*"114" ayrı ülkeden günlük ortalama "500" ziyaret !
*her cümle "5846" sayılı yasa korumasında !
*fotolar "ekseriyetle" büyütülebilir !
*sağ alttaki küçük dünya ?

30 Eylül 2013 Pazartesi

nursever tuna ; o benim "sınıf öğretmenim" değil "ilkokul öğretmenimdi..." ve ben mutlu bir öğrenciydim...



Bir önceki yazıda “mutlu bir öğrenci olduğumu dile getirmemi ” yadırgayanlar olmuş ....

Haklarıdır...
Bu duyguyu yaşa(ya)mayanlardan farklı bir tepki  bekleyemeyiz...
Bunun bin türlü nedeni olabilir...
Fakat,  anne baba teyze amca hala dayı...olmuş bu kadar çok insan öğrencilik günleriyle ilgili olumsuzlukları daha çok hatırlıyorsa  yapısal bir mesele var demektir ....

Bu mesele bugüne özgü değildir ve onlarca yıllıktır...

Bu gerçeği bilerek bir kez daha söylemek  isterim ki  ;

“evet, ben mutlu bir öğrenciydim...

derslere ve  içeriklerine ,
konuların anlamsızlığına ,
okulların donanımsızlığına
işgüzar öğretmenlerin kaprislerine
mazrufa değil de zarfa bakan ritüellere
şuna buna ötekine berikine....
daha onlarca şeye,
bütün eğitim hayatım boyunca
 akıl ve ağız dolusu itiraz etsem de ,
ben mutlu bir öğrenciydim...”

Çünkü hakkıyla eğitimci bir ailenin evladı olmanın yanında , tarifsiz  büyük şansım da ilkokulda Nursever Öğretmenin öğrencisi olmamdı...

Nursever Tuna
benim ve onlarca arkadaşımın
ilkokul öğretmeniydi...

Şimdilerde ilkokul öğretmenine  sınıf öğretmeni mi deniyor...

Ama Nursever Tuna benim ilkokul öğretmenimdi...
Ve elli kere adı değişse bile ,
hiçbir tanımın
‘ilkokul öğretmenim’  tamlamasındaki güzelliğin
yerine geçeceğine inanmıyorum...

Bırakın bizim kuşağı , sonraki  kuşakları , aralarında yalnızca  4 yaş olan ve 1990’larda doğan iki evladım bile farklı eğitim sistemleriyle okudular bu ülkede...

Birinin başında oks sallanırken  diğeri sbs piyangosunu çekti mesala en basitinden... 

Aradan geçen 30-40 yılda eğitim öğretimle ilgili her şeyin kendi  de adı da öyle çok değişti ve değiştirildi ki hiçbirimiz yetişemez olduk...

Oysa, bu işler hiç de bu kadar karmaşık değil...
Olmamalı...

Neyse ;
Olan biteni algılamaya çalışsak da takvim işliyor...
Üniversiteler dahil yeni bir eğitim yılı başladı....
Aradan haftalar bile geçti gitti...
Okullar, kayıtlar , öğretmenler , sınıflar belirlendi...
Ders programları üç aşağı beş yukarı oturdu..
Çocuklarımızın lüksü ve çilesi olan okul servisleri düzene girdi...

Aslında, okulların açılması anne babalar için de anılar yolculuğunun kapısıdır...Hiç olmazsa ilk günlerde çocuğunun elinden tutarak okula götürenler  bile kendi çocukluklarına dönmenin hengamesini yaşarlar az ya da çok...

Ben de iki evlat yetiştirirken Nursever Öğretmenimi  hep hatırladım...
Hatırlarım...

Hala da , Nursever Öğretmenimin sesini duymak , Hakkı Hocamla birlikte esenlikte olduğunu bilmek , kendisiyle sohbetler etmek ve bir araya gelip ayrılırken de mutlaka ama mutlaka sevgiyle saygıyla elini öpmek  huzur verir bana...

Bilenler bilir ; aslında el öpmeyi hiç sevmem...
Etraftaki çocukların bakışlarından çıkardığım kadarıyla ve kendime hiççç konduramasam da (!) el öptürecek yaşa da geldim ama el öptürmeyi  de hiç mi hiç sevmem ve beceremem...

Umur ve Arda hariç...
Onlar sakallı bıyıklı kazık kadar adam olmuşlardır
Evlatlarımdırlar  ve kendiliklerinden elimi öperler...
Hem de hakkıyla öperler...
Bu aslında tarifsiz bir sevgi bağıdır aramızda...
Çoğu zaman bunu tatlı bir şımarıklıkla yaparlar ve daha da hoşuna gider bu ritüel hepimizin...

El öpmeyi öptürmeyi hiç sevmem fakat buna rağmen hayatımdaki ikamesiz ve yeri doldurulamayacak insanların elini öpmüşümdür , öperim...

Hem de öyle nazlı nazlı eli çenesine götürüp öpüyormuş gibi yapan edalı gelinler (!) gibi değil , sevgiyle saygıyla  şap şap öperim ve bir de alnıma götürüp tamamlarım ritüeli...

Bu şap şap öpme meselesi de ayrı bir alemdir...
Çocuklarımı da yanaklarından öyle şap şap öpmüşlüğüm çoktur...
Hoş, hala da öyle öperim ya...
Hatta bir keresinde Arda’nın anaokul öğretmeninden ikaz(!) almışlığım da vardır bu şap şap öpme meselesinde...

Hadise şu;
Arda bir gün kıpkırmızı yanakla okula gittiğinde anaokulu öğretmeni sorar ne bu hal  diye ? Arda , babam beni ısırarak öptü der...Yıllar önce Umur’un da öğretmeni olan hanım aramızdaki aile dostluğuna da binaen bir yazı yazar Arda’nın defterine ve babana mutlaka okut der ;

Lütfen oğlumuzu / oğlunuzu  daha kibar öpünüz  yazmıştır hocanım bana hitaben...

Arda yazıyı bana okutur...
Getir oğlum bir kalem derim ...

Büyük bir mutlulukla yazarım birkaç cümleyi ;

“Bir babanın evlatlarını sevgiyle şap şap ısırarak öpmesi, hiç mi hiç öpmemesinden , çocuklarını gözünün görmemesinden, bin kat evladır...
bunu böyle bilmekte büyük yarar vardır...
Arzederim Hocanım...”

Arda’ya sorar ; sen şikayetçi misin bu işten ?
Niye şikayetçi olayım öğretmenim babam o benim,öpmezse üzülürüm  
 der , Arda...

Tatlı tatlı pes eder hocanım...
Babana söyle hem haklıdır hem de hakkıdır  der...

Gökten üç elma düşer...
Parantez kapanır...

Hasılı kelam ;
Nursever Öğretmen de , anne babam dışında , elini  büyük saygıyla öptüğüm çok az sayıdaki insanlardandır...

İlkokulun başlangıcında  bir iki gün gecikmeli şekilde öğrencisi oldum Nursever Öğretmenin...Rivayete göre (!)  “okumak istemiyorum, okula gitmek istemiyorum, çoban olmak istiyorum..” diye diye bahçede geçirmek istediğim  zamanların sonuna gelmiştik...

Okul güzeldi...

Kantinden ıvır zıvır almak da güzeldi...

Ama sınıfa girmek gereksizdi...

O zaman tanıdım Nursever Öğretmenimi...

Sakin, huzurlu , tane tane konuşarak anlatıyordu...

Sen gel aramıza katıl, sevmezsen yeniden konuşuruz diyordu...

Okula “seni uzaktan sevmek aşkların en güzeli” duygusuyla bağlı olduğum (!) ilk günlerden birinde, o zamanların Türkiyesinde hakikaten bulunmaz hint kumaşı olan pilli trenimi de getirmiştim...

Kendi kendine gidiyor, çarptığı yerden geri dönüyor ve kendine yeni bir yol açıyor ve tüm  bunları yaparken de bacasından kokulu dumanlar çıkarıyor, düdüğünü öttürüyor ,  ışığını yakıyordu pilli trenim...

Bugünün şartlarında bir çocuğun 126(!) çekirdek işlemcili bilmemne phonelere sahip olmasından daha manidardı benim o zamanlar öyle bir trene sahip olmam...

Taşkın Hoca, bir Ankara ziyaretimizde , sırf ben mutlu olayım diye,  tabiri tam caiz olacak eşşek yüküyle para vermişti Amerikan Pazarındaki satıcıya  muhtemelen şimdiki çocukların teknolojik olarak yüzüne bile bakmayacağı o pilli tren için...

Vakti zamanında o trene eşşek yüküyle para saymakla elbette kurtulamadı Taşkın Hoca mesuliyetten...

Ben büyüyene kadar,  zamanın japon yapıştırıcıları olan  iki renkli 404’lerle çok tamir etti o treni, dolma kadar pilma pillere de çokkk para verdi  Taşkın Hoca...

Eh, bir oyuncağı satın almakla bitmez ki babaların vazifesi...

Ömür boyu “tamir ve kullanım garantisi “ de vermeniz gerekir babaların haslarındansanız en ıvır zıvır oyuncaklar için bile...

Allah var , Taşkın Hoca hep o gruptan olmuştur...

Ah babalar , ah evlatlar...

Sonra ben büyüdüm baba oldum...
Bu kez ben eşşek yüküyle saçtım paraları kitaplara, kinderlere, actionmanlere, nba figürlerine, model uçaklara, maketlere, legolara...

Muhtemelen o paralarla görmemişler misali şehrin ortasında hırlayarak giden hatırlı bir crossover alırdık...

Laf aramızda hiç de pişman değilim bu paraları savurmuş olmaktan...

Nursever Öğretmenimin işte o günlerin Türkiyesinde beş yıl boyunca  öğrencisi oldum ben...1. sınıftan 5. sınıfın sonuna kadar  hepimize seslenirken “Yavrum / evladım ” diye başladı  hep cümlesine...

Kızdığı , yadırgadığı anlarda bile  dinlemeyi , anlamayı , kıymet vermeyi seçti...

Biz 5. sınıftayken ,  günlerden bir gün , okuduğum kitapların,  içinde olduğum demokratik aile yapısının ve itaat yerine itiraz eden arızalı(!)aykırı kişiliğimin de etkisiyle derse giren müfettişe çocuk aklımla dan dun cümleler kurduğumda hatta eğitim sistemimizle ilgili hesap sorduğumda (!)  bile kendini düşünerek sözümü kesmedi Nursever Öğretmen...

Ama  aynı müfettişin bu çocuğun ailesi kim sorularına gelince sıra,  bir vesileyle yumuşak biçimde oturttu beni yerime...

Muhtemelen ben biraz daha dan dun konuşunca işin rengi değişecekti...Öğretmen çocuğu olduğumu iyice  öğrenseydi o müfettiş bu kez  ucu açık  yeni bir  teftişli serüven bekliyor olabilecekti  belki de hepimizi...

- ah türkiye , tarihin tekerrür ettiği , farklı söze tahammülün , birey olmanın kıymetinin bilinmediği , olan bitene yorum yapmanın kişilere hakaret etmekle bir tutulduğu  ülkem benim...-

Böyle de yürekli bir tarafı oldu hep Nursever Öğretmenin...

Bir de artık anne babam da dahil o güzel atlara binip giden kuşağın öğretmenlerinden olduğu için  öğrencilerinde beğendiği davranışları gördüğünde bile abartıyla dile getirmekten  bizleri  peşin peşin övmekten hep kaçındı...

Yanlış gördüğü konularda çok daha katı ve acımasız oldu ama Nursever Öğretmen...

Mesela , bir arkadaşının parasını çaldığını gördüğü öğrencisine bakarken gözlerinden alevler fışkırdı...

Çocukların olur olmaz  şımartılmaları yerine
öncelikle eksiklerinin  hatırlatılması gerektiğine inanılan
ve  bugün anlıyoruz ki diğerine göre çok daha doğru olan  
maalesef Kaf  Dağının ardında  kalmış
o kendini daha bir bilen Türkiye’nin
güzel öğretmenlerindendi Nursever Tuna da...

Mevsimlerden kışsa, sıralar arasında dolaşırken üşüyen ellerin sahiplerini sobanın yanına gönderirdi hissetirmeden...

Abartıdan hiç hoşlanmadı, masum yalanlara bile asla müsaade etmedi “Yalanın dibi deliktir”  gerçeğini hikayelerle nakşetti zihinlere...

“Yalancı Çoban Hikayesini”  kimbilir kaç kez anlatmıştı bıkıp usanmadan bizlere...

Şimdilerde çocuklarımız hayatı drama yoluyla öğreniyor diye diye tomarla paralar döküyor  ya veliler,   Nursever  Öğretmenin öğrencileri olan bizler  35 yıl öncesinden  yaşamışız  bunu  zaten.…

Her pazartesi, ütülenmiş mendilleri, yakaları ve elleri kontrol eder, bakımını ihmal edenlerin gözlerinin içine bakardı sitemkar biçimde...

Mutlaka bağırıp çağırdığı da olmuştur ama hatırlanacak kadar değilmiş demek ki...

Nursever  Öğretmen’in tüm öğrencileri derslerinde çok başarılı değildi  ama şurası kesin ki  hemen hepimiz çok mutluyduk..
ben de  çok mutluydum...

Bir ilkokul öğretmeninin en temel görevi de bu değil midir zaten...
Öğrencilerinin koşa koşa okula gelmesini başarmak değil midir ?

Hırslı öğrenciler de vardı aramızda benim gibi aklına güvenip gamsızlık yapanlar ve  bin yıldır dolamayan(!)  havuz problemlerine kafa yormak yerine leblebi yer gibi kitap okuyanlar da...

Herkes farklı yanıyla özeldi Nursever Öğretmen  için...

Şimdilerde “Çoklu Zeka Kuramı” üzerine çoğu üfürme olan sayfalarca yazıyla, onlarca kitapla karşılaşıyoruz ya, tam da doğrusunu  yaparmış  Nursever  Öğretmen yine 35 yıl  öncesinden....

Nursever Öğretmenimiz çok şey öğretti öğrencilerine içlerinde okuma yazma, sayılar, paylaşmak  ve  halden anlamak da olan....

Öğrencilerinin büyük çoğunluğu çoluk çocuk sahibi ve ne demekse öne çıkan mesleklerin sahibi bugün,   benim gibi lafı bitmeyenler de dahil...

Birkaç ay önce “küt” diye aramızdan ayrılan Şücai’nin de öğretmeniydi Nursever Öğretmen ;  insan denen canlı türünün en gizemli organları üzerinde kafa patlatırken ahde vefayı acaba unuttu mu ? diye aklımıza takılan az sayıdaki başkalarının da ....

Sayıları çok az olan bazıları ‘bugün hava bulutlu’ der gibi sıradan cümlelerle söz etseler de Nursever Öğretmenlerinden, çok  büyük çoğunluğumuz artık ellili yaşlara giderken bile, zamanında küçücük çocuklar olarak  onun öğrencisi olduğumuz  günlerin  hayatımızın en büyük hediyelerinden biri olduğunu unutmadık...

Ben mesela hiç unutmadım...

Yeni bir eğitim yılının daha ilk günlerinde kaldırın başınızı;
hala bin bir farklı imkan(sızlıklar)  içinde küçücük çocuklara kutup yıldızı olmaya çabalayan  elleri öpülesi ne çok Nursever Öğretmen göreceksiniz...

Galiba iş,  görmekten daha çok görmeyi bilebilmekte...
Bunu istemekte...

( murat örem / 30 eylül 2013 / ankara...) 

meraklısı için ;   yazının başında atıf  yapılan bir önceki " taşkın hoca...."   yazısı... 
http://yedigunyazilari.blogspot.com.tr/2013/09/taskn-hoca-sart-kipine-bagl-uzun-ve.html


26 Eylül 2013 Perşembe

babam taşkın hoca; şart kipine bağlı :) uzun absürd ve "güzel mi güzel" bir gençlik hikayesi...



Küçüğü bile  üniversite kapısına gelmiş,  büyüğü çoktan üniversiteli olmuş iki erkek evladın babası olarak bugünden baktığımda söylemek isterim ki;

Ben, çok mutlu bir öğrenciydim...

İlkokulun ilk günlerinde “okula gitmek istemiyorum çoban olacağımmm” diye ağlayıp zırladığımı söyler etrafımdakiler ama muhtemelen tevatürdür :))) 

Okul denen yerlere aşinaydım,  küçücük  yaşlarımdan beri...

"Muallimdi" çünkü annem babam ve en yakın akrabalarımız...

Küçüklüğümden beri çok girdim okul kapılarından içeri...

Neredeyse,  
çocuk aklımla,  her çocuğun anne babasının muallim olmasının
şart kipine bağlandığını düşünecek kadar ! kalabalıktı.  etrafım
 muallim ve muallimelerle....

1970’lerin başlarındaki köy okullarının sıcaklığını da  gördüm ufarak teferekken, efsane Balıkesir Lisesi ve Galatasaray Lisesi’nin Müze  kıvamındaki  koridorlarında da yürüdüm...

İnebey İlkokulu , Susurluk Ortaokulu ve Susurluk Lisesi
bütün arkadaşlarım gibi zaten benim çöplüğümdü...
Okulumdu...
çok sevdiğim okullarımdı....

Anne babam  ve kuşaktaşları  hiç  meslek olarak görmediler muallimliği...

Yaşam biçimleriydi onların muallimlik , muallimelik......
Dolayısıyla ucundan kıyısından biz evlatlarının da...

Evimizde mesela, bir kere  bile , maaş azlığından yakınılıp
“bu kadar paraya bu kadar öğretmenlik yapılır..”
cümlesini kurmadı ne annem ne babam...

Para odaklı ders verdiklerine  de hiç şahit olmadım...

Rica üzerine ders çalışmaya gelen çocuklar başarılı olduklarında da teşekkür kıvamında getirilen hediyeleri  kibarca reddettiler...

Hediye deyince de külliyatlı bir şeye gitmesin aklınız....
Bir tepsi, bir nevresim takımı , bir kalem seti, porselen vazolar şunlar bunlardı getirilenler...

Türkiye herkesiyle  daha kanaatkar günlerin içindeydi...
Gözleri, ruhların  açlığı bürümemişti....

45 yıl geçti aradan, kendimi bildim bileli evlat olarak çok çatışıp didiştim babamla, annemle...

Kah sabun köpüğü oldu didişmelerimiz, kah dumanlar, alevler  çıktı ağızlarımızdan...

Şimdilerde biraz biraz durulduk hepimiz...
Ama hala  severiz bu işi...(!)
Eh, Allah var , antrenmanlıdır  (!)  bütün taraflar hala en keskin didişmelere...

Fakat, gurur duyarak söylemeliyim ki , idealleri, ideaları, ülküleri, hedefleri olan öğretmenlerdi annem babam , bir çok yaşıtları gibi...

Mesela babam , lisenin belki en otoriter , en sert  hatta nemrut görünen ama aynı zamanda en sevilen, en babacan,  en sözü dinlenilen,  iyi hem de çok iyi öğretmenlerinden, dahası eğitmenlerindendi...

Büyüdükçe daha bir iyi anladım ve  etrafımdan da çok duydum ki;  1970’lerin Türkiyesinde  köyden gelen  nice öğrencinin elinden tutmuştu, nice fakir öğrencinin yolunu açmaya çalışmıştı kah akıl vererek, kah tatlı tatlı kulak çekerek , kaşını çatarak kah da meslektaşlarıyla küçük çaplı insanlık muharebeleri yaparak babam Taşkın Hoca...

Öğretmenlikte kalmamıştı ufku,
Eğitmen de olabilmişti...
İnsanlığı,  zaten bakiydi...

Mesela çocukluğumun gecelerinden birinde;  zili çalınan kapımızın  arkasından iki gözü iki çeşme Taşkın Hocasının minnetle eline sarılmaya çalışan kocaman bir adam silueti vardır hala...

Sonradan söylemişti babam ; lisede iyi bir sporcu olan,  fakir ve imkanları çok sınırlı öğrencisinin tek dersten atılmanın eşiğine geldiği zamanda öğretmenler toplantısında masmavi gözlerini belerte belerte “bu çocukları kazanmak topluma kazandırmak  için çırpınmayacaksak biz niye varız” diye diye etrafıyla kavgalar ettiğini, ve herkesi  lisanınca ikna (!) ettiğini...

İşte gecenin yarısı kapımızı  çalan, zamanında babamın,  geleceği kararmasın  diye hakkında kavgalar ettiği  o genç adamdı...

O liseli genç, mezun olmuş, diplomasının da sayesinde işe güce girmiş , çoluk çocuğa karışmış ve bir vesileyle de Taşkın Hocasının vakti zamanındaki bu çabasını yıllaaar sonra duymuştu...

Duyduğu gibi de kapımıza dayanmıştı gecenin yarısı demeden...
Minnetle...
Saygıyla...
Hürmetle...
Kadir kıymet bilme duygusuyla...  
dayanmıştı kapımıza...

Ben de yaşadım böyle olayları...
Taşkın Hocam sağolsun...
Babam sağolsun...

Netameli zamanlarıydı Türkiye’nin...
80 darbesinin üzerinden 6-7 yıl geçmişti...

Tam o günlerde İstanbul’da öğrenciyken ben , gecenin bir vakti çıktığım Şehir Tiyatrolarının bulunduğu  Taksim’den Feriköy’e yürürken Harbiye’de bulunan Türk Hava Yolları bürosunun  içindeki polis yolumu kesti “dur” diyerek...

Gecenin yarısına doğru yolu kesilen biri ne hissederse onu hissettim elbette ben de gepgenç bir adam olarak...
Durdum...
“Sen” dedi  “Taşkın Hoca”nın oğlu musun ?

Her şey sürreal bir film karesi gibiydi...
Kafka hikayeleri gibiydi...

Gecenin yarısında sakin sakin yurduna gitmeye çalışan bir genç  adamın yolunu “dur” diyerek polis kesiyordu...
O genç  adam bendim...
Ve küt diye babamın ismini söylüyordu...

Saliseler içinde bin türlü şey geçti aklımdan...
Evdekilere bir şey mi oldu...
Peki olduysa bu adam nereden bilebilir ? misali...

“Evet, oğluyum...” dedim geveleyerek....

“Ben babanın liseden öğrencisiydim” dedi...

Gene bin türlü şey geçti aklımdan saniyeler içinde...

