*"114" ayrı ülkeden günlük ortalama "500" ziyaret !
*her cümle "5846" sayılı yasa korumasında !
*fotolar "ekseriyetle" büyütülebilir !
*sağ alttaki küçük dünya ?

2 Eylül 2013 Pazartesi

eskişehir ; yılmaz hocamın ve benim (de) memleketim...


Yaklaşık iki ay önce “ çünkü eşyalar gibi zihinlerin üzeri de  toz tutar zamanla”  başlıklı yazıda haberini vermiştik ; bundan sonrasında da arada sırada böyle minik sürprizlere de, konuk sanatçılara da (!) hazır olun….diyerek...

İşte Ayşın Örem Alptekinoğlu’nun kaleminden lezzetli bir yazı daha...

Ayşın benim kardeşimdir ama bu yazıların yayınlanması kardeş kontenjanından değil kaleminin klavyesinin gücüyledir....

Biri,  çok ciddi bir araştırma ve tez içeren iki kitabının emeği ve onlarca hikayesinin,  yazısının ve dilinin ustalığıyladır bu yazıların bu  blogda yer alması....

Şimdi , yavaşça içeri buyrun ve eskişehirli yazının tarifsiz lezzetine varın....
( murat örem / 02 eylül 2013 / ankara )

.................

eskişehir ; yılmaz hocamın ve benim (de) memleketim...

“ Üniversiteyi bitireli neredeyse 20  oluyor. Aradan geçen zamanda  çok şey değişti, artık üç kişilik bir ailenin annesiyim…

Şimdi bile  her şey çok üstüme gelince  gözümü kapadığım anda Eskişehir’de, ömrümün en farklı , en güzel yıllarını geçirdiğim o şehirde  hayal ediyorum  kendimi.

Kâh öğrencisi olduğum  Anadolu Üniversitesi’nin İletişim Bilimleri Fakültesi’nin önündeki çimlerin üstünde sohbet ederken  kâh Eskişehir’in meşhur  Hamam yolundaki dükkanlarının  önünde avarelik ederken mesela....

Plakası 26, alan kodu 222, uçak seslerinin hiç eksilmediği, içinden Porsuk’un geçtiği şehir, Eskişehir…

İlk anda kendisinden kaçılmak istense de  sonrasında kilometre uzaktan bile  çok özlenen şehir, Eskişehir…

Soğuğu, ayazı, tozu toprağıyla yıllar geçtikçe daha da sahiplenilen öğrenci memleketi....

Memleketim Eskişehir…

1980’lerin sonuna doğru  Eskişehir’de üniversiteli olduğumda  jetonla çalışan telefon kulübelerinin önünde, sevdiklerimin sesini duymak için çok sıra bekledim ben.

Gece yarıları yurt odasında küçük pilli radyomla Ankara Radyosu’nun yaptığı  ‘Gecenin İçinden’ programını da çook dinledim...Yarışma sorularını bilerek kitaplar da kazandım...

Kazandığım kitapları maliye’ye bildirmediğim ve bu konuda uyarılmadığım için aylar sonra kazandığım kitapların ederinin beş katı ceza da ödedim ama....
Yani, işin doğrusu , ben ödemedim de, abim sağolsun dedim....
O da “ ah benim başımın derdi, üç kuruşluk faydan yok bari zararın da olmasaydı” diye diye ödedi...

Şimdilerde çifter hatlı cep telefonlarıyla, internetle  istedikleri an dünyanın dört bir yanına , sevdiklerine ulaşanlara böylesi programların o günlerdeki paha biçilmez kıymetini nasıl anlatabilirim  ki …

O yılların  Anadolu Üniversitesi’nin kampüsünden  içeri girince kapının , sağ tarafında yıkıldı yıkılacak gibi duran PTT’yi de hala  unutmadım... Kurşunkalemin ucuyla işaretlenmiş gibi bakan gözleriyle, “Benim de  çocuğum var. O da sizin gibi  okumak için gurbette” diyen görevliyi de…

Yurt yaşamının hayatı ve insanları kanırta kanırta öğrettiği Eskişehir’de öğrenciyken, gece sevdiğinden ayrıldığı için  hüngür hüngür ağlayıp sabah  hiçbir şey olmamış gibi saçlarına fön çeken kızları  yuvasından fırlamış gözlerle de izledim mesela.

Bir de yamuk yumuk saksılarda yaşatmaya çalıştığımız çiçeklerin, “Yurt kurallarına aykırı” diye çöpe gidişini de unutamadım. Fakülte hizmetlisi  Halil Ağbi’nin “Yiğenim ananı babanı aramak istersen, bende jeton var, piyasadan biraz pahalı amma aklında bulunsun ” demesindeki güveni  bugünün kameralı ve çok sükseli cep telefonlarında da bulamadım hala.

Esnaf Sarayı’ndaki  Mehmet’in “Öğrencisin sen, sevdiğin şarkıları yaz, ben onları kasete çekerim, çok da para almam senden” cümlesi, insanlara olan inancımı pekiştirdi çok yıllar önce...

Hepsi tarih olan Arı ve Kılıçoğlu  Sinemaları’nda o zamanlar sevdiğim kişi on küsur yıldır da kocam olan adamla  izlediğim filmlerin tümünü  kendimi azıcık zorlasam bugün bile hatırlarım inanın ki…

Şimdilerde  kimse komşusuna çat kapı gidemiyor ya, biz Eskişehir’de öğrenciyken paramız neye yetiyorsa onu alıp bir arkadaşımızın evine akşam yemeğine gitmenin mutluluğunu çok yaşadık…

Acı çekiyormuş gibi gülen, profesör olmak için gün sayan ve  aramızdaki adıyla  Kel Hakan’ın elinden çıkan, “Ezogelin- Mercimek Çorbası Karışımını” nın tadı da damağımda hala.

Bin bir çabayla ailelerimizi ikna edip Gür-Emek Sitesi’nde kiracı oluşumuzun sevinci, çalışma yaşamımda aldığım bütün terfilerden daha önemli oldu benim için.

Gençtik, Eskişehir’deydik....
birbirimizin annesi, babası, ağbisi, sevdiği, kardeşiydik...
 ve paylaşacak çok şeyimiz vardı.
 önümüzde hiç bitmeyeceğini sandığımız  dostluklar  vardı... 

Bilenler bilir, Eskişehir’de kışın bozanın hası  Karakedi’de içilir, bardakta kalan kısmı kaşıkla sıyrılır , fırında sütlaç yenir … Çiğ böreğinse mevsimi yoktur…

Eskişehir, insanı sarıp sarmalayan, kimsenin birbirini rahatsız etmediği, şimdilerde içinden tramvay bile geçen şehir… Porsuk ve çevresinin başta bir  kent görüntüsüne büründüğü, hayatın  öğrenci kesesine göre ayarlandığı memleket....

Ha, bu arada unutmadan,  
“iki şey var ancak ölünce unuturuz yüzünü 
Bir anamızın 
iki büyüdüğümüz şehrin yüzü”   der ya şair Nazım Hikmet
Eskişehir benim hem büyüdüğüm hem de büyümeyi hiç istemediğim bir şehirdir…
Bir güzel şehirdir…

Eskişehir’dir ve ben bugün uzaklardayken bile özlemeye anlatmaya doyamam onu, yıllar   yıllar sonra bile....”
          
( ayşın örem alptekinoğlu’nun akide şekeri tadındaki kalemiyle...)
         - fotoğraf / eskişehir / adalar / nafiz emre konuralp -

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder