Küçüğü
bile üniversite kapısına gelmiş, büyüğü
çoktan üniversiteli olmuş iki erkek evladın babası olarak bugünden baktığımda
söylemek isterim ki;
Ben,
çok mutlu bir öğrenciydim...
İlkokulun ilk günlerinde “okula gitmek istemiyorum çoban olacağımmm”
diye ağlayıp zırladığımı söyler etrafımdakiler ama muhtemelen tevatürdür :)))
Okul
denen yerlere aşinaydım, küçücük yaşlarımdan
beri...
"Muallimdi"
çünkü annem babam ve en yakın akrabalarımız...
Küçüklüğümden
beri çok girdim okul kapılarından içeri...
Neredeyse,
çocuk
aklımla, her çocuğun anne babasının
muallim olmasının
şart
kipine bağlandığını düşünecek kadar ! kalabalıktı. etrafım
muallim ve muallimelerle....
1970’lerin
başlarındaki köy okullarının sıcaklığını da gördüm ufarak teferekken, efsane Balıkesir
Lisesi ve Galatasaray Lisesi’nin Müze kıvamındaki koridorlarında da yürüdüm...
İnebey
İlkokulu , Susurluk Ortaokulu ve Susurluk Lisesi
bütün
arkadaşlarım gibi zaten benim çöplüğümdü...
Okulumdu...
çok sevdiğim okullarımdı....
Anne babam
ve kuşaktaşları hiç meslek olarak görmediler muallimliği...
Yaşam
biçimleriydi onların muallimlik , muallimelik......
Dolayısıyla
ucundan kıyısından biz evlatlarının da...
Evimizde
mesela, bir kere bile , maaş azlığından yakınılıp
“bu
kadar paraya bu kadar öğretmenlik yapılır..”
cümlesini
kurmadı ne annem ne babam...
Para odaklı ders verdiklerine de hiç şahit
olmadım...
Rica
üzerine ders çalışmaya gelen çocuklar başarılı olduklarında da teşekkür
kıvamında getirilen hediyeleri kibarca
reddettiler...
Hediye
deyince de külliyatlı bir şeye gitmesin aklınız....
Bir
tepsi, bir nevresim takımı , bir kalem seti, porselen vazolar şunlar bunlardı getirilenler...
Türkiye
herkesiyle daha kanaatkar günlerin içindeydi...
Gözleri,
ruhların açlığı bürümemişti....
45
yıl geçti aradan, kendimi bildim bileli evlat olarak çok çatışıp didiştim
babamla, annemle...
Kah
sabun köpüğü oldu didişmelerimiz, kah dumanlar, alevler çıktı ağızlarımızdan...
Şimdilerde
biraz biraz durulduk hepimiz...
Ama
hala severiz bu işi...(!)
Eh,
Allah var , antrenmanlıdır (!) bütün taraflar hala en keskin
didişmelere...
Fakat,
gurur duyarak söylemeliyim ki , idealleri, ideaları, ülküleri, hedefleri olan
öğretmenlerdi annem babam , bir çok yaşıtları gibi...
Mesela
babam , lisenin belki en otoriter , en sert
hatta nemrut görünen ama aynı zamanda en sevilen, en babacan, en sözü dinlenilen, iyi hem de çok iyi öğretmenlerinden, dahası
eğitmenlerindendi...
Büyüdükçe
daha bir iyi anladım ve etrafımdan da çok
duydum ki; 1970’lerin Türkiyesinde köyden gelen
nice öğrencinin elinden tutmuştu, nice fakir öğrencinin yolunu açmaya
çalışmıştı kah akıl vererek, kah tatlı tatlı kulak çekerek , kaşını çatarak kah
da meslektaşlarıyla küçük çaplı insanlık muharebeleri yaparak babam Taşkın
Hoca...
Öğretmenlikte
kalmamıştı ufku,
Eğitmen
de olabilmişti...
İnsanlığı,
zaten bakiydi...
Mesela
çocukluğumun gecelerinden birinde; zili
çalınan kapımızın arkasından iki gözü
iki çeşme Taşkın Hocasının minnetle eline sarılmaya çalışan kocaman bir
adam silueti vardır hala...
Sonradan
söylemişti babam ; lisede iyi bir sporcu olan, fakir ve imkanları çok sınırlı öğrencisinin
tek dersten atılmanın eşiğine geldiği zamanda öğretmenler toplantısında masmavi gözlerini belerte belerte “bu çocukları kazanmak topluma kazandırmak için çırpınmayacaksak biz niye varız”
diye diye etrafıyla kavgalar ettiğini, ve herkesi lisanınca ikna (!) ettiğini...
İşte
gecenin yarısı kapımızı çalan, zamanında
babamın, geleceği kararmasın diye hakkında kavgalar ettiği o genç adamdı...
O
liseli genç, mezun olmuş, diplomasının da sayesinde işe güce girmiş , çoluk
çocuğa karışmış ve bir vesileyle de Taşkın Hocasının vakti zamanındaki
bu çabasını yıllaaar sonra duymuştu...
Duyduğu
gibi de kapımıza dayanmıştı gecenin yarısı demeden...
Minnetle...
Saygıyla...
Hürmetle...
Kadir
kıymet bilme duygusuyla...
dayanmıştı kapımıza...
dayanmıştı kapımıza...
Ben
de yaşadım böyle olayları...
Taşkın
Hocam sağolsun...
Babam
sağolsun...
Netameli
zamanlarıydı Türkiye’nin...
80
darbesinin üzerinden 6-7 yıl geçmişti...
Tam
o günlerde İstanbul’da öğrenciyken ben , gecenin bir vakti çıktığım Şehir
Tiyatrolarının bulunduğu Taksim’den
Feriköy’e
yürürken Harbiye’de bulunan Türk Hava Yolları bürosunun içindeki polis yolumu kesti “dur”
diyerek...
Gecenin
yarısına doğru yolu kesilen biri ne hissederse onu hissettim elbette ben de
gepgenç bir adam olarak...
Durdum...
“Sen”
dedi “Taşkın Hoca”nın oğlu musun
?
Her
şey sürreal bir film karesi gibiydi...
Kafka
hikayeleri
gibiydi...
Gecenin
yarısında sakin sakin yurduna gitmeye çalışan bir genç adamın yolunu “dur”
diyerek polis kesiyordu...
O
genç adam bendim...
Ve
küt diye babamın ismini söylüyordu...
Saliseler
içinde bin türlü şey geçti aklımdan...
Evdekilere
bir şey mi oldu...
Peki
olduysa bu adam nereden bilebilir ? misali...
“Evet,
oğluyum...” dedim geveleyerek....
“Ben
babanın liseden öğrencisiydim” dedi...
Gene
bin türlü şey geçti aklımdan saniyeler içinde...
Tamam,
Taşkın Hoca benim babamdı, öğrencileri onu
çok severdi ama olur ya körün değneği gibi bir de sevmeyen
çıkabilirdi...
Hayat
böyle bir şeydi...(!)
Ve
, şimdi gecenin bir yarısı , bana “dur” diyen, belinde silah da olan kişi , kainattaki babamı sevmeyen o tek bir
kişi olabilirdi...
O
zaman kaderimizi yaşayacaktık karşılıklı ...
“Hadi
bakalım murat..” dedim...
Ben
bunları düşünürken “dur” diyen kişinin yüz
kasları gevşedi saniyeler içinde...Yüzüne de atomu parçalamış bir bilim adamı
huzuru oturdu ve konuşmaya başladı ;
“Ben
babanı çok severim...Şimdi işim gücüm varsa, babanın sayesindedir, ben
lisedeyken çok yuva bir öğrenciydim... -bilmeyenler için not ; yuva kelimesi özellikle egede
hala az çok kullanılır...kural tanımaz ama sevimli bir yanı da olan genç insanlardan böyle bahseder büyükler
biraz sitemle, biraz kızgınlıkla ve sevgiyle..-
Baban
yeri geldiğinde defterleri tatlı tatlı kafamızın üzerinde gezdirerek de(!) olsa, benim gibi çok çocuğun elinden tutmasıydı,
biz kaybolup giderdik...
Ne
okurduk ne okumanın kıymetini bilirdik...
Ne
de iş güç sahibi olurduk...
Taşkın Hocam bir tanedir....
Taşkın Hocam bir tanedir....
Ben, polisim ve hala üniversite de okuyorum” dedi...
Hayati
tehlikeyi atlatmıştım...(!)
Şimdi
atak sırası bana geçmişti ...
Hikaye
mutlu sonla bitmeye adaydı...
Asayiş
berkemaldi...
Gökte
yıldızlar vardı...
Ayın
altında kağnılar gidiyordu...
-
yok yok öyle değildi galiba ; harbiyeden şişliye tek tük arabalar gidiyordu..-
Biraz
ona takılmanın zamanıydı artık...
“Sen, ağabey”
dedim “saatin kaç olduğunu biliyor musun ?”
Cevabı
beklemeden tamamladım ; Taşkın Hocanı sevmeye devam et ama kimsenin
yolunu da durduk yere “dur” diyerek kesme...Sevgiyi göstermenin, soru sormanın
, merakını gidermenin daha güzel yolları var, sen polissin ve birilerine bu
tonda dur dediğinde kimsenin aklına iyi şeyler gelmez pek...daha sakin
yolları dene bundan sonra...
Karşımdaki
gülen yüz soldu, soldu, mahcubiyet içinde haklısın yahu...kaş yapalım derken göz
çıkarıyorduk... dedi...
Psikolojik
üstünlüğü elime geçirdiğim duygusuyla yeni bir atağa hazırlanırken ben, karşıdan kontra
atak geldi...Kolumdan tuttu ve “çay
içmeden gitmek olmaz” cümlesini kurdu karşımdaki kişi...
Kafamda
, daha az önce çıktığım Keşanlı
Ali Destanı oyunundaki Haldun Taner replikleri uçuşurken,
hayat beni kieslovski filmlerinden birinin içine çekmişti sanki...
Bilenler
bilir , kieslovski filmlerinin olmayan
kahramanları
sonsuz
bir hareketsizlik içinde hareketli durarak yaşarlar...
yaşamalarının
tek şansları yaşamıyor gibi yapmalarıdır...
Bu
metodu mu denemeliyim acaba derken kendi kendime, ağzımdan “Ben çayı hiç sevmem” cümleleri çıkıverdi...
Hakikaten
hiç sevmezdim o zamanlar çayı...
Çayı
sevenlere de acıyarak bakardım...
Meğer
insan yaşlanınca çayı bile sevebiliyormuş...(!)
“Sen
benim çayımı içersen, seversin”
dedi...
Şimdi
artık galaksi değiştirerek ertem eğilmez filmleri aşamasına
geçmiştik...
Taşkın
Hocamın kızdığı zamanlarda çok söylediğine şahit olduğum için benim de
kullandığım “ la havle vela kuvvete...” cümlesi geçti zihnimden...
“sen
benim, senin çayını seveceğimi nereden
biliyorsun...
Senin
taşkın hocanı çok seviyor olman benim de senin çayını sevmemin mütemmim cüzü mü
oluyor ?
artık
beni kendi halime bırak...
bak
tiyatro oyunundaki izmarit nuriyle, şerife bacıyla , keşanlı aliyle kafam çok meşgulken yolumu
kestin, dur diye haykırdın, taşkın hocandan bahsettin ve tüm bunlar yetmiyormuş
gibi senin çayını seveceğimden emin olduğunu söyledin...
ve
elin hala kolumu tutuyor...
beni
bırak yoksa polis çağıracağım ...”
dedim..
“Efendim anlamadım, ben zaten polisim, sen
niye polis çağıracaksın” dedi...
Artık
yerçekimsiz bir dilde konuşuyorduk...
Matineler
suareler bitmişti....
Gülüyorduk....
Gülüyorduk....
“ Bildiğim tek şey Taşkın Hocanın
öğrencisi olduğun...Onu çok sevdiğin...Taşkın Hocanın benim de bin yıllık babam
olduğu..Bütün bunları seninle saniyeler içinde çok gerçeküstü biçimde paylaştık...Artık
yoruldum ve sıkıldım...Vazife ve selahiyetler kanununa aykırı davranmak , sana
saygısızlık yapmak istemem...ama beni ilgilendiren işin yalnızca bu kısmı...ve
ben gidiyorum...”
dedim...
Cebimden
sigara çıkarmaya çalışıyordum bir taraftan da...
İstanbul’un
bahar akşamlarından biriydi...
Koştu
gitti içeriden bir sigara paketi aldı...
Sigaraları
yaktık...
İkimiz
de daha bir gülmeye başlamıştık...
“insan
gurbetteyken böyle oluyor işte” dedi...
İstanbul
ne zamandan beri gurbet olmuştu...
Bir
daha içeri gitmeye hazırlanırken başıma geleceği tahmin ederek “yahu
abicim kaç kere söyleyeceğim ben çay sevmem hatta nefret ederim ” dedim...
“Benim
çayımı bir iç seversin...” dedi...
“Ah
benim sarkık bıyıkları altından gülen halkım...”
dedim..
Ve
keskin bir hamleyle “iyi nöbetler” diyerek yürümeye koyuldum...
Çay
içerde kaynıyordu ve paçayı kurtarmıştım...
Arkamdan
hala seslendiğinde şunları diyordu ; “ biliyor
musun senin Taşkın Hocamın oğlu olduğunu nereden anladım...çünkü yürüyüşünüz
birbirinin tıpatıp aynısı...”
Hani,
çocukluktan beri yürüyüşüm , çatık kaşım,
hızla aklaşan saçlarım dahil anne tarafıma çok benzetilmiştim ama bu pek nadir
bir durumdu...
Ayrıca
yürüyüşümle de Taşkın Hocaya benzetilmek çok da gurur
vermişti...
Feriköy
Öğrenci yurdunun bulunduğu sokağa saptım...
10
dakikalık daha yolum vardı...
Uzaklarda,
çok özlediklerim vardı...
Cebimde
her zaman olduğu gibi param vardı...
Aklımda
bunuelin,
tarkovskinin , bergmanın filmleri vardı...
Yürüye
yürüye yurdun kapısına varmak üzereyken Haldun Dormen Tiyatrosunun önünde
bir bimekan
(evsiz) kesti yolumu , efendice...
Kafam
kıyak ver bir cıgara dedi...
Benim
kafam senden daha az kıyak değil, çekil önümden
dedim...
Biz
eskiden böyle kaba muamele görmezdik, ah eski İstanbul
dedi...
Kenara
çekildi, oturdu, ağlamaya başladı...
Kısa
bir şaşkınlığın ardından yanına gittim, süt dökmüş kediler gibi eğildim, bir zamanların efsane
sigarası pembe beyaz maltepe paketini cebimden
çıkardım...
Daha
o zamanlar özür dilemenin erdem olduğunu bilecek kadar büyümediğim için
geveleyerek “bu sende kalabilir” diyerek paketi uzattım...
“Ben
dilenci değilim beyefendi..” dedi kibarca..
iki
dal sigara çıkardı paketten ve kalanını bana geri uzattı...
Hikaye
sürüyordu...
Sürrealizm
sürüyordu...
Yeni
Dalga sineması sürüyordu...
Fakat
ortada cast ( film çekim sırası) yoktu...
Hatta
belki kasıt da yoktu...
“Ben
bu gece beyefendi değilim...ionesco oyunlarının karakteri misali absürd bir
hikayenin içine düşmüş yorgun jönüyüm...gergedanıyım...
reca
ederimm...alınız...alınganlık yapmayınız...
birazdan
kimin sahne alacağı belli olmaz bu gidişle ....dedim...
10
adım daha atarak yurdun kapısından içeri girdim...
Gece
bekçisi Selami camdan 3 mektup sallıyordu bana...
Gündüzden
bana gelen üç mektup, Selami’ye verilecek en az üç dal sigara ve ısmarlanması
gereken üç bardak neskahvesi (!) daha demekti...
Bununla
da bitmedi ;
Selami
pokerde eli artıran babyfaceler gibi daha kallavi sırıtarak bu da sana gelen kargo bak
kenarda duruyor dedi...
Artık
kesindi...
Pembe
beyaz maltepe paketiyle hemen o anda
vedalaşıp selami'ye hediye etmek yetmeyecek , bir de yarın Selami’ye ekistıradan uzun deve (CAMEL) sigarası bulunacaktı...
Marifet
iltifata tabiydi...
Asurlulardan
, Hititlerden hatta hatta İnkalardan beri
değişmemişti
bu kural...
Üç
katı ışık hızıyla çıkıp yatağına girdiğinde kabuslu gün bitmiş olacak murat dedim
kendi kendime...
Odaya
girdim ...
Gökhan , kötü
gitarıyla Bulutsuzluk Özlemi şarkıları çalıp söylediğini sanıyordu her
zamanki gibi...İyi çocuktu ama bombok sesi vardı..
Erol
yatağında
yoktu , odalardan birinde anahtarı kaybolmuş asma kilidi elindeki telle her
zaman yaptığı gibi tık diye açmanın arifesindeydi...anahtarını kaybeden herkes Erol'u bulurdu dolabını açtırmak için...Bu yeteneği sayesinde dört yılda dört paket sigara parası
vermemişti Erol...İyi bir mimarlık öğrencisiydi ve yıllar sonra
karşılaştığımızda 2600 beygirlik gemi yavrusu kılıklı arabasının camından bana
ilk cümlesi şu olacaktı “ hocam sana hep dedim ; açılmayacak kilit
yoktur...”
Emin,
gazeteyi yalnızca borsa haberlerini takip etmek için alırdı ve yine yatağının
içinde otaş, lotaş, lüpaş , löpaş , mutaşşş hisselerine bakıyordu
cıklayarak...
Aytekin , adı
huysuza çıkmış Aytekin , “murat hocam patlat bi türkü”
diyordu...Patlatacam ama herhalde bu türkü olmayacak Aytekin diyordum...
Yusuf, tek
bir gömleğini yıkıyordu leğenin içinde...Tek bir gömlekle sene değil ay bile
kaybetmeden uçak mühendisliğini
bitirecek dünyanın sayılı üniversitelerinden birinde dekan olacak ve ömrü boyunca tek renk gömlek giyecekti, ta ki bir uçak kazasında yeni zelandanın
üzerinde ölene dek...
Bülent , o
güzel kirpikli kara eşek gözlü çocuk uyuyordu her zamanki gibi sakin sakin...Aradan
üç yıl geçtikten sonra sonsuza dek uykuya dalacağını
hiçbirimiz bilmiyorduk daha...
Hızla
soyunup mavi basma desenli yurtkur yorganının altına girmem için
saniyeler kalmıştı...
ki.....
Hışımla
girdi içeri Yavuz...
“
yahu murat nerdesin , tüm arkadaşlar bütün gece kafa
patlatmışlar , yurt temsilciliği için senin ortak aday olmanda karar kılmışlar
, sen de itiraz falan etmeyecekmişsin ... ” dedi...
Tam,
arkadaşlarının,
arkadaşların ve dahi arkadaşlarımın hepsine selam söyle benim yeni delhi’den
akrabalarım gelmiş....boğazdan ev almışlar artık orada yaşayacağım..its not my
pırablım ...ayrıca pekin’deki amcam da dün gece itibariyle astronot olarak
taklamakan çölüne uçmuş :))) benden ortak aday falan olmaz...
beni
bende aramayın ben bende değilim yiğidim...”
cümlesini
kuruyordum ki bu kez kapıda Ercan
belirdi ve şunları dedi ;
“murat
sen sevmezsin çayı ama
ben demleyince başka olur, içeceksin ”
ben demleyince başka olur, içeceksin ”
anlaşılan
fragman bitmiş film yeni başlıyordu...
bu
kadarı fazlaydı artık...
yapılacak
tek şey vardı...
“
hepiniz
bi S...R olun gidin...
benden
size yar olmaz...
olsa
vefakar olmaz.” demek...
yapamadım...
çünkü;
taşkın
hocam durduk yerde argo konuşanı sevmezdi...
müjgan
hocanım hiç sevmezdi...
onlar iyi öğretmenlerdi...
hakiki
muallimlerdi...
bizi
de böyle yetiştirmişlerdi...
laf
aramızda o zamanlar ben de argoyu pek sevmezdim...
ama
edebiyatı severdim...
şimdi hem edebiyatı seviyorum hem de argoyu...
bir
de anıları seviyorum...
ama
edebiyatın da
anıların da hakikisi olacak...
anıların da hakikisi olacak...
iyisi
olacak...
muallim ve muallime güzelleri
taşkın hocalı, müjgan hocalısı olacak...
taşkın hocalı, müjgan hocalısı olacak...
öyle
işte...
(
murat örem / 26 eylül 2013 / ankara....)
Taşkın Hocama ve eşine sevgilerimle, Saygılarımla....
YanıtlaSilDeğerli Zekialp;
YanıtlaSilyedigünyazılarından da size sevgi ve saygılarımla...
yeni yazılarda , yorumlarda görüşmek umuduyla...
murat örem....
Allah Taşkın hocaya gani gani rahmet eylesin. Hoş sedalar bırakmış ardında
YanıtlaSil😢
Amin biraderim....
Silbaki kalan bu kubbede bir hoş sada ve insanlıklar işte...
murat....
Yazı : Pek keyifli , bi solukluk :-)
YanıtlaSilMaruzat : naiv ?
Hitam : Esenlikler ...