Tamam, Taşkın Hoca benim babamdı, öğrencileri onu  çok severdi ama olur ya körün değneği gibi bir de sevmeyen çıkabilirdi...
Hayat böyle bir şeydi...(!)

Ve , şimdi gecenin bir  yarısı , bana “dur”  diyen, belinde silah da olan kişi ,  kainattaki babamı sevmeyen o  tek bir  kişi olabilirdi...

O zaman kaderimizi yaşayacaktık karşılıklı ...
“Hadi bakalım murat..” dedim...

Ben bunları düşünürken  “dur” diyen kişinin yüz kasları gevşedi saniyeler içinde...Yüzüne de atomu parçalamış bir bilim adamı huzuru oturdu ve konuşmaya başladı ;

“Ben babanı çok severim...Şimdi işim gücüm varsa, babanın sayesindedir, ben lisedeyken çok yuva bir öğrenciydim...  -bilmeyenler için not ; yuva kelimesi özellikle egede hala az çok kullanılır...kural tanımaz ama sevimli bir yanı da olan genç insanlardan böyle bahseder büyükler  biraz sitemle, biraz kızgınlıkla ve sevgiyle..-

Baban yeri geldiğinde defterleri tatlı tatlı kafamızın üzerinde gezdirerek de(!)  olsa,  benim gibi çok çocuğun elinden tutmasıydı,  biz kaybolup giderdik...
Ne okurduk ne okumanın kıymetini bilirdik...
Ne de iş güç sahibi olurduk...
Taşkın Hocam bir tanedir....
Ben,  polisim ve hala üniversite de okuyorum” dedi...

Hayati tehlikeyi atlatmıştım...(!)
Şimdi atak sırası bana geçmişti ...

Hikaye mutlu sonla bitmeye adaydı...
Asayiş berkemaldi...

Gökte yıldızlar vardı...
Ayın altında kağnılar gidiyordu...
- yok yok öyle değildi galiba ; harbiyeden şişliye tek tük arabalar gidiyordu..-

Biraz ona takılmanın  zamanıydı artık...

Sen, ağabey” dedim “saatin kaç olduğunu biliyor musun ?”
Cevabı beklemeden tamamladım ; Taşkın Hocanı sevmeye devam et ama kimsenin yolunu da durduk yere “dur” diyerek kesme...Sevgiyi göstermenin, soru sormanın , merakını gidermenin daha güzel yolları var, sen polissin ve birilerine bu tonda dur dediğinde kimsenin aklına iyi şeyler gelmez pek...daha sakin yolları  dene bundan sonra...

Karşımdaki gülen yüz soldu, soldu, mahcubiyet içinde haklısın yahu...kaş yapalım derken göz çıkarıyorduk...  dedi...

Psikolojik üstünlüğü elime geçirdiğim duygusuyla yeni bir atağa hazırlanırken ben, karşıdan  kontra atak geldi...Kolumdan tuttu ve  “çay içmeden gitmek olmaz” cümlesini kurdu karşımdaki kişi...

Kafamda , daha az önce  çıktığım Keşanlı Ali Destanı oyunundaki Haldun Taner replikleri uçuşurken, hayat beni kieslovski filmlerinden birinin içine çekmişti sanki...

Bilenler bilir , kieslovski filmlerinin olmayan  kahramanları
sonsuz bir hareketsizlik içinde hareketli durarak  yaşarlar...
yaşamalarının tek şansları yaşamıyor gibi yapmalarıdır...

Bu metodu mu denemeliyim acaba derken kendi kendime,  ağzımdan “Ben çayı hiç sevmem”  cümleleri çıkıverdi...

Hakikaten hiç sevmezdim o zamanlar çayı...
Çayı sevenlere de acıyarak bakardım...
Meğer insan yaşlanınca çayı bile sevebiliyormuş...(!)

“Sen benim çayımı içersen,  seversin” dedi...
Şimdi artık galaksi değiştirerek ertem eğilmez filmleri aşamasına geçmiştik...

Taşkın Hocamın kızdığı zamanlarda çok söylediğine şahit olduğum için benim de kullandığım “ la havle vela kuvvete...” cümlesi geçti zihnimden...

“sen benim,  senin çayını seveceğimi nereden biliyorsun...
Senin taşkın hocanı çok seviyor olman benim de senin çayını sevmemin mütemmim cüzü mü oluyor ?
artık beni kendi halime bırak...
bak tiyatro oyunundaki izmarit nuriyle, şerife bacıyla , keşanlı aliyle kafam çok meşgulken yolumu kestin, dur diye haykırdın, taşkın hocandan bahsettin ve tüm bunlar yetmiyormuş gibi senin çayını seveceğimden emin olduğunu söyledin...
ve elin hala kolumu tutuyor...
beni bırak yoksa polis çağıracağım ...”
dedim..

         “Efendim anlamadım, ben zaten polisim, sen niye polis çağıracaksın” dedi...

Artık yerçekimsiz bir dilde konuşuyorduk...
Matineler suareler bitmişti....
Gülüyorduk....

“ Bildiğim tek şey Taşkın Hocanın öğrencisi olduğun...Onu çok sevdiğin...Taşkın Hocanın benim de bin yıllık babam olduğu..Bütün bunları seninle saniyeler içinde çok gerçeküstü biçimde paylaştık...Artık yoruldum ve sıkıldım...Vazife ve selahiyetler kanununa aykırı davranmak , sana saygısızlık yapmak istemem...ama beni ilgilendiren işin yalnızca bu kısmı...ve ben gidiyorum...”
dedim...

Cebimden sigara çıkarmaya çalışıyordum bir taraftan da...
İstanbul’un bahar akşamlarından biriydi...
Koştu gitti içeriden bir sigara paketi aldı...
Sigaraları yaktık...

İkimiz de daha bir gülmeye başlamıştık...
“insan gurbetteyken böyle oluyor işte”  dedi...
İstanbul ne zamandan beri gurbet olmuştu...

Bir daha içeri gitmeye hazırlanırken başıma geleceği tahmin ederek “yahu abicim kaç kere söyleyeceğim ben çay sevmem hatta nefret ederim ”  dedim...

“Benim çayımı bir iç seversin...” dedi...
“Ah benim sarkık bıyıkları altından gülen halkım...” dedim..

Ve keskin bir hamleyle “iyi nöbetler” diyerek yürümeye koyuldum...
Çay içerde kaynıyordu ve paçayı kurtarmıştım...

Arkamdan hala seslendiğinde  şunları diyordu ; “ biliyor musun senin Taşkın Hocamın oğlu olduğunu nereden anladım...çünkü yürüyüşünüz birbirinin tıpatıp aynısı...”

Hani,  çocukluktan beri yürüyüşüm , çatık kaşım, hızla aklaşan saçlarım dahil anne tarafıma çok benzetilmiştim ama bu pek nadir bir durumdu...

Ayrıca yürüyüşümle de  Taşkın Hocaya  benzetilmek  çok da gurur vermişti...

Feriköy Öğrenci yurdunun bulunduğu sokağa saptım...
10 dakikalık daha yolum vardı...
Uzaklarda, çok özlediklerim  vardı...

Cebimde her zaman olduğu gibi  param vardı...
Aklımda bunuelin, tarkovskinin , bergmanın filmleri vardı...

Yürüye yürüye yurdun kapısına varmak üzereyken Haldun Dormen Tiyatrosunun önünde bir bimekan (evsiz) kesti yolumu , efendice...

Kafam kıyak ver bir cıgara dedi...
Benim kafam  senden daha az kıyak değil, çekil önümden dedim...
Biz eskiden böyle kaba muamele görmezdik, ah eski İstanbul dedi...

Kenara çekildi, oturdu, ağlamaya başladı...

Kısa bir şaşkınlığın ardından yanına gittim, süt dökmüş kediler gibi eğildim,  bir zamanların efsane sigarası pembe beyaz maltepe paketini cebimden çıkardım...

Daha o zamanlar özür dilemenin erdem olduğunu bilecek kadar büyümediğim için geveleyerek “bu sende kalabilir” diyerek paketi uzattım...

“Ben dilenci değilim beyefendi..” dedi kibarca..
iki dal sigara çıkardı paketten ve kalanını bana geri uzattı...

Hikaye sürüyordu...
Sürrealizm sürüyordu...
Yeni Dalga sineması sürüyordu...
Fakat ortada cast ( film çekim sırası) yoktu...
Hatta belki kasıt da yoktu...

“Ben bu gece beyefendi değilim...ionesco oyunlarının karakteri misali absürd   bir hikayenin içine düşmüş yorgun jönüyüm...gergedanıyım...
reca ederimm...alınız...alınganlık yapmayınız...
birazdan kimin sahne alacağı belli olmaz bu gidişle ....dedim...

10 adım daha atarak yurdun kapısından içeri girdim...
Gece bekçisi Selami camdan 3 mektup sallıyordu bana...
Gündüzden bana  gelen üç mektup,  Selami’ye verilecek en az üç dal sigara ve ısmarlanması gereken üç bardak neskahvesi (!) daha demekti...

Bununla da bitmedi ;
Selami pokerde eli artıran babyfaceler gibi daha kallavi sırıtarak bu da sana gelen kargo bak kenarda duruyor dedi...

Artık kesindi...
Pembe beyaz maltepe paketiyle  hemen o anda vedalaşıp selami'ye hediye etmek yetmeyecek , bir de yarın Selami’ye ekistıradan  uzun deve (CAMEL)  sigarası bulunacaktı...

Marifet iltifata tabiydi...
Asurlulardan , Hititlerden hatta hatta İnkalardan beri
değişmemişti bu kural...

Üç katı ışık hızıyla çıkıp yatağına girdiğinde kabuslu gün bitmiş olacak murat dedim kendi kendime...

Odaya girdim ...

Gökhan , kötü gitarıyla Bulutsuzluk Özlemi şarkıları çalıp söylediğini sanıyordu her zamanki gibi...İyi çocuktu ama bombok sesi vardı..

Erol yatağında yoktu , odalardan birinde anahtarı kaybolmuş asma kilidi elindeki telle her zaman yaptığı gibi tık diye açmanın arifesindeydi...anahtarını kaybeden herkes Erol'u bulurdu dolabını açtırmak için...Bu yeteneği sayesinde dört yılda dört paket sigara parası vermemişti Erol...İyi bir mimarlık öğrencisiydi ve yıllar sonra karşılaştığımızda 2600 beygirlik gemi yavrusu kılıklı arabasının camından bana ilk cümlesi şu olacaktı “ hocam sana hep dedim ; açılmayacak kilit yoktur...”

Emin, gazeteyi yalnızca borsa haberlerini takip etmek için alırdı ve yine yatağının içinde otaş, lotaş, lüpaş , löpaş , mutaşşş hisselerine bakıyordu cıklayarak...

Aytekin , adı huysuza çıkmış Aytekin , “murat hocam patlat bi türkü” diyordu...Patlatacam ama herhalde bu türkü olmayacak Aytekin diyordum...

Yusuf, tek bir gömleğini yıkıyordu leğenin içinde...Tek bir gömlekle sene değil ay bile kaybetmeden  uçak mühendisliğini bitirecek dünyanın sayılı üniversitelerinden birinde dekan olacak ve ömrü boyunca tek renk gömlek giyecekti,  ta ki bir uçak kazasında yeni zelandanın üzerinde ölene dek...

Bülent , o güzel kirpikli kara eşek gözlü çocuk uyuyordu her zamanki gibi sakin sakin...Aradan üç yıl geçtikten sonra  sonsuza dek uykuya dalacağını hiçbirimiz bilmiyorduk daha...

Hızla soyunup mavi basma desenli yurtkur yorganının altına girmem için saniyeler kalmıştı...
ki.....

Hışımla girdi içeri  Yavuz...
“ yahu murat nerdesin ,  tüm arkadaşlar bütün gece kafa patlatmışlar , yurt temsilciliği için senin ortak aday olmanda karar kılmışlar , sen de itiraz falan etmeyecekmişsin ... ” dedi...

Tam,  arkadaşlarının, arkadaşların ve dahi arkadaşlarımın hepsine selam söyle benim yeni delhi’den akrabalarım gelmiş....boğazdan ev almışlar artık orada yaşayacağım..its not my pırablım ...ayrıca pekin’deki amcam da dün gece itibariyle astronot olarak taklamakan çölüne uçmuş :))) benden ortak aday falan olmaz...
beni bende aramayın ben bende değilim yiğidim...”
cümlesini kuruyordum ki  bu kez kapıda Ercan belirdi ve şunları dedi ;

“murat sen sevmezsin çayı ama 
ben demleyince başka olur, içeceksin ”  

anlaşılan fragman bitmiş film yeni başlıyordu...
bu kadarı fazlaydı artık...
yapılacak tek şey vardı...

hepiniz bi  S...R olun gidin...
benden size yar olmaz...
olsa vefakar olmaz.” demek...

yapamadım...
çünkü;
taşkın hocam durduk yerde argo konuşanı sevmezdi...
müjgan hocanım hiç sevmezdi...

onlar iyi öğretmenlerdi...
hakiki muallimlerdi...
bizi de böyle yetiştirmişlerdi...

laf aramızda o zamanlar ben de  argoyu pek sevmezdim...
ama edebiyatı severdim...
şimdi hem edebiyatı seviyorum hem de argoyu...

bir de anıları seviyorum...

ama edebiyatın da 
anıların da  hakikisi olacak...
iyisi olacak...
muallim ve muallime güzelleri 
taşkın hocalı, müjgan hocalısı olacak...

öyle işte...

( murat örem / 26  eylül 2013 / ankara....)