*"114" ayrı ülkeden günlük ortalama "500" ziyaret !
*her cümle "5846" sayılı yasa korumasında !
*fotolar "ekseriyetle" büyütülebilir !
*sağ alttaki küçük dünya ?

29 Aralık 2015 Salı

" akıp giden zaman, ses çıkarmayan keskin bir testeredir..." ımmanuel kant...



         yıllardır , ne zaman içim sıkılsa hep o cümle yankılanır zihnimde…
kah dünyadan, kah ülkemden, kah işimden gücümden, kah kendimden kaynaklanan nedenlerle; ne zaman kurum bağlasa is bağlasa aklımın kapıları,  gönlümün menteşeleri,  hep aynı cümle geçer zihnimden…

o tanımlamayı ilk kez ondan duymuştum…
ben ki atasözleri ve deyimlerin leblebi yer gibi tam yerinde ve gani gani kullanıldığı bir evin içinde büyümeme rağmen o güne dek hiç duymamıştım o tanımı, o cümleyi, o deyimi böyle tam yerinde…

ibrahim  balkan ,  2001  yılının mayıs ayında  gepgenç iki torununu yok yere kaybettiğinde  olan bitene  aylarca anlam  verememişti  ve bir gece vakti balıkçı patapatları uğultusu içinde  karşılıklı otururken biri yaşlı biri genç iki adam olarak biz , kulağıma eğilip şunu demişti erafı da kolaçan ederek ve gözleri bulutlanıp sesi tarazlanarak ;

“ nasıl  bir    kara  duman  çöktü içimize ,
bilmem ki nasıl dağılır artık….”

bu sözü bu tanımı ilk ondan duymamın üzerinden  neredeyse 15 koca yıl geçti….o zamanlar, 30’lu yaşların başında  ve küçücük iki erkek çocuk sahibi baba olarak duyduğumda bu tanımlamayı tepeden tırnağa ürperirken  gözümün önüne de terkedilmiş metruk bir taştan evin bacasından çıkan kapkara dumanlar gelmişti…dekoru tamamlayacak biçimde de etrafta charles dickens hikayelerinden fırlamış kara sakallı hoyrat bakışlı adamlar dolaşıyordu sanki…

kapkara dumanlar çıkaran terkedilmiş bir metruk  ev…
o evin etrafında dolanan kara sakallı kara bakışlı insanlar…
ellerinde,  hoyratlığın palaları ….
insansızlığın palaları…

yarım asra giden ömrümde ;
çok gördüm onlardan , o kara bakışlı adamlardan…
çok aldım ellerinden palaları…
ama bugün ama yarın
günün birinde gücümün yetemeyeceğini bile bile….

o kadar çoktular ki…
o kadar hızla çoğalıyorlardı ki…

aradan yıllar geçti…
çocuklarım büyüdü, ben yaşlandım, yaş aldım…

dünyanın üzerindeki kara bulutlar çoğaldı…
kara bakışlı insanların sesi de…

ama unutmadım ibrahim balkan’ın o kara duman tanımlamasını…

akşamın bir vakti , yine içime nedenli nedensiz çökerken bir kara duman, elimde televizyon kumandası gezinirken aylak aylak iz tv’de gördüm onları…bir gepgenç çocuk önce o şiirin  muhteşem türkçe çevirisini okuyor sonrasında da  yüzyıllar öncesinin o ağdalı  ingilizcesiyle aslını paylaşıyordu kameraya baka baka…

çeviri can yücel’indi…
şiir shakespeare’indi…
66. sone’ydi…

derken fonda can yücel’in davudi sesi duyuldu….
“ değmez bu yangın yeri / avuç açmaya değmez…”  diyordu….
can yücel  yüzyıllar öncesinin o ağdalı İngilizcesini almıştı eline, evirip çevirmişti ve türkçenin en güzel çeviri şiirlerinden birini armağan etmişti kadir kıymet bilenlere….

iz tv’de izlediğim belgeselde datça’daydı herkes…
kibele gibi kocaman gövdesi ve elleriyle, 1999 yılının ağustosunda ölmüş kocası can yücel’i anlatıyordu güler yücel evinin bahçesinde hala aynı özlemle….ki güler yücel’di zamanın birinde “can’la yaşamak fırtınada yaşamanın ta kendisidir…” diyen…

kızı su yücel “sanat her yerde yapılabilir…” diyordu…

yüzünde sivilceleri olan o genç çocuk  sakin sakin okuyordu can yücel çevirisindeki o dizeleri…

daha önce de izlediğim belgeseli yeniden seyrederken, içimdeki kara dumanın yavaş yavaş dağıldığını hissettim…gözümün önüne bacasından dumanlar çıkan metruk taş bina geldi gene…

ama kara sakallı kara bakışlı adamlar yoktu…
artık ibrahim balkan da yoktu….
herkes bir yerlere gitmişti…
attila ilhan’ın deyimiyle bir acı yel kalmıştı yalnızca…
kara dumanları dağıtan bir yel…

televizyonun önünde dağılan kara dumanları hissede hissede ,   yaktığım sigaranın dumanına baktım…erhan dilligil dayım da öyle içerdi sigarayı …önce uzun silahlı kuvvetler sigarası paketini eline alır, paketin içinden bir dal çıkarır, kemikli parmaklarıyla sigarayı ileri geri hareket ettirdikten sonra çakmağına uzanır yakar ve derin çektiği nefesle bıraktığı dumana uzun uzun bakardı….

ben de erhan dayım’a bakardım…
gençtim, gepgençtim…
mehmet müfit’in o güzelim şiirindeki gibi
“omuzlarıma nal düşecek
hayatı yoracaktım…”

birden belgeselde bir ses duyuldu uzaktan…
denizin kıyısına oturmuş genç çocuklar ablaları/teyzeleri su yücel’i de aralarına almışlar can yücel dizelerinden bestelenmiş en güzel şarkılardan birini mırıldanıyorlardı gitar eşliğinde….

“başka türlü bir şey benim istediğim
ne ağaca benzer ne de buluta…”  

diyorlardı…

dağıldı içimdeki kara duman…
gözümün önünden köh köh öksürükleriyle erhan dayım geçti…
gözümün önünden şövalye yüzüğüyle ibrahim balkan geçti…
gözümün önünden gençliğim kapkara saçlı sakallı toyluğum geçti…
fırladım  uzandığım üçlü koltuktan yazının başına geçtim…

ne diyordu yüzyıllar öncesinden ımmanuel kant ;
“ akıp giden zaman ,
ses çıkarmayan
keskin bir testeredir…”

         ( murat örem / 29 aralık 2015 / ankara…)
                        - resim / şükran pekmezci-


19 Aralık 2015 Cumartesi

1987 yazıydı… sıcaktı… pek sıcaktı… ıstanbul’daydım… bilenler bilir ıstanbul’un sıcağı da soğuğu da dinsiz imansızdır…




1987 yazıydı…
sıcaktı…
pek sıcaktı…
ıstanbul’daydım…

bilenler bilir
ıstanbul’un sıcağı da soğuğu da
dinsiz imansızdır…

üniversitede finaller bitmişti …
pek de umrumda değildi…
aklı bin türlü şeyde olan 
gepgenç bir aşık adamdım….

ömrümün en genç
ömrümün en uzak
ömrümün en ıstanbul
zamanlarındaydım…

kah;
fiziki şartlar bakımından ortalama olsa da
şehrin en merkezi yerindeki şişli/feriköy öğrenci yurdundaydım…
-ki orası  1980 darbesi öncesi yıllarca özel konya yurduymuş…
darbeden sonra kredi yurtlar kurumuna metazori devredilmiş…
aradan çok yıllar geçtikten sonra 2015 mayısında gittiğimde
gecenin üçünde dolaşırken feriköy sokaklarını bir dostla
aynı bina yeniden özel yurt olmuştu…
keser dönmüş sap dönmüştü…
selle gelen kumla gitmişti..-

kah,
arkadaşların evindeydim…

ama  en çok o güzel erhan dayımın leventteki evindeydim…

turnedeydi erhan dayım…
şehir tiyatroları aktörü olarak yine yurdun bir yerindeydi…

rahmetli büyük halamdan kalan kedileri ve çiçekleriyle
döndür döndür dinlediğim o siyah toshiba müzik setiyle
erhan dayımın,  nezahat tanyeri halamın leventteki evindeydim….

o evde;
yaz günlerinde akşam oldu mu
üst kattan piyano sesleri gelirdi…
gönlümün katlarından şiir sesleri gelirdi…
açık pencereden içeri hüzünlü kadın kahkahaları gelirdi…

1987 yazıydı…
bütün gün ıstanbul’la didiştikten sonra
bunaltan sıcaklardan kaçıp
levent’teki eve sığınırdım temmuz’da…

tarihteki tüm  zamanların
en klas ve en alafortanfoni üniversiteli tücccarı 
üniversiteden BİN YILLIK dostum ,  
elbistan’lı hüseyin kal gelirdi bazı akşamlar eve
elleri kolları dopdolu kırmızı yakut şişeleri  
ve burnunun altındaki pos bıyıklarıyla….

çocukluğumun ve gençliğimin en boynu bükük silueti 
bir başka arkadaşım da gelirdi o eve…
ne gariptir ki onun da adı hüseyin’di…

birinci hüseyin (kal)  ne kadar klas 
ve açık denizlerin hayat adamıysa
ikinci hüseyin de o kadar ürkek , kıyı adamıydı…
 
ikinci hüseyin
takım elbiseyle denize girmeyi yadırgamaz !
ama kolundaki saati çıkarmadan yüzünü yıkamazdı…
o hüseyin ki kalın görünen mineli kabuğunu iki cümleyle kırsanız
içinden ağlaması hiç susmayacak bir bebek çıkardı…
 
birinci hüseyin'le biz ikimiz 
çok daha köşeli çok daha net adamlardık.
bırakın bebek gibi ağlamaları, 
istersek kelimeleri bile jilet gibi kullanır
lime lime ederdik en fiyakalı kalantorları....

o gelirdi bu gelirdi…

küçük çaplı bir müzeyi andıran evde
tablolara kitaplara fotoğraflara bakarlardı en çok…

bir köşede efsane kaleci cihat arman’ın halama hediyesi
tarihi rus bardağı dururdu bir maç seyahati hatırası olarak…

ceviz oymalı vitrinin içinde çekoslavak porselenler dururdu…
bir duvarda halamın dönemin cumhurbaşkanı
fahri korutürk’ten aldığı yılın kadın aktrisi ödülü dururdu…

erhan dayımın yaptığı  tablolar dururdu…
1940’ların , 50’lerin varlık cep kitapları dururdu…

ve ben ;
kalabalık da olsam
tek başıma da kalsam
o siyah toshiba müzik setinde
dönüp dönüp “ezginin günlüğü” dinlerdim…
ezginin günlüğü’nün 87 temmuz’unda yeni çıkardığı
“alagözlü yar” albümünü dinlerdim…


alagözlü yar albümü
bence tüm zamanların
en güzel albümlerindendir…

evet , kayıt kalitesi çok kötüdür, sesler boğuktur…
ama  azeri müzik ve kültürünün en güzel eserleri
yeniden neşvü nema bulmuştur
ezginin günlüğü’nün 1987 yılındaki
alagözlü yar albümünde….

ezginin günlüğü
benim ve benim kuşağımdaki
az sayıdaki ismin
yazılmamış
hatta yaşanamamış
tarihidir…

neler yoktur ki o tarihin içinde…

ve alagözlü yar albümünün içindeki
o güzelim azeri türküsünün sözlerinde
anlayana ne çok şey vardır…

“naçaram / çaresizim”
isimli azeri türküsünün
eyvallahlı ve eyvallahsız
sözleri şöyledir ;
yazının sonunda bu türküyü dinlerken
bu sözleri de bir daha okuyun…
sindire sindire okuyun…

“Ezizinem dolan gel
Gülüm derde dolan gel
Namerde boyun eğme
Get gurbette dolan gel

Naçaram men naçaram
Garlı dağı aşaram
Yar gözü yaşlı görsem
Baş götürüp gaçaram

Dolanar geçer zaman
Felek vermir bir aman
Ne dosta itibar var
Ne yarda aht-ü peyman

Naçaram men naçaram
Garlı dağı aşaram
Yar gözü yaşlı görsem
Baş götürüp gaçaram…..”

1987 yazıydı…
sıcaktı…
pek sıcaktı…
ıstanbul’daydım…

2015 kışıymış…
ankara’daymışım….
öyle diyorlar…..

( murat örem / 18 aralık 2015 / ankara….)
 fotoğraflar / 1987 / erhan dilligil evi /bandırma -istanbul feribotunda murat örem-