Yaklaşık iki ay önce “
çünkü eşyalar gibi zihinlerin üzeri de
toz tutar zamanla”
başlıklı yazıda haberini vermiştik ; bundan sonrasında da arada sırada
böyle minik sürprizlere de, konuk sanatçılara da (!) hazır olun….diyerek...
İşte Ayşın Örem Alptekinoğlu’nun
kaleminden lezzetli bir yazı daha...
Ayşın benim kardeşimdir
ama bu yazıların yayınlanması kardeş kontenjanından değil kaleminin klavyesinin gücüyledir....
Biri, çok ciddi bir araştırma ve tez içeren iki
kitabının emeği ve onlarca hikayesinin,
yazısının ve dilinin ustalığıyladır bu yazıların bu blogda yer alması....
Şimdi , yavaşça içeri
buyrun ve eskişehirli yazının tarifsiz lezzetine varın....
( murat örem / 02 eylül 2013 / ankara
)
.................
eskişehir ; yılmaz
hocamın ve benim (de) memleketim...
“ Üniversiteyi bitireli neredeyse 20
oluyor. Aradan geçen zamanda çok
şey değişti, artık üç kişilik bir ailenin annesiyim…
Şimdi bile her şey çok üstüme
gelince gözümü kapadığım anda
Eskişehir’de, ömrümün en farklı , en güzel yıllarını geçirdiğim o şehirde hayal ediyorum kendimi.
Kâh öğrencisi olduğum Anadolu Üniversitesi’nin İletişim Bilimleri
Fakültesi’nin önündeki çimlerin üstünde sohbet ederken kâh Eskişehir’in meşhur Hamam yolundaki dükkanlarının önünde avarelik ederken mesela....
Plakası 26, alan kodu 222, uçak seslerinin hiç eksilmediği, içinden
Porsuk’un geçtiği şehir, Eskişehir…
İlk anda kendisinden kaçılmak istense de
sonrasında kilometre uzaktan bile
çok özlenen şehir, Eskişehir…
Soğuğu, ayazı, tozu toprağıyla yıllar geçtikçe daha da sahiplenilen
öğrenci memleketi....
Memleketim Eskişehir…
1980’lerin sonuna doğru
Eskişehir’de üniversiteli olduğumda
jetonla çalışan telefon kulübelerinin önünde, sevdiklerimin sesini
duymak için çok sıra bekledim ben.
Gece yarıları yurt odasında küçük pilli radyomla Ankara Radyosu’nun yaptığı ‘Gecenin İçinden’ programını da çook
dinledim...Yarışma sorularını bilerek kitaplar da kazandım...
Kazandığım kitapları maliye’ye bildirmediğim ve bu konuda uyarılmadığım
için aylar sonra kazandığım kitapların ederinin beş katı ceza da ödedim ama....
Yani, işin doğrusu , ben ödemedim de,
abim sağolsun dedim....
O da “ ah benim başımın derdi, üç
kuruşluk faydan yok bari zararın da olmasaydı” diye diye ödedi...
Şimdilerde çifter hatlı cep telefonlarıyla, internetle istedikleri an dünyanın dört bir yanına ,
sevdiklerine ulaşanlara böylesi programların o günlerdeki paha biçilmez
kıymetini nasıl anlatabilirim ki …
O yılların Anadolu
Üniversitesi’nin kampüsünden içeri
girince kapının , sağ tarafında yıkıldı yıkılacak gibi duran PTT’yi de hala unutmadım... Kurşunkalemin ucuyla
işaretlenmiş gibi bakan gözleriyle, “Benim
de çocuğum var. O da sizin gibi okumak için gurbette” diyen görevliyi de…
Yurt yaşamının hayatı ve insanları kanırta kanırta öğrettiği Eskişehir’de
öğrenciyken, gece sevdiğinden ayrıldığı için
hüngür hüngür ağlayıp sabah
hiçbir şey olmamış gibi saçlarına fön çeken kızları yuvasından fırlamış gözlerle de izledim
mesela.
Bir de yamuk yumuk saksılarda yaşatmaya çalıştığımız çiçeklerin, “Yurt kurallarına aykırı” diye çöpe
gidişini de unutamadım. Fakülte hizmetlisi
Halil Ağbi’nin “Yiğenim ananı
babanı aramak istersen, bende jeton var, piyasadan biraz pahalı amma aklında
bulunsun ” demesindeki güveni
bugünün kameralı ve çok sükseli cep telefonlarında da bulamadım hala.
Esnaf Sarayı’ndaki Mehmet’in “Öğrencisin sen, sevdiğin şarkıları yaz,
ben onları kasete çekerim, çok da para almam senden” cümlesi, insanlara
olan inancımı pekiştirdi çok yıllar önce...
Hepsi tarih olan Arı ve Kılıçoğlu
Sinemaları’nda o zamanlar sevdiğim kişi on küsur yıldır da kocam
olan adamla izlediğim filmlerin
tümünü kendimi azıcık zorlasam bugün
bile hatırlarım inanın ki…
Şimdilerde kimse komşusuna çat
kapı gidemiyor ya, biz Eskişehir’de öğrenciyken paramız neye yetiyorsa onu alıp
bir arkadaşımızın evine akşam yemeğine gitmenin mutluluğunu çok yaşadık…
Acı çekiyormuş gibi gülen, profesör olmak için gün sayan ve aramızdaki adıyla Kel
Hakan’ın elinden çıkan, “Ezogelin-
Mercimek Çorbası Karışımını” nın
tadı da damağımda hala.
Bin bir çabayla ailelerimizi ikna
edip Gür-Emek Sitesi’nde kiracı
oluşumuzun sevinci, çalışma yaşamımda aldığım bütün terfilerden daha önemli
oldu benim için.
Gençtik, Eskişehir’deydik....
birbirimizin annesi, babası, ağbisi,
sevdiği, kardeşiydik...
ve paylaşacak çok şeyimiz vardı.
önümüzde hiç bitmeyeceğini sandığımız dostluklar vardı...
Bilenler bilir, Eskişehir’de kışın bozanın hası Karakedi’de
içilir, bardakta kalan kısmı kaşıkla sıyrılır , fırında sütlaç yenir … Çiğ
böreğinse mevsimi yoktur…
Eskişehir, insanı sarıp sarmalayan, kimsenin birbirini rahatsız etmediği,
şimdilerde içinden tramvay bile geçen şehir… Porsuk ve çevresinin başta bir kent görüntüsüne büründüğü, hayatın öğrenci kesesine göre ayarlandığı memleket....
Ha, bu arada unutmadan,
“iki şey
var ancak ölünce unuturuz yüzünü
Bir anamızın
iki büyüdüğümüz şehrin yüzü” der ya şair Nazım Hikmet,
Eskişehir benim hem
büyüdüğüm hem de büyümeyi hiç istemediğim bir şehirdir…
Bir güzel şehirdir…
Eskişehir’dir ve ben bugün uzaklardayken bile özlemeye anlatmaya doyamam
onu, yıllar yıllar sonra bile....”
( ayşın örem
alptekinoğlu’nun akide şekeri tadındaki kalemiyle...)
- fotoğraf /
eskişehir / adalar / nafiz emre konuralp -
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder