yıllardır , ne zaman içim sıkılsa hep o
cümle yankılanır zihnimde…
kah
dünyadan, kah ülkemden, kah işimden gücümden, kah kendimden kaynaklanan
nedenlerle; ne zaman kurum bağlasa is bağlasa aklımın kapıları, gönlümün menteşeleri, hep aynı cümle geçer zihnimden…
o
tanımlamayı ilk kez ondan duymuştum…
ben
ki atasözleri ve deyimlerin leblebi yer gibi tam yerinde ve gani gani
kullanıldığı bir evin içinde büyümeme rağmen o güne dek hiç duymamıştım
o tanımı, o cümleyi, o deyimi böyle tam yerinde…
ibrahim balkan ,
2001 yılının mayıs ayında gepgenç iki torununu yok yere
kaybettiğinde olan bitene aylarca anlam
verememişti ve bir gece vakti
balıkçı patapatları uğultusu içinde karşılıklı
otururken biri yaşlı biri genç iki adam olarak biz , kulağıma eğilip şunu
demişti erafı da kolaçan ederek ve gözleri bulutlanıp sesi tarazlanarak ;
“
nasıl bir kara
duman çöktü içimize ,
bilmem
ki nasıl dağılır artık….”
bu
sözü bu tanımı ilk ondan duymamın üzerinden neredeyse 15 koca yıl geçti….o zamanlar, 30’lu
yaşların başında ve küçücük iki erkek
çocuk sahibi baba olarak duyduğumda bu tanımlamayı tepeden tırnağa
ürperirken gözümün önüne de terkedilmiş
metruk bir taştan evin bacasından çıkan kapkara dumanlar gelmişti…dekoru
tamamlayacak biçimde de etrafta charles dickens hikayelerinden
fırlamış kara sakallı hoyrat bakışlı adamlar dolaşıyordu sanki…
kapkara
dumanlar çıkaran terkedilmiş bir metruk
ev…
o
evin etrafında dolanan kara sakallı kara bakışlı insanlar…
ellerinde,
hoyratlığın palaları ….
insansızlığın
palaları…
yarım
asra giden ömrümde ;
çok
gördüm onlardan , o kara bakışlı adamlardan…
çok
aldım ellerinden palaları…
ama
bugün ama yarın
günün
birinde gücümün yetemeyeceğini bile bile….
o
kadar çoktular ki…
o
kadar hızla çoğalıyorlardı ki…
aradan
yıllar geçti…
çocuklarım
büyüdü, ben yaşlandım, yaş aldım…
dünyanın
üzerindeki kara bulutlar çoğaldı…
kara
bakışlı insanların sesi de…
ama
unutmadım ibrahim balkan’ın o kara duman tanımlamasını…
akşamın
bir vakti , yine içime nedenli nedensiz çökerken bir kara duman, elimde televizyon
kumandası gezinirken aylak aylak iz tv’de
gördüm onları…bir gepgenç çocuk önce o şiirin
muhteşem türkçe çevirisini okuyor sonrasında da yüzyıllar öncesinin o ağdalı ingilizcesiyle aslını paylaşıyordu kameraya
baka baka…
çeviri
can yücel’indi…
şiir
shakespeare’indi…
66.
sone’ydi…
derken
fonda can yücel’in davudi sesi duyuldu….
“
değmez bu yangın yeri / avuç açmaya değmez…”
diyordu….
can
yücel yüzyıllar öncesinin o ağdalı
İngilizcesini almıştı eline, evirip çevirmişti ve türkçenin en güzel çeviri
şiirlerinden birini armağan etmişti kadir kıymet bilenlere….
iz
tv’de izlediğim belgeselde datça’daydı herkes…
kibele
gibi kocaman gövdesi ve elleriyle, 1999 yılının ağustosunda ölmüş kocası can
yücel’i anlatıyordu güler yücel evinin bahçesinde hala aynı özlemle….ki güler
yücel’di zamanın birinde “can’la yaşamak fırtınada yaşamanın ta
kendisidir…” diyen…
kızı
su yücel “sanat her yerde yapılabilir…” diyordu…
yüzünde
sivilceleri olan o genç çocuk sakin
sakin okuyordu can yücel çevirisindeki o dizeleri…
daha
önce de izlediğim belgeseli yeniden seyrederken, içimdeki kara dumanın yavaş
yavaş dağıldığını hissettim…gözümün önüne bacasından dumanlar çıkan metruk taş
bina geldi gene…
ama
kara sakallı kara bakışlı adamlar yoktu…
artık
ibrahim balkan da yoktu….
herkes
bir yerlere gitmişti…
attila
ilhan’ın deyimiyle bir acı yel kalmıştı yalnızca…
kara
dumanları dağıtan bir yel…
televizyonun
önünde dağılan kara dumanları hissede hissede , yaktığım sigaranın dumanına baktım…erhan
dilligil dayım da öyle içerdi sigarayı …önce uzun silahlı kuvvetler sigarası
paketini eline alır, paketin içinden bir dal çıkarır, kemikli parmaklarıyla
sigarayı ileri geri hareket ettirdikten sonra çakmağına uzanır yakar ve derin
çektiği nefesle bıraktığı dumana uzun uzun bakardı….
ben
de erhan dayım’a bakardım…
gençtim,
gepgençtim…
mehmet
müfit’in o güzelim şiirindeki gibi
“omuzlarıma
nal düşecek
hayatı
yoracaktım…”
birden
belgeselde bir ses duyuldu uzaktan…
denizin
kıyısına oturmuş genç çocuklar ablaları/teyzeleri su yücel’i de aralarına
almışlar can yücel dizelerinden bestelenmiş en güzel şarkılardan birini
mırıldanıyorlardı gitar eşliğinde….
“başka
türlü bir şey benim istediğim
ne
ağaca benzer ne de buluta…”
diyorlardı…
dağıldı
içimdeki kara duman…
gözümün
önünden köh köh öksürükleriyle erhan dayım geçti…
gözümün
önünden şövalye yüzüğüyle ibrahim balkan geçti…
gözümün
önünden gençliğim kapkara saçlı sakallı toyluğum geçti…
fırladım uzandığım üçlü koltuktan yazının başına
geçtim…
ne
diyordu yüzyıllar öncesinden ımmanuel kant ;
“
akıp giden zaman ,
ses
çıkarmayan
keskin
bir testeredir…”
( murat örem / 29
aralık 2015 / ankara…)
- resim / şükran pekmezci-
Sonsuza dek yinelenen bir "an" içinde zaman nasıl var olabilir ki? Testereyse, insanın kendi kendini öğütüp yok etmesinden başka bir şey değildir.
YanıtlaSil