ahmed arif şiirlerindeki gibi
"akşam erken inmiş şehre..."
aralık ayındayız, kış zamanı...
gerçi daha ne kar gördük ne yağmur ne soğuk; günlerdir...
bunlar iyi şeyler değil...
nasıl herkes üzerine düşeni yapıyorsa,
"kış da, üzerine düşeni yapmalı..."
böyle karsız yağmursuz soğuksuz kış olmaz....
çıktık evden akşam üzeri....
yokuş aşağı yürüyeceğiz...
önce atakule'nin önünden geçip
sonra dört güzergahtan birini yeğleyeceğiz...
yolumuz çok uzun değil...
ama kısa hiç değil...
seri adımlarla en az bir saat...
en sıkıntılı yanı da hangi yolu yeğlesek de
mutlaka yokuş aşağı yürüyeceğiz...
hani deveye sormuşlar,
"yokuşu mu seversin inişi mi..." diye...
deve bu, homurdanmış da
"bu, bilmem ne yaptığımın (!) yolunun düzü yok mu ?"
deyivermiş....
evet, düzü yok bu yolun...
çankaya'dan; tunalı kızılay ulus'a yürüyeceksen
mutlaka o yokuş(lar) inilecek...
ineceğiz biz de yanyana...
idmanlıyız yürümenin her türlüsüne...
hem yanyana idmanlıyız
hem de yarım asrı geçen
iki ayrı ömürden idmanlıyız...
HALDUN TANER USTA'NIN
"keşanlı ali destanı" oyunu gelmiş
ulus küçük tiyatro'ya...
tiyatro tarihimizin dev oyunu...
inilecek o yokuştan aşağı, hem de güle oynaya...
hele bir de, son dakika biletler bulunmuş ki...
daha ne olsun...
yürüdük yürüdük yokuşlardan aşağı, vardık tunalı'ya...
önce yapı kredi yayınlarına uğrayıp kitabımızı aldık...
sonra nurdilek hanım'ın :)) tuzlu ve tatlılarını....
vakit ilerleyince de, kalan yol için
artık bindik tunalı'dan geçen "317 numaralı otobüse"
o 317 numara ki, ömrümün çeyrek asrı geçmiş gölgesinde...
KÜÇÜKESAT / KIZILAY / BAĞCILAR hattının
1000 yıllık numarasıdır 317, ankaralılar iyi bilir...
son 3 aylık molayı saymazsak,
çeyrek asırdır, bir otomobilin direksiyonu hep olmuş önümde...
yıllarca şehrin keşmekeşinden,
otopark kabusundan öyle gözüm yılmış ki
317'yi hep sevmişim basın kartımla...
ve çokça da yürümüşüm yokuşları inişleri...
bugün bile, yokuşu inişi düzü güzü yağmuru demeden
oflayıp puflamadan, ter atmadan,
çarpıntım var diye mırıldanmadan
günde 20 KM'yi yürürüm ...
yıllardır 80'li kilolarda olsam da,
100 kiloluk zamanlarımda da
yürürdüm yine; tık demeden....
neyse konuyu dağıtmayalım :))
KEŞANLI ALİ DESTANI için
ankara ulus'taki tarihi küçük tiyatrodayız....
oyunun başlamasına yaklaşık yarım saat var...
son anda bulunan biletlerin teşekkürünü de ettikten sonra,
ve çay tütün faslı da bitince, girdik salona...
1985'ten beri, kaç oyun izlemişimdir bilmiyorum...
ama hiç abartmadan söyleyeyim
istanbul şehir tiyatroları
istanbul devlet tiyatrosu
ankara devlet tiyatrosu
genco erkal'ı,
kenterleri,
ferhan şensoy'u...
derken
"BİN" oyunu
kesin geçmiştir...
övünmek olacaksa olsun,
biraz :))) anlarım
tiyatrodan,
yazıdan,
şiirden,
sesten,
aktörden
güzelden çirkinden,
yalandan dolandan
ve "insandan..."
neyse , konuyu yine dağıtıp
kızdırmayalım daimi okurları :))
zaten, en son yazıyı, blogda taa ağustos'ta yazıp
tembelliğin hasını yapmışım aylardır...
ben ki taaa 1989'da
istanbul şehir tiyatrolarında
HALDUN TANER USTA'NIN
en hakiki talebesi FERHAN ŞENSOY'un
yönetimindeki istanbul şehir tiyatrolarında da izlemişim
keşanlı ali destanı'nı, ne büyük bahtiyarlık ki...
yine aynı yıl TRT tarafından
eskişehir anadolu üniversitesinde çekilen
TV uyarlamasını izlemeyi falan saymıyorum...
onlar zaten, elde var bir....
bu yüzden dünüyle kıyaslamak için
biraz temkinliyim oyunu izlemeden önce...
tek kelime etmedim nur'a , beklentime dair...
istedim ki , tümüyle kendi söylesin gördüklerini....
başladı oyun,
sahnenin solundaki "mini" orkestranın müzikleriyle...
aktı oyuncular sahneye birer birer, beşer beşer, onar onar...
bilenler bilir, keşanlı ali destanı, çok kalabalalık bir kadrodur...
ki oyunun bitiminde sahnedekileri saydığımda 39 kişi gördüm...
belki bir eksik iki fazladır, bilemem...
artık yaşlı bir adamım ben:)))
ama şunu bilirim ki,
bazı isimler iki üç role girerler bu oyunda...
buradan anlayın sahnenin kalabalığını
ve HALDUN TANER USTA'NIN
oyun yazmadaki dehasını....
hiç lafı eğip bükmeden söyleyeyim;
OLMAMIŞ...
KEŞANLI ALİ DESTANI oyunu
nasıl başladıysa, öyle de bitti (!)
zaten , çok çok istisnai bir durum olmazsa
bir tiyatro oyun nasıl başlarsa öyle gider ve biter...
bir yazı gibidir , bir tiyatro oyunu da...
bir romanın ilk cümlesi sizi ya sarıp sarmalar
ya da sası bir tat bırakır zihninizin tortularında ya...
tiyatro oyunları da daha ilk sahneden bellidir...
sahne kelimemi "dekor" ya da "efekt" olarak anlamayın...
oyunun ilk "trükü" olarak anlayın...
oyuncuların enerjisi olarak anlayın....
HALDUN TANER'in yarım asırlık (!)
sarsıcı ve enfes oyunu KEŞANLI ALİ DESTANI'nı
sahneleyen BURSA DEVLET TİYATROSU için
bambaşka cümleler kurabilseydim keşke...
onca emeğe, onca paraya, onca şaaşaya değmiş diyebilseydim...
kadirbilirlikle , çok büyük emekle sahnelenen oyun
ankara'da da unutulmazlar arasına girdi diyebilseydim...
diyemedim...
diyemem...
diyemeyeceğim....
o güzelim keşanlı ali destanı oyunu
orta kararı tutturan oyunculuk girdabında
gürüldeyemeyen bir dere misali
aktı aktı aktı ve oyun bitti...
oysa, keşanlı ali destanı bittiğinde,
seyirci çakılır o koltuğa....
çakılır ve kalır....
öyle montunu ve kabanını aramaz ,
bir taraftan alkışlarken (!)
hadi ben, zor beğenen murat örem'im :)))
nemrut , elitist , kerameti kendinden menkul
kibirli bir tiyatro seyircisiyim...
hatta, sahnedeki isimlerin başarısını da kıskanırım diyelim...
olacak iş değil de , hadi bunu da diyelim...
peki, sevgili nur ,
niye oyundaki onca harala gürele arasında
habire saatine baktı oyun boyunca...
iki perde arasında kapının önünde sigara içerken
"muratcım , çok sıkıldım ben,
çok demode oynuyorlar...."
diyerek işaret fişeğini niye çaktı...
bence de güzelim ötesi oyunun
hiç de hakkını veremedi
ne koro, ne oyuncular.....
ne keşanlı ali ne de zilha (!)...
hem de hiç veremedi....
oyunun yan rollerinde iki satırlık replikleriyle bile
güller açtırabilecek oyuncular da neredeydi sahnede...
o kadar yoktular ki,
bir hanım konuşurken öyle tıslıyordu ki,
bir ara, dişleri mi fırlayacak diye korktum...
inanın bana bu cümleleri yazarken yüreğim sıkışıyor...
ben ki HALDUN TANER'i ; babam gibi severim...
ki merhum babam taşkın hocamın
en çok aklını ve adalet duygusunu sevdiğimi
onbinlerce okurum da adı gibi biliyor yıllardır...
burada da isterdim ki ,
Haldun TANER ustamın efsane oyununu
dünya gözüyle 50 küsur yaşımda yeniden izledikten sonra
gözyaşlarım huzurla ipil ipil aksın da ,
ben de buralarda şakır şakır yazarken
bir daha dolsun gözlerim....
hiç de öyle olmadı....
OLMADI...
OLAMADI....!
daimi okurlarım bilir ki,
DEVLET TİYATROLARI denince
her yazımda, her sohbetimde
sevgiyle ceketimin önümü iliklerim
çok az şeyi beğenen, bir adem oğlu olarak...
devlet tiyatrolarına pozitif ayrımcılığım her dönem bakidir ...
ankara devlet tiyatrosu da
gönül köşkümdeki baş yerindedir daima..
şunu da söyleyeyim ki ;
bursa devlet tiyatrosu'nun da
murat örem'in hayatındaki yeri
çok müstesnadır...
susurluklu öğretmen ailenin ilk evladı olarak
1970'lerdeki öğretmen maaşlarıyla
tiyatro için özel olarak tutulan
susurluk / bursa dolmuşuyla gittiği ilk sahnedir
bursa ahmet vefik paşa devlet tiyarosu,
murat örem'in...
ve 9 yaşından küçüklerin alınmadığı
devlet tiyatroları (bursa) sahnesinde
büyük adam misali gıkını çıkarmadan
ahmet kutsi tecer'in KÖŞEBAŞI oyununu izlediğinde
7 yaşında bile değildi murat örem....
ve vakit , 1975'in ilk ayıydı...
işte o gece neşeyle tangır tungur giderlerken
bursa yolundaki o dolmuşun içinde ,
bir başka öğretmen ailenin çocuğu
merhum UFUK TUNA :((( oturuyordu
tam da murat örem'in yanında dolmuşta
-bir gün yazacağım o günleri de....
bir gün mutlaka :)))-
dolayısıyla;
bu yazıda bursa devlet tiyatrosu için
böylesi hüzünlü cümleler kurmak
duygusal olarak hiç kolay değil benim için...
ama geleneği yıllardır oturmuş
bursa devlet tiyatrosu da
çok çok daha iyisini yapmalıydı...
hele bursa devlet tiyatrosu müdiresi de olan aktris hanımın
oyunun en etkileyici karakterlerinden olan
ZİLHA baş rolünü almasına veya rolün ona verilmesine
ve sahnede çok renksiz vasat bir zilha çıkarmasına
falan hiç girmek istemiyorum...
neticede,
GÜLRİZ SURURİ gibi ustalar ustasının oynadığı bir rolü,
aktris olarak oynamayı istemek anlaşılabilir...
amma...
böyle bir işe talip oluyorsanız
ya da size böyle bir vazife de veriliyorsa
sesle , endamla, oyunculuk meziyetleriyle
çıtanın tam da orada,
"yani çok çok çok yüksekte"
olduğunu bilerek çıkmalısınız yola....
yazı , çok uzadı...
üç beş dal sigara içtim yine...
izlediği film bitince
bir sevgi busesi vermeye geldiğinde nur,
hani bize meyve yok mu nur hanım :))
diyerek şımarıklık da yaptım...
selam verdik borçlu çıktık :)) dese de
şımarıklığımın ödülü olarak
ayıklanmış narları ve kivileri de koydu önüme
nur hanım...
ve aylardan sonra
yeni yazımı yazarken...
saat gecenin 3'üne gider oldu yine....
ama oyundaki , "keşanlı ali" rolüne dair de iki satır yazayım...
1989'da istanbul şehir tiyatrosunda
jilet gibi , çakı gibi erhan yazıcıoğlu'ndan
izlemiş adamım ben keşanlı ali'yi....
yine TV'deki engin cezzar usta'nın
keşanlı ali'sine hiç değinmiyorum bile...
engin cezzar misali dört başı mamur aktörü
türk tiyatrosu bundan sonra muhtemelen hiç görmeyecek...
o kadar diyeyim....
bizim sahnede izlediğimiz
bursa devlet tiyatrolu, "keşanlı ali"
benim 1990'lı yıllardaki iki çocuklu baba olarak :)))
o zamanki 100 küsur kiloluk halimin
üç beş santim uzunuydu...
"bir epik destanda ,
sahnedeki keşanlı ali böyle mi olmalı ..."
derseniz...
oluyormuş...deyip susarım....
yazı bitiyor....
sevgili nur'un ayıkladığı
tabaktaki nar tanelerim çoktan bitti...
bir gün 15 yılda, taaa çekirdekten
onlarca kere çoğaltıp yetiştirdiğim
ve herkeslere armağan ettiğim
süs narlarımı da anlatacağım....
ama iki gündür göğsümün ortasına bir ağrı saplanıp durmuştu...
yazmalıyım şu keşanlı ali destanı oyununu diyordum....
gariptir ki, yazdıkça yazdıkça geçti o göğüs ağrım...
bak şu yaradanın işlerine :)))
bir not da şu olsun;
oyun bitti....
oyun başlarken
kıymetli eşiyle koltuğuna otururken gördüğüm
TÜRK TİYATROSU'nun
gelmiş geçmiş
enbigüzel
enbiemekçi
enbihocalarınhocası
PROF DR AYŞEGÜL YÜKSEL
hocamın yanına gittim sakince...
iyi kötü tanır beni kıymetli hocam...
yıllarca ne zaman hangi programa kaç kez çağırdıysam
iki eli kanda da olsa koşup gelmiştir
DTCF'den komşusu
TRT ANKARA RADYOSU'na
ayşegül hocam...
incelik gösterip,
pehlivan tefrikası misali tiyatro yazılarıma
yorumlar bile yapmıştır
cevap yazılarıyla yıllar önce...
"kıymetli ayşegül hocam,
nasıl buldunuz oyunu "
dedim gayet nötr bir sesle...
"ben beğendim,
hem de hakkıyla beğendim...
peki siz nasıl buldunuz..."
dedi her zamanki nezaketiyle
ayşegül hocam...
biliyor musunuz
bu nezaket de uçtu gitti memleketten...
tiyatro tarihine yaşım kadar hizmet vermiş ayşegül hocam
incelikle benim fikrimi soruyordu işte...
ki , ayşegül hocamın yanında
tiyatro üzerine ,desturla, en fazla iki laf etmem gerekir...
ama ben huysuz seyirci murat öremim :))) ya
"vallahi hocam, ben hiç beğenmedim,
her manada hiç ama hiç yeterli bulmadım
hüzünlenip, ağlamak istedim..."
dedim...
bu cümlelerimden sonra , sustuk karşılıklı...
biz izin isteyip, çıktık küçük sahnenin kapısından...
çıkarken teşekkürümüzü etmeyi unutmadık
tiyatro dostu güzel insana da, bir kez daha....
hava serin....
kapat önünü dedim nur'a...
belki nur dedi bana...
hatırlamıyorum...
ama içimden şu geçti;
bırak bazı anılar
bazı oyunlar öyle kalsın sende
ve seninle gitsin murat örem...
gecenin soğuğu yüzümüze vururken
bir kaç yüz metre yürüdük;
bu kez 317'ye değil
-hadi bakalım tembel okurlar
hemen unuttunuz değil mi :)))
yazının başındaki 317'yi...-
413 numaralı otobüse bindik....
nur, ankara kart'ını okuttu dıııt diye
gitti bizim 3 lira 25 kuruş :)))
ben aheste aheste çıkardım,
yıllarımı yayına verdiğim için
ömrümün sonuna kadar
kullanmayı hak ettiğim
daimi sarı basın kartımı
ve dıdııııt diye okuttum....
basın kartı diye konuştu makine,
mekanik bir sesle...
otobüsteki yüzler yine hemen bana döndü
az önceki mekanik sesle birleştirip....
alıştım bu durumlara....
saçım sakalım da fazla entel :))) işi olunca
habire bazı aktörlere muhabirlere benzetip
şu kişi misiniz diye sordukları için,
bakışları yadırgamadan
usul usul nur hanımın yanına oturdum....
ama rahat da durmadan
"meşhur olmak da amma zor yahu :)) " dedim...
"hadi len..." diye cevap verdi bana nur
diye devam edeceğim ama...
hiç de öyle olmadı....
hiç de öyle demedi nur...
kibar kadındır çok kibar kadındır nur...
ben ne kadar sokak çocuğuysam:)))
nur da o kadar hanımefendidir...
ne zaman akıllanacaksın sen
kötü espriler yapan murat örem
der gibi, şefkatle baktı yine nur bana...
ben de hemen telefonumu çıkarıp,
instirigam:))da yeni aldığım layklara bakıp (!)
oyalanmaya çalıştım yol boyunca,
uslu görünen ama çok şımarık
dörtgöz :))) bir çocuk gibi .....
( murat örem / 13 aralık 2019 / ankara )
HALDUN TANER konulu aşağıdaki 8 dakikalık kısa filmle, taaa 1992 yılında ödül almıştık...yönetmen ve senarist, çok kişinin ustası sevgili murat karahüseyinoğlu'ydu...ben bu kısa filmde 24 yaşındaydım :)) ve genç bir yazarı canlandırmış, filmin metnini de seslendirmiştim...o dönemde TRT'de yayınlanan AKŞAMA DOĞRU programında sevgili seynan levent için çekerdi bu filmleri murat karahüseyinoğlu ve ben de yanında olurdum seslendirmeyle, küçük rollerle ya da düpedüz filmlerin hamaliye işleriyle...görüntü dijital olmadığı için bu filmdeki ses kısıktır....biraz dikkatlı izlemek ve dinlemek gerekir... durum bundan ibaretttir :)))) isteyenler buradan izleyebilir...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder