*"114" ayrı ülkeden günlük ortalama "500" ziyaret !
*her cümle "5846" sayılı yasa korumasında !
*fotolar "ekseriyetle" büyütülebilir !
*sağ alttaki küçük dünya ?

30 Eylül 2013 Pazartesi

nursever tuna ; o benim "sınıf öğretmenim" değil "ilkokul öğretmenimdi..." ve ben mutlu bir öğrenciydim...



Bir önceki yazıda “mutlu bir öğrenci olduğumu dile getirmemi ” yadırgayanlar olmuş ....

Haklarıdır...
Bu duyguyu yaşa(ya)mayanlardan farklı bir tepki  bekleyemeyiz...
Bunun bin türlü nedeni olabilir...
Fakat,  anne baba teyze amca hala dayı...olmuş bu kadar çok insan öğrencilik günleriyle ilgili olumsuzlukları daha çok hatırlıyorsa  yapısal bir mesele var demektir ....

Bu mesele bugüne özgü değildir ve onlarca yıllıktır...

Bu gerçeği bilerek bir kez daha söylemek  isterim ki  ;

“evet, ben mutlu bir öğrenciydim...

derslere ve  içeriklerine ,
konuların anlamsızlığına ,
okulların donanımsızlığına
işgüzar öğretmenlerin kaprislerine
mazrufa değil de zarfa bakan ritüellere
şuna buna ötekine berikine....
daha onlarca şeye,
bütün eğitim hayatım boyunca
 akıl ve ağız dolusu itiraz etsem de ,
ben mutlu bir öğrenciydim...”

Çünkü hakkıyla eğitimci bir ailenin evladı olmanın yanında , tarifsiz  büyük şansım da ilkokulda Nursever Öğretmenin öğrencisi olmamdı...

Nursever Tuna
benim ve onlarca arkadaşımın
ilkokul öğretmeniydi...

Şimdilerde ilkokul öğretmenine  sınıf öğretmeni mi deniyor...

Ama Nursever Tuna benim ilkokul öğretmenimdi...
Ve elli kere adı değişse bile ,
hiçbir tanımın
‘ilkokul öğretmenim’  tamlamasındaki güzelliğin
yerine geçeceğine inanmıyorum...

Bırakın bizim kuşağı , sonraki  kuşakları , aralarında yalnızca  4 yaş olan ve 1990’larda doğan iki evladım bile farklı eğitim sistemleriyle okudular bu ülkede...

Birinin başında oks sallanırken  diğeri sbs piyangosunu çekti mesala en basitinden... 

Aradan geçen 30-40 yılda eğitim öğretimle ilgili her şeyin kendi  de adı da öyle çok değişti ve değiştirildi ki hiçbirimiz yetişemez olduk...

Oysa, bu işler hiç de bu kadar karmaşık değil...
Olmamalı...

Neyse ;
Olan biteni algılamaya çalışsak da takvim işliyor...
Üniversiteler dahil yeni bir eğitim yılı başladı....
Aradan haftalar bile geçti gitti...
Okullar, kayıtlar , öğretmenler , sınıflar belirlendi...
Ders programları üç aşağı beş yukarı oturdu..
Çocuklarımızın lüksü ve çilesi olan okul servisleri düzene girdi...

Aslında, okulların açılması anne babalar için de anılar yolculuğunun kapısıdır...Hiç olmazsa ilk günlerde çocuğunun elinden tutarak okula götürenler  bile kendi çocukluklarına dönmenin hengamesini yaşarlar az ya da çok...

Ben de iki evlat yetiştirirken Nursever Öğretmenimi  hep hatırladım...
Hatırlarım...

Hala da , Nursever Öğretmenimin sesini duymak , Hakkı Hocamla birlikte esenlikte olduğunu bilmek , kendisiyle sohbetler etmek ve bir araya gelip ayrılırken de mutlaka ama mutlaka sevgiyle saygıyla elini öpmek  huzur verir bana...

Bilenler bilir ; aslında el öpmeyi hiç sevmem...
Etraftaki çocukların bakışlarından çıkardığım kadarıyla ve kendime hiççç konduramasam da (!) el öptürecek yaşa da geldim ama el öptürmeyi  de hiç mi hiç sevmem ve beceremem...

Umur ve Arda hariç...
Onlar sakallı bıyıklı kazık kadar adam olmuşlardır
Evlatlarımdırlar  ve kendiliklerinden elimi öperler...
Hem de hakkıyla öperler...
Bu aslında tarifsiz bir sevgi bağıdır aramızda...
Çoğu zaman bunu tatlı bir şımarıklıkla yaparlar ve daha da hoşuna gider bu ritüel hepimizin...

El öpmeyi öptürmeyi hiç sevmem fakat buna rağmen hayatımdaki ikamesiz ve yeri doldurulamayacak insanların elini öpmüşümdür , öperim...

Hem de öyle nazlı nazlı eli çenesine götürüp öpüyormuş gibi yapan edalı gelinler (!) gibi değil , sevgiyle saygıyla  şap şap öperim ve bir de alnıma götürüp tamamlarım ritüeli...

Bu şap şap öpme meselesi de ayrı bir alemdir...
Çocuklarımı da yanaklarından öyle şap şap öpmüşlüğüm çoktur...
Hoş, hala da öyle öperim ya...
Hatta bir keresinde Arda’nın anaokul öğretmeninden ikaz(!) almışlığım da vardır bu şap şap öpme meselesinde...

Hadise şu;
Arda bir gün kıpkırmızı yanakla okula gittiğinde anaokulu öğretmeni sorar ne bu hal  diye ? Arda , babam beni ısırarak öptü der...Yıllar önce Umur’un da öğretmeni olan hanım aramızdaki aile dostluğuna da binaen bir yazı yazar Arda’nın defterine ve babana mutlaka okut der ;

Lütfen oğlumuzu / oğlunuzu  daha kibar öpünüz  yazmıştır hocanım bana hitaben...

Arda yazıyı bana okutur...
Getir oğlum bir kalem derim ...

Büyük bir mutlulukla yazarım birkaç cümleyi ;

“Bir babanın evlatlarını sevgiyle şap şap ısırarak öpmesi, hiç mi hiç öpmemesinden , çocuklarını gözünün görmemesinden, bin kat evladır...
bunu böyle bilmekte büyük yarar vardır...
Arzederim Hocanım...”

Arda’ya sorar ; sen şikayetçi misin bu işten ?
Niye şikayetçi olayım öğretmenim babam o benim,öpmezse üzülürüm  
 der , Arda...

Tatlı tatlı pes eder hocanım...
Babana söyle hem haklıdır hem de hakkıdır  der...

Gökten üç elma düşer...
Parantez kapanır...

Hasılı kelam ;
Nursever Öğretmen de , anne babam dışında , elini  büyük saygıyla öptüğüm çok az sayıdaki insanlardandır...

İlkokulun başlangıcında  bir iki gün gecikmeli şekilde öğrencisi oldum Nursever Öğretmenin...Rivayete göre (!)  “okumak istemiyorum, okula gitmek istemiyorum, çoban olmak istiyorum..” diye diye bahçede geçirmek istediğim  zamanların sonuna gelmiştik...

Okul güzeldi...

Kantinden ıvır zıvır almak da güzeldi...

Ama sınıfa girmek gereksizdi...

O zaman tanıdım Nursever Öğretmenimi...

Sakin, huzurlu , tane tane konuşarak anlatıyordu...

Sen gel aramıza katıl, sevmezsen yeniden konuşuruz diyordu...

Okula “seni uzaktan sevmek aşkların en güzeli” duygusuyla bağlı olduğum (!) ilk günlerden birinde, o zamanların Türkiyesinde hakikaten bulunmaz hint kumaşı olan pilli trenimi de getirmiştim...

Kendi kendine gidiyor, çarptığı yerden geri dönüyor ve kendine yeni bir yol açıyor ve tüm  bunları yaparken de bacasından kokulu dumanlar çıkarıyor, düdüğünü öttürüyor ,  ışığını yakıyordu pilli trenim...

Bugünün şartlarında bir çocuğun 126(!) çekirdek işlemcili bilmemne phonelere sahip olmasından daha manidardı benim o zamanlar öyle bir trene sahip olmam...

Taşkın Hoca, bir Ankara ziyaretimizde , sırf ben mutlu olayım diye,  tabiri tam caiz olacak eşşek yüküyle para vermişti Amerikan Pazarındaki satıcıya  muhtemelen şimdiki çocukların teknolojik olarak yüzüne bile bakmayacağı o pilli tren için...

Vakti zamanında o trene eşşek yüküyle para saymakla elbette kurtulamadı Taşkın Hoca mesuliyetten...

Ben büyüyene kadar,  zamanın japon yapıştırıcıları olan  iki renkli 404’lerle çok tamir etti o treni, dolma kadar pilma pillere de çokkk para verdi  Taşkın Hoca...

Eh, bir oyuncağı satın almakla bitmez ki babaların vazifesi...

Ömür boyu “tamir ve kullanım garantisi “ de vermeniz gerekir babaların haslarındansanız en ıvır zıvır oyuncaklar için bile...

Allah var , Taşkın Hoca hep o gruptan olmuştur...

Ah babalar , ah evlatlar...

Sonra ben büyüdüm baba oldum...
Bu kez ben eşşek yüküyle saçtım paraları kitaplara, kinderlere, actionmanlere, nba figürlerine, model uçaklara, maketlere, legolara...

Muhtemelen o paralarla görmemişler misali şehrin ortasında hırlayarak giden hatırlı bir crossover alırdık...

Laf aramızda hiç de pişman değilim bu paraları savurmuş olmaktan...

Nursever Öğretmenimin işte o günlerin Türkiyesinde beş yıl boyunca  öğrencisi oldum ben...1. sınıftan 5. sınıfın sonuna kadar  hepimize seslenirken “Yavrum / evladım ” diye başladı  hep cümlesine...

Kızdığı , yadırgadığı anlarda bile  dinlemeyi , anlamayı , kıymet vermeyi seçti...

Biz 5. sınıftayken ,  günlerden bir gün , okuduğum kitapların,  içinde olduğum demokratik aile yapısının ve itaat yerine itiraz eden arızalı(!)aykırı kişiliğimin de etkisiyle derse giren müfettişe çocuk aklımla dan dun cümleler kurduğumda hatta eğitim sistemimizle ilgili hesap sorduğumda (!)  bile kendini düşünerek sözümü kesmedi Nursever Öğretmen...

Ama  aynı müfettişin bu çocuğun ailesi kim sorularına gelince sıra,  bir vesileyle yumuşak biçimde oturttu beni yerime...

Muhtemelen ben biraz daha dan dun konuşunca işin rengi değişecekti...Öğretmen çocuğu olduğumu iyice  öğrenseydi o müfettiş bu kez  ucu açık  yeni bir  teftişli serüven bekliyor olabilecekti  belki de hepimizi...

- ah türkiye , tarihin tekerrür ettiği , farklı söze tahammülün , birey olmanın kıymetinin bilinmediği , olan bitene yorum yapmanın kişilere hakaret etmekle bir tutulduğu  ülkem benim...-

Böyle de yürekli bir tarafı oldu hep Nursever Öğretmenin...

Bir de artık anne babam da dahil o güzel atlara binip giden kuşağın öğretmenlerinden olduğu için  öğrencilerinde beğendiği davranışları gördüğünde bile abartıyla dile getirmekten  bizleri  peşin peşin övmekten hep kaçındı...

Yanlış gördüğü konularda çok daha katı ve acımasız oldu ama Nursever Öğretmen...

Mesela , bir arkadaşının parasını çaldığını gördüğü öğrencisine bakarken gözlerinden alevler fışkırdı...

Çocukların olur olmaz  şımartılmaları yerine
öncelikle eksiklerinin  hatırlatılması gerektiğine inanılan
ve  bugün anlıyoruz ki diğerine göre çok daha doğru olan  
maalesef Kaf  Dağının ardında  kalmış
o kendini daha bir bilen Türkiye’nin
güzel öğretmenlerindendi Nursever Tuna da...

Mevsimlerden kışsa, sıralar arasında dolaşırken üşüyen ellerin sahiplerini sobanın yanına gönderirdi hissetirmeden...

Abartıdan hiç hoşlanmadı, masum yalanlara bile asla müsaade etmedi “Yalanın dibi deliktir”  gerçeğini hikayelerle nakşetti zihinlere...

“Yalancı Çoban Hikayesini”  kimbilir kaç kez anlatmıştı bıkıp usanmadan bizlere...

Şimdilerde çocuklarımız hayatı drama yoluyla öğreniyor diye diye tomarla paralar döküyor  ya veliler,   Nursever  Öğretmenin öğrencileri olan bizler  35 yıl öncesinden  yaşamışız  bunu  zaten.…

Her pazartesi, ütülenmiş mendilleri, yakaları ve elleri kontrol eder, bakımını ihmal edenlerin gözlerinin içine bakardı sitemkar biçimde...

Mutlaka bağırıp çağırdığı da olmuştur ama hatırlanacak kadar değilmiş demek ki...

Nursever  Öğretmen’in tüm öğrencileri derslerinde çok başarılı değildi  ama şurası kesin ki  hemen hepimiz çok mutluyduk..
ben de  çok mutluydum...

Bir ilkokul öğretmeninin en temel görevi de bu değil midir zaten...
Öğrencilerinin koşa koşa okula gelmesini başarmak değil midir ?

Hırslı öğrenciler de vardı aramızda benim gibi aklına güvenip gamsızlık yapanlar ve  bin yıldır dolamayan(!)  havuz problemlerine kafa yormak yerine leblebi yer gibi kitap okuyanlar da...

Herkes farklı yanıyla özeldi Nursever Öğretmen  için...

Şimdilerde “Çoklu Zeka Kuramı” üzerine çoğu üfürme olan sayfalarca yazıyla, onlarca kitapla karşılaşıyoruz ya, tam da doğrusunu  yaparmış  Nursever  Öğretmen yine 35 yıl  öncesinden....

Nursever Öğretmenimiz çok şey öğretti öğrencilerine içlerinde okuma yazma, sayılar, paylaşmak  ve  halden anlamak da olan....

Öğrencilerinin büyük çoğunluğu çoluk çocuk sahibi ve ne demekse öne çıkan mesleklerin sahibi bugün,   benim gibi lafı bitmeyenler de dahil...

Birkaç ay önce “küt” diye aramızdan ayrılan Şücai’nin de öğretmeniydi Nursever Öğretmen ;  insan denen canlı türünün en gizemli organları üzerinde kafa patlatırken ahde vefayı acaba unuttu mu ? diye aklımıza takılan az sayıdaki başkalarının da ....

Sayıları çok az olan bazıları ‘bugün hava bulutlu’ der gibi sıradan cümlelerle söz etseler de Nursever Öğretmenlerinden, çok  büyük çoğunluğumuz artık ellili yaşlara giderken bile, zamanında küçücük çocuklar olarak  onun öğrencisi olduğumuz  günlerin  hayatımızın en büyük hediyelerinden biri olduğunu unutmadık...

Ben mesela hiç unutmadım...

Yeni bir eğitim yılının daha ilk günlerinde kaldırın başınızı;
hala bin bir farklı imkan(sızlıklar)  içinde küçücük çocuklara kutup yıldızı olmaya çabalayan  elleri öpülesi ne çok Nursever Öğretmen göreceksiniz...

Galiba iş,  görmekten daha çok görmeyi bilebilmekte...
Bunu istemekte...

( murat örem / 30 eylül 2013 / ankara...) 

meraklısı için ;   yazının başında atıf  yapılan bir önceki " taşkın hoca...."   yazısı... 
http://yedigunyazilari.blogspot.com.tr/2013/09/taskn-hoca-sart-kipine-bagl-uzun-ve.html


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder