacağı  tedirginlikle buna üzülmüş gibi yaparak…“şairler birer birer ölmez ,  tabur tabur , dize dize , dörtlük dörtlük ölür onlar…” diyecek olsan , kim duyacak…

uzaktaki okurlar şunu ünleyip yazıyor işgüzarca ;

“son yazılarında
amma çok kendini anlatıyorsun….
amma yavan anlatıyorsun…
amma döne döne anlatıyorsun”

bilmiyor ki…
insan kendini anlatmaz…

insan kendini anlatıyor gibi yaparken
aslında ve yine yalnızca  insanı anlatır…

bilmiyor ki ;
ne demiş horatius
“"quid rides? 
mutato nomine, 
de te fabula narratur."

“ ne gülüyorsun / sırıtıyorsun…
isimleri değiştirirsen  görürsün
anlattığım tam da senin hikayen…”

bilmiyor ki ;
horatius’tan yüzlerce yıl sonra esinlenerek (!)
ne demiş karl marks;

“ dinle…tam da seni anlatıyorum…
senin hikayeni anlatıyorum…”

ve ne demiş willhelm reich  ,
türkçeye de çevrilmiş unutulmaz başyapıtı ;
“ rede an den kleinen mann / dinle küçük adam…” da

"... ben ne kızıl, ne kara, ne de beyazım.
ben hristiyan, yahudi, müslüman, mormon, poligam, homoseksüel, anarşist ya da boksör de değilim.

ben bir kadını/erkeği, onunla evli olduğumu kanıtlayan evlilik cüzdanına sahip olduğum ya da cinsel açlığımı doyurabilmek için değil, gerçekten sevip ona değer verdiğim için kucaklarım.

ben çocukları dövmem, balık tutmam, karaca ya da geyik avlamam.
ama hedefi onikiden vururum.

ben briç oynamam ve öğretilerimi yaygınlaştırmak için partiler vermem. eğer fikirlerim  doğruysa zaten kendiliğinden yaygınlaşacaktır.

eğer benden daha iyi hekim değilse, çalışmalarımı bir tıp yöneticisinin eline bırakmam  ve buluşlarıma kimin hükmedeceğine ya da etmeyeceğine ben karar veririm.

ben yasal kurallara anlamlı oldukları sürece tam olarak uyarım ama aşılmışlarsa ya da anlamsızlarsa onlarla mücadele ederim. (hakime koşma hemen küçük adam, çünkü o da dürüst bir insansa aynı şeyi yapar.)

ben çocukların ve gençlerin bedensel enerji ve aşklarını yaşamalarını ve rahatsız edilmeden tadını çıkarmalarını isterim.

ben insanların doğru dürüst dindar olmak için aşk yaşamlarını yıkacaklarına, bedenlerine ve ruhlarına zarar vereceklerine inanmıyorum.

ben senin 'tanrı' olarak adlandırdığın şeyin gerçekten var olduğunu ama senin düşündüğünden farklı, senin içinde ve dışında, vücudundaki sevgi olarak, dürüstlüğün olarak ve doğayı hissetmen olarak bir kozmik temel enerji olduğunu biliyorum...

... sana şunu söyleyeyim küçük adam; 
içindeki en iyi şeylerin anlamını yitirdin. 
onu boğdun başkalarında, çocuklarında, karında, kocanda, babanda, annende, nerede gördüysen orada onu öldürdün.

sen küçüksün
ve küçük kalmak istiyorsun
küçük adam….”

ne diyordu 90’ların başında gepgenç bir adamken sen,  siyah müzik setinin içinde döne döne dinlediğin güzelim albümünde  banu kırbağ;
“yeryüzünde dostu olsun
gerek insan insana
ah , ben anayım
bu sözümde yerin göğün derdi / ahı var
sulha gelin ey insanlar
yoksa dünya mahvolar…

(murat örem / 18 ekim 2015 / ankara…)