*"114" ayrı ülkeden günlük ortalama "500" ziyaret !
*her cümle "5846" sayılı yasa korumasında !
*fotolar "ekseriyetle" büyütülebilir !
*sağ alttaki küçük dünya ?

31 Aralık 2019 Salı

SUSURLUK lisesinde dersteydim...bayrak merasimine dakikalar vardı...son derste ahmet aydoğdu notalardan bahsediyordu do-re -mi-fa-sol diye... günlerden cuma'ydı...tarih 31 aralık 1982...



bazen, bu fil hafızamdan korkuyorum...
kendimden korkuyorum...
kare kare her şeyi hatırlayan 
zihnimden korkuyorum...


iki gece önde yattığım yerden 
sabahın 5'inde eski yılbaşıları düşünürken
"lise 1'deydin murat örem , 4 / D'deydin
1982 yılbaşı  cuma gününe rastlamıştı
son derste ahmet aydoğdu  
do re mi fa sol ...notalardan bahsediyordu..."
diye  içimden konuşurken yakaladım kendimi...


sonra  sabah kalktım eski takvime baktım internetten
1982 yılının 31 aralık'ı hakikaten cuma'ydı...
o kadar net hatırlıyordum ki yine her şeyi...
14 yaşımdaydım 1982'de...


her yılbaşını hatırlıyordum...
her bayramı...
her yolculuğu her kavuşmayı...
her ayrılığı...
her yılı
83'ü...84'ü...89'u...
1995'i... 99'u...2000'i..

ve sonrasını....
her bir yılı...
hatırlıyordum...


necip fazıl;  bir adam yaratmak isimli oyununda
başrol karakteri hüsrev'i konuşturur akıllı akıllı, deli deli...

hüsrev oyunun bir yerinde büyük acı çekerek şöyle haykırır
"bıktım artık kendi zihnimden...
herkes unutkanlığından yakınıp,  hatırlamak ister
ben hatırlayan yanımdan kurtulup 
unutmak istiyorum artık...
unutmak istiyorummm" 


ben hüsrev gibi isyan etmiyorum bu halime...
arada korksam da zihnimden, hoşuma da gidiyor
düne dair her şeyi aynı berraklıkta hatırlamak...


ama yine de tedirgin edici bir yanı var bu halin.
dostları da düşmanları da 
bin yıl geçse de unutmamak 
dostlukları da düşmanlıkları da 
asla unutmamak...
bir yük...bir yorgunluk...
ve büyük bir çentik zihinde....


her temasta her bağda
affetmek , hoşgörmek , iyimser bakmak 
seçeneklerini devreye soksam da
arka planda  asla U NUT MA MAK ! 


benim bir dostum vardı , pırıl pırıl bir zekaydı...
kelimeleri isterse trigonometri formülü gibi kullanırdı... 
yıllar geçtikçe apayrı yolların rüzgarı olduk onunla...



asla şeffaf olmayan ve bir buzlu cama benzeyen  gölgenin arkasından baka baka hayata,  eski cevvalliği hiç kalmasa da ve yıllardır görmesem de , o geçmiş günlerimizde bana hep şöyle derdi ; "yahu senin zihnin, 2, 4, 8, 16 , 32 değil , sanki  264 çekirdekli işlemci gibi...arka planda kaç program çalışıyor zihninde, inan sen bile farkında değilsin ..."


gülerdik karşılıklı, bu cümleye...
sigaralar yakardık karşılıklı...
övüyor gibi yapıp sövüyorsun derdim...
hiçbiri değil, gördüğümü söylüyorum derdi cevap olarak...


bir gün duydum ki , çekmiş gitmiş uzaklara...bir kart göndermişti en son, üzerinde  kendi çizgileriyle yüzü şemsiyeye benzeyen bir çocuk asılıydı kartın...posta mühründe de silinmiş harfler vardı...okumadım bile mührün üstündeki harfleri...gitmeyi seçmişti...



böyledir bu işler, 
gidene, kal denmez,
gelene de, git denmez...


ama ben derim...
gelene,  git, artık istemiyorum demişliğim pek çoktur...
gidene kal, istiyorum demişliğim de olmuştur belki... 
ama ikinci şık, devede kulaktır....


ben size 1982 yılbaşını anlatacaktım değil mi...
susurluk lisesi'nde 4 / D sınıfı öğrencisiydim...
5 fen c'lere, 6 mat / b'lere 
istanbul siyasallara vardı daha... 
.


son dersteydik...
birazdan bayrak merasimi vardı...
günlerden cuma'ydı...
ve tarih 31 aralık 1982...
ahmet aydoğdu, kulakları çınlasın
elinde mandolini,  do re mi fa sol...diye anlatıyordu sakince...


birazdan eve gidecektim...
gün akşama dönecekti , herkes birarada olacaktı.
kalabalık bir aile sofrasında  yeni yıla girecektim...

annem de teyzem de 
emek emek hazırlamışlardı yine çok şeyi...


babalar da yapmıştı üzerlerine düşeni 
yiyecek içeçeği torba torba taşıyarak...

biz çocuklar da biraradaydık...
kendini genç sanan çocuklardık...
ya da kendini çocuk sanan gençler...


mehmet selahi örem dedem 
yılbaşı gecesinin ve masanın en büyüğüydü...
koskocamaaan dedemdi işte...

şimdi bakıyorum da yalnızca 63 yaşındaymış...
19 mayıs 1919 doğumluydu dedem...
1921'li babaannem,  dedemin arkasından ikinci büyüktü...


şimdi şu 50 küsur yaşındaki halime bakıyorum da
ne kadar şaşırıyorum...

eniştem teyzem , babam annem...
hiçbiri 40 yaşında bile değilmiş daha ...!!!

ne kadar büyük görünürlerdi bize...
ne kadar olgun ne kadar halden anlayan
ne kadar fedakar ve ne kadar oturaklıydılar..
kerli ferli öğretmenlerdi...


akhisardan gelen dayım yengem 30'un en başıymış...


dayı nedir, 
bilir misiniz çocuklukta ...?

dayı, kocaman bir ağaçtır, 
dalları kolları güçlü ulu bir ağaçtır...
güneşin her şeyi kavurduğu  zamanlarda
hayatının hiçbir zamanında sığınmasan bile
gölgesine teklifsiz sığınabileceğini düşünmenin bile 
tarifsiz huzur verdiği kocaman bir ağaçtır...


işte böyle bir yılbaşıydı 1982...
kocaman bir masanın etrafında 
7'den 70'e birarada olabilmenin mutluluğuydu.


hiçbir aşırılığa kaçmadan
adabıyla yiyip içmenin sade güzelliğiydi...

teyzenin sarmalarını annenin yılbaşı yemeklerini
kaygısızca mideye indirirken 
büyüklerin sohbetlerine kulak kesilmekti...
arada boyundan büyük laflar edebilmenin özgürlüğüydü...


tombala vakti geldiğinde
taşkın hoca'nın gür sesiyle
rammmpapa 90 cümlesini duymaktı...
altmıııış....diyip soluğunu tuttuğunda taşkın hoca
arkadan gelen rakamı sakince :)) beklemekti...


hepsi geldi geçti....
ne dedem kaldı...
ne babaannem..
ne eniştem...
ne babam...
ne teyzem...

                    şükür ki o kuşaktan
              annem başımızda ...yanımızda...

hepsi geldi geçti...
ama hepsi çok güzel geldi geçti....
çok nezih geldi geçti...


1982'den sonra da çok oturdum kalabalık sofralara ne mutlu ki...
büyüklerin arasında,  yıllarca küçüklerden oldum...
30 kişilik aile eş dost sofralarında da oturdum...
ailemin en büyüklerini de ağırladım, evimin sofralarında ... 


küçücük çocuklarıma torbalardan sayılar çekerken
kartelalarına da baktım çaktırmadan, 
şike de yaptım :)) 
TOMBALAAA diye bağırmaları için :)))


taşkın hoca okurken numaraları
annem müjgan hocanım 
ailenin  en yakışıklısı ve şimdilerde mehmetçik olan
büyük oğlum umur'un küçücük zamanlarında,
beklediği tombala sayısının 55 olduğunu görünce
"taşkıncım, hani yıllar önce samsun'a gitmiştik..." 
diye sufle verdiğinde,
dünyanın en zeki babası taşkın hocamın dalgınlığıyla
"müjganım şimdi samsun gezisini konuşmanın sırası mı"
cevabına kahkahalarla gülüp, 
"yahu hocam & babam tam da sırası" diye
kaş göz ede ede müdahale de ettim :)))


sonra yıllar geçti , 
bu kez küçüklerin arasında büyük oldum...

size bir şey söyleyeyim mi, 
bunca yazıyı gecenin üçünde takır takır yazıyorsam
her bir anı, her bir cümleyi  kare kare hatırlıyorsam
unutulmaz anıların güzelliğindendir...
o büyük sofraların görgüsündendir...


ne diyordu sait faik, güzelim son kuşlar yazısının sonunda adeta ağıt yaka yaka ; "bizim için değil ama sizin için kötü olacak çocuklar...bir daha gökyüzünde bu güzelim gri kuş lekelerini göremeyeceksiniz...sizin için çok kötü olacak... "


ben de böyle diyeceğim arkadan gelenlere; "biz, çok  kalabalık güzelim sofralarda yılbaşını da , bayramları da öyle güzel bir adap dengesinde o kadar çok yaşadık ki...korkarım sizin ne böyle sofraları hazırlayacak eşleriniz olacak ne de onca insanı o sofranın başına toplayacak aile bağlarınız, kadınlarınız...bizim için değil ama sizin için kötü olacak çocuklar...hayatınızdaki çok çok büyük eksikliği, asla hissedemeyeceğiniz kadar hüzünlü olacak... !!! " 

öyle işte...

           ( murat örem / 31 aralık 2019 / ankara ) 
               ezginin günlüğü / 66. sone / 
         söz /william shakespeare/ çeviri can yücel 
                                -1995 -











13 Aralık 2019 Cuma

"keşanlı ali destanı" cılız bir dere misali aktı ve oyun bitti...oysa keşanlı ali bittiğinde seyirci çakılır kalır koltuğuna...!

çıktık evden akşam üzeri...
ahmed arif şiirlerindeki gibi  
"akşam erken inmiş şehre..."
aralık ayındayız, kış zamanı...

gerçi daha ne kar gördük ne yağmur ne soğuk; günlerdir...

bunlar iyi şeyler değil...
nasıl herkes üzerine düşeni yapıyorsa, 
"kış da, üzerine düşeni yapmalı..."
böyle karsız yağmursuz soğuksuz kış olmaz....

çıktık evden akşam üzeri....
yokuş aşağı  yürüyeceğiz...
önce atakule'nin önünden geçip
sonra dört güzergahtan birini yeğleyeceğiz... 

yolumuz çok uzun değil...
ama kısa  hiç değil...
seri adımlarla en az bir saat...
en sıkıntılı yanı da hangi yolu yeğlesek de
mutlaka yokuş aşağı yürüyeceğiz...

hani deveye sormuşlar, 
"yokuşu mu seversin inişi mi..." diye...
deve bu, homurdanmış da 
"bu, bilmem ne yaptığımın (!) yolunun düzü yok mu ?" 
deyivermiş....

evet, düzü yok bu yolun...
çankaya'dan;  tunalı kızılay ulus'a yürüyeceksen
mutlaka o yokuş(lar) inilecek...

ineceğiz biz de yanyana...
idmanlıyız yürümenin her türlüsüne...
hem yanyana idmanlıyız 
hem de yarım asrı geçen 
iki ayrı ömürden  idmanlıyız... 

HALDUN TANER USTA'NIN
"keşanlı ali destanı" oyunu gelmiş 
ulus küçük tiyatro'ya...
tiyatro tarihimizin dev oyunu...

inilecek o yokuştan aşağı, hem de güle oynaya...
hele bir de, son dakika biletler bulunmuş ki...
daha ne olsun...

 yürüdük yürüdük yokuşlardan aşağı, vardık tunalı'ya...
önce yapı kredi yayınlarına uğrayıp kitabımızı aldık...
sonra nurdilek hanım'ın :)) tuzlu ve tatlılarını....

vakit  ilerleyince de, kalan yol için
artık bindik tunalı'dan geçen "317 numaralı otobüse"
o 317 numara ki, ömrümün çeyrek asrı geçmiş gölgesinde... 


KÜÇÜKESAT / KIZILAY / BAĞCILAR hattının 
1000 yıllık numarasıdır 317, ankaralılar iyi bilir...

son 3 aylık molayı saymazsak, 
çeyrek asırdır,  bir otomobilin direksiyonu hep olmuş önümde...
yıllarca şehrin keşmekeşinden, 
otopark kabusundan öyle gözüm yılmış ki
317'yi hep sevmişim basın kartımla...

ve çokça da  yürümüşüm yokuşları inişleri...
bugün bile, yokuşu inişi düzü güzü yağmuru demeden 
oflayıp puflamadan, ter atmadan, 
çarpıntım var diye mırıldanmadan
günde 20 KM'yi yürürüm ...
yıllardır 80'li kilolarda olsam da, 
100 kiloluk zamanlarımda da
yürürdüm yine;  tık demeden....

neyse konuyu dağıtmayalım :))
KEŞANLI ALİ DESTANI için 
ankara ulus'taki  tarihi küçük tiyatrodayız....
oyunun başlamasına yaklaşık yarım saat var...
son anda bulunan biletlerin teşekkürünü de ettikten sonra, 
ve çay tütün faslı da bitince,  girdik salona...

1985'ten beri, kaç oyun izlemişimdir bilmiyorum...
ama hiç abartmadan söyleyeyim 
istanbul şehir tiyatroları
istanbul devlet tiyatrosu
ankara devlet tiyatrosu
genco erkal'ı, 
kenterleri, 
ferhan şensoy'u...
derken 
"BİN"  oyunu 
kesin geçmiştir...


övünmek olacaksa olsun,  
biraz :))) anlarım

tiyatrodan, 
yazıdan, 
şiirden, 
sesten, 
aktörden
güzelden çirkinden, 
yalandan dolandan 
ve "insandan..."

neyse , konuyu yine dağıtıp
kızdırmayalım daimi okurları :))
zaten, en son yazıyı, blogda taa ağustos'ta yazıp
tembelliğin hasını yapmışım aylardır...


ben ki taaa 1989'da
istanbul şehir tiyatrolarında
 HALDUN TANER USTA'NIN
en hakiki talebesi FERHAN ŞENSOY'un
yönetimindeki istanbul şehir tiyatrolarında da izlemişim
keşanlı ali destanı'nı, ne büyük bahtiyarlık ki... 

yine aynı yıl TRT tarafından 
eskişehir anadolu üniversitesinde çekilen
TV uyarlamasını izlemeyi falan saymıyorum...
onlar zaten, elde var bir....

bu yüzden dünüyle kıyaslamak için 
biraz temkinliyim oyunu izlemeden önce...
tek kelime etmedim  nur'a , beklentime dair...
istedim ki , tümüyle kendi söylesin gördüklerini....

başladı oyun,
sahnenin solundaki "mini" orkestranın müzikleriyle...
aktı oyuncular sahneye birer birer, beşer beşer, onar onar...
bilenler bilir, keşanlı ali destanı, çok kalabalalık bir kadrodur...
ki oyunun bitiminde sahnedekileri saydığımda 39 kişi gördüm...

belki bir eksik iki fazladır, bilemem...
artık yaşlı bir adamım ben:)))

ama şunu bilirim ki, 
bazı isimler iki üç role girerler bu oyunda...
buradan anlayın sahnenin kalabalığını
ve HALDUN TANER USTA'NIN 
oyun yazmadaki dehasını....


hiç lafı eğip bükmeden söyleyeyim; 
OLMAMIŞ...

KEŞANLI ALİ DESTANI oyunu 
nasıl başladıysa,  öyle de bitti (!) 

zaten , çok çok istisnai  bir durum olmazsa
bir tiyatro oyun nasıl başlarsa öyle gider ve biter...

bir yazı gibidir , bir tiyatro oyunu da...
bir romanın ilk cümlesi sizi ya sarıp sarmalar
ya da sası bir tat bırakır zihninizin tortularında ya...
tiyatro oyunları da daha ilk sahneden bellidir...
sahne kelimemi  "dekor" ya da "efekt" olarak anlamayın...
oyunun ilk "trükü" olarak anlayın...
oyuncuların enerjisi olarak anlayın.... 

HALDUN TANER'in yarım asırlık (!)
sarsıcı ve enfes oyunu KEŞANLI ALİ DESTANI'nı 
sahneleyen BURSA DEVLET TİYATROSU için
bambaşka  cümleler kurabilseydim keşke...
onca emeğe, onca paraya, onca şaaşaya değmiş diyebilseydim...

kadirbilirlikle , çok büyük emekle sahnelenen oyun
ankara'da da unutulmazlar arasına girdi diyebilseydim...

diyemedim...
diyemem...
diyemeyeceğim....

o güzelim keşanlı ali destanı oyunu 
orta kararı  tutturan oyunculuk girdabında 
gürüldeyemeyen bir dere misali 
aktı aktı aktı ve oyun bitti...
oysa, keşanlı ali destanı bittiğinde, 
seyirci çakılır o koltuğa....
çakılır ve kalır....
öyle montunu ve kabanını aramaz , 
bir taraftan alkışlarken (!)

hadi ben, zor beğenen murat örem'im :))) 
nemrut , elitist , kerameti kendinden menkul
kibirli  bir tiyatro seyircisiyim...
hatta, sahnedeki isimlerin başarısını da kıskanırım diyelim...
olacak iş değil de , hadi bunu da diyelim...

peki, sevgili nur
niye oyundaki onca harala gürele arasında
habire saatine baktı oyun boyunca...
iki perde arasında kapının önünde sigara içerken
"muratcım , çok sıkıldım ben, 
çok demode oynuyorlar...."
diyerek işaret fişeğini niye çaktı...

bence de güzelim ötesi oyunun 
hiç de hakkını veremedi
ne koro, ne oyuncular.....

ne keşanlı ali ne de zilha (!)...
hem de hiç veremedi....

oyunun yan rollerinde iki satırlık replikleriyle bile
güller açtırabilecek oyuncular da neredeydi sahnede...

o kadar yoktular ki, 
bir hanım  konuşurken öyle tıslıyordu ki, 
bir ara, dişleri mi fırlayacak diye korktum...

inanın bana bu cümleleri yazarken yüreğim sıkışıyor...
ben ki HALDUN TANER'i ; babam gibi severim...
ki merhum babam taşkın hocamın 
en çok aklını ve adalet duygusunu sevdiğimi
onbinlerce okurum da adı gibi biliyor yıllardır...

burada da isterdim ki , 
Haldun TANER ustamın  efsane oyununu
dünya gözüyle 50 küsur yaşımda yeniden izledikten sonra 
gözyaşlarım huzurla ipil ipil aksın da , 
ben de buralarda şakır şakır yazarken
bir daha dolsun gözlerim....

hiç de öyle olmadı....
OLMADI...
OLAMADI....!

daimi okurlarım bilir ki,
DEVLET TİYATROLARI denince
her yazımda, her sohbetimde 
sevgiyle ceketimin önümü iliklerim
çok az şeyi beğenen, bir adem oğlu olarak...


devlet tiyatrolarına pozitif ayrımcılığım her dönem bakidir ...

ankara devlet tiyatrosu da 
gönül köşkümdeki baş yerindedir daima..


şunu da söyleyeyim ki ;
bursa devlet tiyatrosu'nun da 
murat örem'in hayatındaki yeri 
çok müstesnadır...

susurluklu öğretmen ailenin ilk evladı olarak
1970'lerdeki  öğretmen maaşlarıyla 
tiyatro için özel olarak tutulan  
susurluk / bursa dolmuşuyla gittiği ilk sahnedir 
bursa ahmet vefik paşa devlet tiyarosu,
murat örem'in...

ve 9 yaşından küçüklerin alınmadığı 
devlet tiyatroları (bursa) sahnesinde
büyük adam misali gıkını çıkarmadan
ahmet kutsi tecer'in KÖŞEBAŞI oyununu  izlediğinde
7 yaşında bile değildi  murat örem....
ve vakit , 1975'in ilk ayıydı...


işte o gece neşeyle tangır tungur giderlerken 
bursa yolundaki o dolmuşun içinde

bir başka öğretmen ailenin çocuğu 

merhum UFUK TUNA  :((( oturuyordu
tam da murat örem'in yanında dolmuşta

-bir gün  yazacağım o günleri de....
bir gün mutlaka  :)))-

dolayısıyla; 
bu yazıda bursa devlet tiyatrosu için 
böylesi hüzünlü cümleler kurmak 
duygusal olarak hiç  kolay değil benim için...

ama geleneği yıllardır oturmuş 
bursa devlet tiyatrosu da 
çok çok daha iyisini yapmalıydı...

hele  bursa devlet tiyatrosu müdiresi de olan aktris hanımın
oyunun en etkileyici karakterlerinden olan 
ZİLHA  baş rolünü almasına veya rolün ona verilmesine
ve sahnede  çok renksiz vasat bir  zilha çıkarmasına 
falan hiç girmek istemiyorum...


neticede, 
GÜLRİZ SURURİ gibi ustalar ustasının oynadığı bir rolü,  
aktris olarak oynamayı istemek   anlaşılabilir...

amma...
böyle bir işe talip oluyorsanız
ya da size böyle bir vazife de veriliyorsa
sesle , endamla, oyunculuk meziyetleriyle
çıtanın tam da orada
"yani çok çok çok yüksekte"
olduğunu bilerek çıkmalısınız yola.... 



yazı , çok uzadı...
üç beş dal sigara içtim yine...
izlediği film bitince 
bir sevgi busesi vermeye geldiğinde nur,
hani bize meyve yok mu nur hanım :)) 
diyerek şımarıklık da yaptım...
selam verdik borçlu çıktık :)) dese de 
şımarıklığımın ödülü olarak 
ayıklanmış narları ve kivileri de koydu önüme 
nur hanım...

ve aylardan sonra 
yeni yazımı yazarken...
saat gecenin 3'üne gider oldu yine....

ama oyundaki , "keşanlı ali"  rolüne dair de iki satır yazayım...
1989'da istanbul şehir tiyatrosunda
jilet gibi , çakı gibi erhan yazıcıoğlu'ndan 
izlemiş adamım ben keşanlı ali'yi....

yine TV'deki engin cezzar usta'nın  
keşanlı ali'sine hiç değinmiyorum bile...
engin cezzar misali dört başı mamur  aktörü 
türk tiyatrosu bundan sonra muhtemelen hiç görmeyecek...
o kadar diyeyim....


bizim sahnede izlediğimiz 
bursa devlet tiyatrolu,  "keşanlı ali"
benim 1990'lı yıllardaki iki çocuklu baba olarak :)))
o zamanki 100 küsur kiloluk halimin 
üç beş santim uzunuydu...


"bir epik destanda , 
sahnedeki  keşanlı ali böyle mi olmalı ..."
derseniz...

oluyormuş...deyip susarım....



yazı bitiyor....
sevgili nur'un ayıkladığı 
tabaktaki nar tanelerim çoktan bitti...


bir gün 15 yılda, taaa çekirdekten 
onlarca kere çoğaltıp yetiştirdiğim
ve herkeslere armağan ettiğim  
süs narlarımı da anlatacağım....


ama iki gündür göğsümün ortasına bir ağrı saplanıp durmuştu...
yazmalıyım şu keşanlı ali destanı oyununu diyordum....
gariptir ki, yazdıkça yazdıkça  geçti o göğüs ağrım...
bak şu yaradanın işlerine :)))


bir not da şu olsun; 
oyun bitti....
oyun başlarken 
kıymetli eşiyle koltuğuna otururken gördüğüm
TÜRK TİYATROSU'nun 
gelmiş geçmiş 
enbigüzel 
enbiemekçi 
enbihocalarınhocası
PROF DR AYŞEGÜL YÜKSEL 
hocamın yanına gittim sakince... 

iyi kötü tanır beni kıymetli hocam...
yıllarca ne zaman hangi programa kaç kez çağırdıysam
iki eli kanda da olsa koşup gelmiştir 
DTCF'den komşusu  
TRT ANKARA RADYOSU'na 

ayşegül hocam...


incelik gösterip, 
pehlivan tefrikası misali tiyatro yazılarıma 
yorumlar bile yapmıştır 
cevap yazılarıyla yıllar önce...


"kıymetli  ayşegül hocam, 
nasıl buldunuz oyunu " 
dedim gayet nötr bir sesle...

"ben beğendim, 
hem de hakkıyla beğendim...
peki siz nasıl buldunuz..."
dedi her zamanki nezaketiyle 
ayşegül hocam...

biliyor musunuz
bu nezaket de uçtu gitti memleketten...
tiyatro tarihine yaşım kadar hizmet vermiş ayşegül hocam
incelikle benim fikrimi soruyordu işte...

ki , ayşegül hocamın yanında
tiyatro üzerine ,desturla, en fazla iki laf etmem gerekir...
ama ben huysuz seyirci murat öremim :))) ya
"vallahi hocam, ben hiç beğenmedim, 
her manada hiç ama hiç yeterli bulmadım 
hüzünlenip, ağlamak istedim..."
dedim...


bu cümlelerimden sonra , sustuk karşılıklı...
biz izin isteyip, çıktık küçük sahnenin kapısından...
çıkarken teşekkürümüzü etmeyi unutmadık
tiyatro dostu güzel insana da, bir kez daha....

hava serin....
kapat önünü dedim nur'a...
belki nur dedi bana...
hatırlamıyorum...

ama içimden şu geçti; 

bırak bazı anılar 
bazı oyunlar öyle kalsın sende
ve seninle gitsin  murat örem...

gecenin soğuğu yüzümüze vururken 
bir kaç yüz metre yürüdük; 
bu kez 317'ye değil
-hadi bakalım tembel okurlar
hemen unuttunuz değil mi :)))
yazının başındaki 317'yi...-
413 numaralı otobüse bindik....

nur, ankara kart'ını okuttu dıııt diye
gitti bizim 3 lira 25 kuruş :)))

ben aheste aheste  çıkardım,
yıllarımı yayına verdiğim için 
ömrümün sonuna kadar 
kullanmayı hak ettiğim
daimi  sarı basın kartımı
ve dıdııııt diye okuttum....


basın kartı diye konuştu makine,  
mekanik bir sesle...

otobüsteki yüzler yine hemen bana döndü  
az önceki mekanik sesle birleştirip....

alıştım bu durumlara....
saçım sakalım da fazla entel :)))  işi olunca
habire bazı aktörlere muhabirlere  benzetip 
şu kişi misiniz diye sordukları için, 
bakışları yadırgamadan
usul usul nur hanımın yanına oturdum....

ama rahat da durmadan 
"meşhur olmak da  amma zor yahu :)) " dedim...
"hadi len..." diye cevap verdi bana nur 
diye devam edeceğim ama...

hiç de  öyle olmadı....
hiç de öyle demedi nur...

kibar kadındır çok kibar kadındır nur...
ben ne kadar  sokak çocuğuysam:)))
nur da o kadar hanımefendidir...


ne zaman akıllanacaksın sen 
kötü espriler yapan  murat örem
der gibi, şefkatle baktı yine nur bana...

ben de hemen telefonumu çıkarıp,
instirigam:))da  yeni aldığım layklara bakıp (!) 
oyalanmaya çalıştım yol boyunca,
 uslu görünen ama çok şımarık 
dörtgöz :)))  bir çocuk gibi .....


    ( murat örem / 13 aralık 2019 / ankara ) 


HALDUN TANER konulu aşağıdaki 8 dakikalık kısa filmle, taaa 1992 yılında ödül almıştık...yönetmen ve senarist, çok kişinin ustası  sevgili murat karahüseyinoğlu'ydu...ben bu kısa filmde 24 yaşındaydım :)) ve genç bir yazarı canlandırmış, filmin metnini de seslendirmiştim...o dönemde TRT'de yayınlanan AKŞAMA DOĞRU programında sevgili seynan levent için çekerdi bu filmleri murat karahüseyinoğlu ve ben de yanında olurdum seslendirmeyle, küçük rollerle ya da düpedüz  filmlerin hamaliye işleriyle...görüntü dijital olmadığı için bu filmdeki ses kısıktır....biraz dikkatlı izlemek ve dinlemek gerekir... durum bundan ibaretttir :)))) isteyenler buradan izleyebilir...












 






















 









 

7 Ağustos 2019 Çarşamba

günümüzün büyük adam ve kadınlarının (!) çoğu, bir caz müziği gibi gelip geçti küçükesattaki evimizden....



ben bu fotoğrafı
çerçevelettiğimde 
yıl 1990'dı....


eczacıbaşı   takviminden enikonu kesip 
çerçeveciye gidip 
kimbilir kaç milyona yaptırmıştım....


sevgili nigar getirmişti bu takvimi izmir'den...
her sayfasında böyle  12 çarpıcı fotoğraf vardı...


nigar izmir'liydi ama hacettepe'de tarih okurdu...
akran sayılırdık nigar'la....
anne tarafımdan akrabamdı...
kıyıdan kenardan,  uzaktan yakından akrabamdı...


bu akrabalık işlerini bilirsiniz, 
akrabaların çoğu bir kara piyango gibi girer hayatınıza...

ve bir kısmını enikonu uzaktan sevmek istersiniz...
bir kısmı da  sizi uzaktan görmek ister ....


bu işler böyledir...olayları anlatırken de
objektif olmak, gerçeği anlatmak gerekir....
nalıncı keseri gibi hep kendinize yontmak olmaz....

ama  şunu da demek isterim, 
nigar eğer akrabam olmasaydı da
yine kardeşçe sohbet edeceklerimden  
çay kahve içeceklerimden olurdu..


aslında bir dönem , 
özellikle 1990'ların başlarında 
çocuksuz ve genç evli halimiz
abartmadan söylüyorum
imarethane  &  AŞEVİ :))) 
gibiydi...


özellikle 
benim tanıdıklarımdan 
susurluktan
istanbul siyasaldan
şuradan buradan 
hiç abartmadan 
ve yedeklerini de ekleyerek söyleyeyim
en az 5  futbol takımı kuracak sayıda insan
bir şekilde evimize  uğrar 
yemeğini mutlaka yer
çayını kahvesini de içerdi... 

şarabımdan da 
viskimden de içerdi 
gelenlerin çoğu....

ve içlerinden 
inanın ki çok ama çok azı 
bir yere  yeme içmeye , 
misafirliğe giderken 
"eli boş g.tü yaş" 
 gidilmeyeceğini bilirdi...!!!


belki bilmeyenler de 
bilmediklerinden değil de
yokluktan gelirlerdi 
öyle habire 
eli boş   g.tü  yaş :)))


cep telefonlarının hayalinin bile kurulmadığı 
ev telefonlarının bile çok az olduğu 
küçükesat ispir sokak'taki evimize 
bir şekilde yolu düşerdi tanıdık herkesin...

gece gündüz farketmez
zil çaldığında  
kapıyı açardık ki, 
yine bir gelen :))) var...

kah maç izlemek için
kah müzik dinlemek için
kah sohbet etmek için...
kah ev aramak için....
kah soğukta üşümemek için 
diye diye çalınırdı 
kapımızın zili...


gelenlerin çoğu 
elbette 
üniversite öğrencisi, 
genç aşıklar, 
yeni subaylar
taze memurlar
stajyer öğretmenler
falandı...

hepsinin ortak özelliği 
sınırlı koşulları olan Türkiye'nin
çok sınırlı paraları olan gençleri 

olmalarıydı....

ve elbette
bir şekilde, 
memleketten 
oradan buradan
arkadaşımız 
akrabamız 
hemşehrimiz
olmalarıydı...


o yok zamanların içinde 
evde ne varsa yenilir içilir , 
çaylar kahveler habire kaynardı....

evde ne varsa diyorum ama 
1990'ların koşullarında 
evimizin özellikle mutfak tarafında 
hep,  hatırlı ve göz dolduran gıdalar olurdu...


çünkü 
huzur içinde yatası,  
çoçuklarımın da büyükbabası  

ibrahim balkan'ın 
büyük bir gani gönüllülükle 
evlatları olan bizlere verdiği
ya da ankara'ya kolilediği 
susurluk peynirlerini 
yanturalı sucuklarını
taze köy yumurtalarını
kuru fasulyelerini, 
pirinçlerini 
tereyağlarını
zeytinyağlarını.... 
o gelenlerin içinde
inanın ye"ME"yen kalmamıştır....


herkese ama herkese
kısmet olmuştur o lokmalar....


yeni evli evimizin 
gepgenç  
güpgüzel 
ve hakkıyla inatçı :)) kadını 
hiç yüksünmeden
of pof demeden 
asla küçük hesap yapmadan 
ve kimseden esirgemeden
gelenlerin hepsine sunmuştur 
elindekini, elimizdekini...

zaten, 
gani gönüllü 
baba evinden de idmanlıydı 
insan ağırlamalara 
o gepgenç kadın...

ben, ters adam :))) olduğum için
o zaman da bilirdim 
bazı gelenlerin  zihnindeki tilkileri
yemeği bedavaya getirme isteklerini
ve asla bu kadar BONKÖR  bir adam olmazdım...
ama kanatsız melek olan, 
evin hanımına da karışmazdım....



şimdi geriye dönüp baktığımda
bu insanlara dair,  bir hüzün kaplıyor içimi...


hüzün kaplıyor çünkü 
ispir sokaktaki 
o eve gelenlerin içinden 
sayısı epeyi fazla
BÜYÜK ADAM da :))) çıktı...

büyük aktörü , 
dobra mı dopra (!) siyasetçisi 
uzman doktoru
ceza hakimi 
uluslararası avukatı
habercisi muhabiri
her bir şeyin uzmanı da çıktı....
diye başlasam 
inanın uzar gider liste...

memlekette artık
iyice vasat öğrencilerin bile tercih ettiği 
genç mühendisleri saymıyorum bile
aramızdan çıkan...



işte bu büyük büyük (!)  adamlar kadınlar
bir caz müziği gibi gelip geçti 
küçükesat ispir sokaktaki evimizden....

neredeyse hepsi yaş baş olarak 
bugün yarım asrı devirdi, bu gelenlerin...

ve neredeyse hepimiz 
yarım asrı devirdik, 
gidiyoruz, bizi bekleyen yere...

 
1990'ların üzerinden yıllar geçince 
isterdim ki , bir gece vakti
başlarını yastıklara koyduklarında
o ankara günlerini  o ankara gecelerini
ve esas olarak da, evin gepgenç hanımının
binbir emekle hazırladığı
çayları kahveleri sıcacık çorbaları
ŞÜKRAN duygusuyla ansınlar...
o büyük büyük adamlar kadınlar....

çünkü ben de bir dönem öğrenciyken
hep gittim, böyle sıcacık sofralara...
yokluğun ve yalnızlığın içindeyken
adı yuva olan bir kapıdan içeri girmenin
tarifsiz huzurunu bilirim...

peki, 
o büyük büyük adamlar kadınlar 
o ahde vefaları ne kadar bildi....

aslında cevabı biliyorum da
bir kibar tarafım var yine de....
üç noktayla geçiştireyim diyorum....



aktör erhan dilligil dayımı 
dönüp dönüp anmalarım 
inanın  bundandır
öğrencilik günlerimden kalan
öden(e)meyecek 
ahde vefa duygumdandır....


böylesi emekleri 
üç noktayla geçiştirmenin bile
çok ayıp olduğunu, bilmemdendir....

hoş, 
ben, geçtim gittim bu günlerin üzerinden...


orhan veli'nin o büyük şiirinde dediği gibi
"girdim insanların içine,  
 insanları gördüm..." de...


herkes yine de ona göre yapsın isterim mizanını
ona göre tutsun defter-i kebirini...

hani ne diyor o büyük söz
"ben senin, cemaiz evvelini bilirim...." 

evet ben de bilirim hepsini/n...

iyi bilirim...


hepsini iyi bildiğimi 
bıçak gibi bildiğimi
o büyük (!) adamlar da 
iyi bilirler 



ben size 
şu fotoğraftaki  
güzelim amcayı 
anlatacaktım değil mi...


ben bu fotoğrafı
çerçevelettiğimde 
yıl 1990'dı....


eczabaşı   takviminden enikonu kesip 
 kazandığım paramla;  çerçeveciye gidip 
kimbilir kaç milyona yaptırmıştım....


sevgili nigar getirmişti bu takvimi izmir'den...
her sayfasında böyle böyle 12 çarpıcı fotoğraf vardı...


nigar izmir'deydi ama hacettepe'de tarih okurdu...
akran sayılırdık nigar'la da....
anne tarafımdan akrabamdı benim...
kıyıdan kenardan,  uzaktan yakından akrabamdı...


bu akrabalık işlerini bilirsiniz, 
akrabaların çoğu bir kara piyango gibi girer hayatınıza...

nigar onlardan değildi.....


ben bu fotoğrafı 
1990'da çerçevelettiğimde
22 yaşında gepgenç bir adamdım...
ilk kez baba olmama 4 yıl vardı....
ikinci kez baba olmama 8 yıl vardı...

babamın ölümüne 
27 yıl vardı...


ben bu fotoğrafı çerçevelettiğimde
yıl 1990'dı....

ihtimaldir ki 
bu güzelim fotoğraftaki 
dilekçe mühürcü amca :)) bile 
daha yaşıyordu....

ve o zamanlar; 
erhan dayım yaşıyordu...
hatice anneannem yaşıyordu...
bedia babaannem yaşıyordu...
mehmet selahi dedem yaşıyordu....
küçük amcam ali aşkın yaşıyordu...
büyük amcam hüseyin coşkun yaşıyordu...
inanç amcam yaşıyordu...
ismail eniştem yaşıyordu...
safiye nalan meral teyzem yaşıyordu....
ibrahim balkan yaşıyordu...
havva balkan yaşıyordu...


babam ismail taşkın hoca yaşıyordu ulan, 
taşkın hoca yaşıyordu....

 
şimdi kalkıp bik bik bik 
hayat yine de güzel 
falan diyeceksiniz


biz de biliyoruz
hayatın ne olduğunu 
MUHTEREMLER; 

"bir hayata 
40 ömür sığdırmış olarak

biz de biliyoruz 
hayatın ne olduğunu..." 

peki siz biliyor musunuz
şu  sesi ve müzikal altyapıyı...

gerçi adı çukur mudur nedir
bir müptezel dizide 
görmemişler gibi 
meze yapmış sesini ama 
şu sesi bir dinleyin....


isterseniz 
şarkıyı dinlerken 
yazıya BİR DAHA  dönüp
5 futbol takımının ESAMİ LİSTESİ'nin 
içinde ben de var mıyım :)) 
diyerek  ve utanarak da  bakabilirsiniz....!!! 

o listeye bakarken, 
kılım döndü, 
yüzüm kızardı 
diyenlere verecek
köpük helvamız
nane şekerimiz 
susurluk tostumuz
taze bitti ama :)))) 

zaten,  
ne 1990'lar kaldı...
ne  o simsiyah saçlı sakallı murat örem...
ne de ispir sokaktaki o ev....

evin 
gepgenç 
güpgüzel 
inatçı mı inatçı 
kadınının da 
ömrü uzun olsun, 
çok uzun olsun :)))



( murat örem / 07 ağustos 2019 / ankara )