*"114" ayrı ülkeden günlük ortalama "500" ziyaret !
*her cümle "5846" sayılı yasa korumasında !
*fotolar "ekseriyetle" büyütülebilir !
*sağ alttaki küçük dünya ?

17 Mart 2018 Cumartesi

münir özkul ; herkesin hakiki sanatçısıydı ve hangi role bürünürse hakkıyla büyük isimdi...




-aziz nesin yıllar önce şöyle bir cümle kurup yine fincancı katırlarını ürkütmüştü ; "türkiye'de her 10 kişiden 11'i şairdir...." bu cümlede elbette bir kara mizah, eleştiri ve somut gerçeklik vardı...insanlarımızın okumadan yazmaya çok meyyal olan taraflarıyla ince kalın dalgasını geçiyordu türkçenin gelmiş geçmiş en büyük yazarlarından olan aziz nesin...hakikaten  adına yanlış biçimde sosyal medya denilen alan yaygınlaştıkça herkes her konuda pek güzel ahkam keser oldu...daha da önemlisi her şey ama her şey ölümler de dahil tüketilen bir nesne oldu sosyal medyada...bu işin pek duracağı da yok... 

elbette yazmak kimsenin tekelinde değildir...ama yazmadan önce okumaktır işin amentüsü...bu yazıyı aylar önce yazmıştım,bu toz duman dağılsın, günlük gözyaşları bitsin, yazı daha sakin bir zamanda okunsun diye...vakit bu vakitmiş demek ki diye paylaşıyorum türk tiyatro tarihinin kilometre taşı olan aktörünü saygıyla saygıyla saygıyla anarak....-
                                                   
                                                  *****


dünya sinema sanatının büyük yönetmenlerinden Federico Fellini sinemayla ilgili çok önemli bir tespit yaparak; “iyi bir filmin kusurları olması gerekir, hayat gibi….insanlar gibi….”  gibi der….


fellini’nin bu cümlesinde çok önemli bir gerçeklik vardır; çünkü insan ruhu fıtratı ve özü itibariyle kusurlu bir canlıdır…eksiktir…tamamlanmayı beklemektedir…bir  insan yaşarken eksiklerini tamamlamaya çalıştıkça “kamil olma” yolunda ilerler…


dünyanın bütün sanat dalları aslında insanlığın  eksikli  olma duygusuyla mücadelesinin yansımasıdır….eksik olduğunu, ölümlü olduğunu , kainatta bir toz zerresi kadar yer kapladığını bilen “insan/lık”  ölümünden sonra da hatırlanmak ister…bütün çabası farkında olsun olmasın bu yöndedir…


sinemayı diğer sanat dalları arasında biraz daha öne çıkaran teknolojik gücüdür….bir film, basit korunma koşulları sağlandığında 100’lerce yıl bozulmadan kalabilir…zamana direnebilir…hele bugünün dijital teknolojisinde bu daha da kolay hale gelmiştir….sinemanın bir başka gücü de dünyanın her yerindeki  geniş kitlelere ulaşabilme avantajıdır…bir tiyatro oyununu her gece sahneye koysanız da izleyenlerin sayısını 100 binlere çıkarmanız için 10’larca yıl gerekir…oysa bir film yalnızca bir günde bile milyonlarca seyirciye ulaşabilir….


işte yılın başında aramızdan ayrılan çok büyük usta MÜNİR ÖZKUL’u da milyonlara tanıtan ,  ülkemizin bambaşka kuşaklarına gönülden sevdiren sinemanın bu tarifsiz gücüdür…


bir çok isim için Münir ÖZKUL öncelikle ve yalnızca  sinema sanatçısıdır…oysa ustanın arkasında onlarca yıla dayanan TİYATRO geçmişi vardır…Tiyatrocu mesleğinin başında sınırlı bir kitle tarafından bilinen Münir ÖZKUL’u milyonlarca insana sevdiren ve tanıtan sinemanın gücü olmuştur…hababam sınıfı’ndaki (kel)  mahmut hoca bugün 8 yaşından 80 yaşına dek uzanan her kuşak tarafından  defalarca izlenmiş ve çok sevilmiştir…özellikle ertem eğilmez yönetmenliğindeki filmlerle ve arzu film dönemindeki diğer çalışmalarla da hafızalara sevgiyle kazınmıştır münir ÖZKUL….


münir özkul’u efsane yapan etkenlerin en başında sanatçı kumaşının benzersiz yanı gelir…bir başka gerçek de şudur ki münir özkul’un canlandırdığı bütün karakterler sahici ve sahihtir…kusurları, eksikleri, sevinci, neşesi ve erdemleriyle  hayatın içindendir münir ÖZKUL’un canlandırdığı karakterler…idealize edilmiş, siyah ve beyaz gibi kesin çizgilerle ayrılmış karton karakterler değildir….üzüldüğünde ağlayan, sevindiğinde coşkuyla evlatlarına ve karısına sarılan, haksızlık karşısında dili dönüp aklı yettiğince kötünün karşısında duran insan modelidir bu roller…insanlığın içindeki iyi olma duygusuna hitap eden, bu duyguya harekete geçiren örnek rollerdir ama asla sahte roller değildir….


hababam sınıfındaki mahmut hoca karakteriyle “haşarı gamsız tembel ama iyiniyetli olan” öğrencilerini gerektikçe uyarır Münir ÖZKUL…Fakat bir taraftan da hepsini tek tek  gözetip sever…daha da önemlisi her seferinde onlara yaptıklarından sorumlu olduklarını hatırlatır, doğruyu gösterir…bunu da sıkıcı olmayan tavırlarla yapmayı yeğler…mahmut hoca karakterinin en önemli özelliklerinden biri de ödül ve ceza mekanizmasını çalıştırmasıdır….hababam sınıfı aslında türk edebiyatı’nın en büyük yazarlarından olan Rıfat ILGAZ’ın eseridir ve filmlerinin ünü kitabın çok daha önüne geçmiştir filmdeki her biri unutulmaz olan oyuncu kadrosuyla…



münir ÖZKUL’u sahnede ve sinemada  bütün bu rollerinin üstesinden getiren en önemli yanı eskilerin tabiriyle “Allah Vergisi yeteneğidir…” ama bununla durmamıştır büyük usta…hayatın içindeki bütün detayları yaşadığı sürece gözlemeye çalışmış, kendi hayatından da örnekler çıkarmış ve rollerini bu gerçekliğin üzerine inşa etmiştir…tüm bunlar olurken hayatın içinde elbette kusurları da olmuştur münir ÖZKUL’un….bütün faniler gibi o da hatalar yapmış, bazen bu hatalarında ısrar etmiş ama günü geldiğinde o hatalarını bile üstlendiği rolleriyle deneyime ve sanata dönüştürmüştür…


işte yazının başında değindiğimiz ünlü yönetmen federico fellini tam da bunu anlatmak istemiştir; “iyi bir filmin kusurları olması gerekir, hayat gibi….insanlar gibi….”  diyerek…münir ÖZKUL bir yanıyla muhteşem bir aktör olsa da, hayatın içinde  kusurlu bir insandır hepimiz gibi…canlandırdığı roller de böyledir…böyle olduğu için de herkes o rolleri izlerken kendinden bir şeyler bulmuş daha da yakın hissetmiştir izlediklerini….


münir ÖZKUL, 1925’te başlayan ömür maratonunda perdeyi kapattığında tarih 8 Ocak 2018’di….90’lı yaşlardaydı usta…ama ömrünün son yılları zihnen ve bedenen çok zor geçmişti…artık o yorgun yürek, büyük şair özdemir asaf’ın tabiriyle o yorgun “HALLAÇ” durdu….bütün faniler gibi münir Özkul da öldü…oğuz atay’ın babasına sorduğu gibi “ne yani babacığım ben de bir gün senin gibi ölecek miyim ?” diye sorsak da ölüm hepimiz için bir liman…ve ne der yine türkçenin en büyük şairlerinden yahya kemal BEYATLI ; ölmek değildir ömrümüzün en fecî işi, / müşkül budur ki ölmeden evvel ölür kişi...”


hep hatırlanacak işlere imza atan ve ölümünden sonra da tarifsiz emekleriyle anılacak olan büyük usta münir özkul’u saygıyla ve hürmetle anıyorum….

              (   murat örem / ocak 2018 / ankara ….)










14 Mart 2018 Çarşamba

geçiyorum televizyonun başına…fooşş diye çeviriyorum şişenin kapağını…fulok fulok fulok diye doluyor bardak…stephen HAWKING'i anlatan herşeyin teorisi filmini bu kez "pür dikkat" izlemeliyim...





geçmiş günlerin ağustosu gitmek üzere….nasıl bir yağmur ve fırtına var ankara’da….öyle böyle  değil…sitenin bahçesindeki çam ağaçlarının  iğnelerini yumak yumak koparıyor…kopardığı yetmediği gibi bir de alıp 4. katın balkonuna kadar savuruyor…



gökyüzü kara kapkara…duman duman gökyüzü….bir misafir bekliyorum uzaklardan…aklım biraz da onda…uçaktan nasıl inecek taksiyi nereden bulacak…falan filan…aklımın bir yeri de küçük evlat  arda erhan’da…şemsiyesi var mı …taksiye binmesi gerekirse parası yanında mı…falan filan….


yağarken yağmur eserken fırtına,  akşam da bastırıyor…zaman akıyor…önce misafir giriyor kapıdan içeri…bir süre sonra da arda…ikisi de taksiden inip eve gelene kadar bile “sucuk”  olmuş…



derken bir mesaj düşüyor telefonuma …“herşeyin teorisi” filmi akşam 9’da mutlaka izleyiniz... diye…okuyorum mesajı ama filmi pür dikkat izlemem zor…çünkü evde misafir var…misafire anlatmam gerekenler var, onu dinlemem gerekenler var…bölük pörçük konuşup yarım gözle bakarken ekrana,  üç kişi iki lokma yerken biz, film de bitiyor gecenin 11’inde….

 “çat”  diye bir mesaj daha geliyor telefonuma ; hawking'li bir film izledim başarmışlar..." minvalince yazılmış cümleler…filmi yarım yamalak izlediğim için birleştiremiyorum mesajdaki cümlelerle hikayedeki parçaları…


 “iyi bir şey mi söyledin yoksa kötü bir şey mi :)))” diye yazıyorum ben de…“ iyi bir  şey söyledim . filmi izlemedin mi yoksa sen ?” diye geliyor cevap !!!


kem küm edip top çeviriyorum emojilerle, gülen adamlarla…ertesi gün hem çok garip hem de mutlaka beklediğim şeyler oluyor…kopuyor dananın kuyruğu; bir rüzgar daha esiyor….bu kez kopmuyor çam ağaçlarının iğneleri ama olması gerekenler oluyor….


hukukçulara da fikir olsun diye bir  tabirle söylersem ; esas yönünden kusurunuz olmasa da usulde büyük hatanız varsa , usuldeki yanlış esasın doğruluğunu da yutabilir…ve usulde tümüyle hatalı olursanız  esasta pir ü pak olmanıza bakmaz sizi en çok sevenler ve hayat  bile :)))) tam da oradayım işte !!! 


aradan iki gün geçiyor….bir not düşüyor telefonun ekranına…herşeyin teorisi filminin tekrarı digiturk yayınımızın şu kanalında şu saatte…diye…


arda arkadaşlarıyla akşam gezmesinde…

ev sessiz….ben yalnızım…

muhtemelen artık uzunca süre öyleyim…

çünkü  cezalandırılmanın da

yalnız kalmanın da vahşi bir tadı var :)))



bu kez geçiyorum televizyonun başına….

fooşş diye çeviriyorum şişenin kapağını…

fulok fulok fulok diye doluyor bardak…

çıtır çıtır  çıtır ediyor dişlerimin arasında patates cipsleri…


zorluyorum kendimi başladığım filmi bitirmek için….

çünkü çok çabuk sıkılan ukala bir izleyiciyim ben…

senaryoda kusur bulurum, dublajda kusur bulurum…

oyuncuların yeteneklerine takılırım…

hiçbir şey bulamasam , şu filmi izlerken 50 sayfa okurum diye diye  yan çizerim…bırakırım filmi izlemeyi…

yapmıyorum bu kez böyle bir şey…

başladığım filmi bitiriyorum…

çünkü hakikaten çok emek verilmiş bir film var…

çünkü hakikaten çok emek verilmiş bir hayat var…

stephen hawking var…onu önce çok önemseyen sonra  adım adım ondan uzaklaşan hawking’in karısı jane’in hayatı var…. aralarındaki bağ var...ortak evlatları var...


film bittiğinde söndürülmüş izmaritleri sayıyorum…sonra telefona gidiyor elim…iki gün önceki mesaja bir daha bakıyorum…okuyorum tane tane….bir daha bir daha okuyorum…“hakikaten iyi bir şey yazmışsın, şimdi anladım...ama, too late :)))  ” diyorum aralık kalmış pencereden üfleyerek nefesimi…



bu kaçınçı gol, kendi kalene bile isteye :))) yahu beyim :)) diyorum…

bugün alınca ölüm haberini yüzyılın dehasının oturup bu yazıyı yazıyorum filmi ve STEPHEN HAWKING'ı  anarak...


tavsiyem olsun siz okurlara ne yapın edin herşeyin teorisi filmini mutlaka ama mutlaka izleyin hawking'i uğurlamamızın ardından....

            ( murat örem / 14 mart 2017 / ankara....) 




























11 Mart 2018 Pazar

hiçbir zaman despot olmamıştı taşkın hoca.."baba, ben istanbul siyasalı mutlaka bitireceğim...sen rahat ol her şeyi yarım bırakıp ODTÜ felsefeye de geçmeyeceğim" dedim...




 -çankaya çağdaş sanatlar merkezindeki ODTÜ / KEMAL KURDAŞ / BEHRUZ ÇİNİCİ üçgenine oturtulan MUHTEŞEM sergiyi  gezdik sevgili NUR'la....SALT diye tanımlanan organizasyona da 1000 teşekkür olsun buradan....bir bozkırda bilim ağacının nasıl yeşertildiğini anlatıyordu her bir belge...tarifsiz severdim dünyanın en demokrat yöneticilerinden KEMAL KURDAŞ'ı da, ölümünden kısa süre önce bir dia gösteriminde elleriyle ekrandaki ATATÜRK görüntüsüne sevgiyle dokunan hakiki mimar BEHRUZ ÇİNİCİ'yi de ve hayatımın bir çok dönemine teğet geçen ODTÜ'yü de...bir ara sergi alanına konan kitapların başına oturdum...Nur, bir süre sonra, ben diğer katları geziyorum murat dedi...gitti....ben kitapların arasına gömüldüm...bir baktım şıp şıp damlıyor yaşlar gözümden...öğrencileri efsane rektör KEMAL KURDAŞ'ı anlatıyorlardı kitapta...çorak kel kıraç eymir gölü'nü nasıl ağaçlandırdığını anlatıyordu öğrencileri efsane rektörün...koca rektör bir pazar sabahında yurtları dolaşıyor öğrencilere hadi bakalım ağaç dikmeye gidiyoruz diyordu bir baba gibi...evlatları da yalnız bırakmıyordu o babayı...bir başka anısında koca eymir gölü'nün etrafında tek bir ahlat ağacı olduğunu anlatıyordu KEMAL KURDAŞ... ve o ahlat ağacına şöyle diyordu; "hadi bakalım ahbap...artık yalnız kalmayacaksın...1000'lerce fidan dikeceğiz bu topraklara..." bu anıların hepsini biliyordum ama yine de bir kez daha okurken şıp şıp damlıyordu yaşlar gözümden...bu coşku bu anlamlı vatan duygusu nerelere gitmişti...nerelerde kaybetmişti o ulvi duyguları...ağlıyordum...elimizden kayıp gidenlere ağlıyordum....bu yazıyı o duygularla , o acılarla yazdım....-
                                               *******


1985 yılında susurluk lisesini bitirdiğimde gamsız kere gamsız, fazlasıyla rahat bir öğrenciydim...öyle aldığım 5'lere 6'lara hatta 3'lere 4'lere bile üzüldüğümü hiç hatırlamam...allah bereket versindi :) ama üniversiteye giriş 1. basamak sınavında aldığım puan 164 küsurdu...yanlışlar doğruları götürünce elimde 99 net kalıyordu...ve bu hakkıyla çok çok iyi bir sonuçtu...okul yılları boyunca benden çok çok daha başarılı notları alan isimlerin 2'si hariç  hepsini geride bırakmıştım bu puanla...bir çok nedeni vardı bunun...öncelikle çok ama çok okuyan biri olmuştum 7 yaşından beri...muhakemem, algım, pratik zekam yıllar içinde okuduğum her cümleyle bileylenmişti yaşıtlarımdan daha fazla olarak...1.sınav sonucunda aldığım 164 küsur puan yüzde 1'lik dilimdeydi...500 bin öğrenci içinde tam yerim 2 bin kusürlardaydı...bunların hiçbiri tek başına övünülecek şeyler değildir ama sayıların dilini önemsemek gerekir...aradan geçen 30 küsur yılın ardından paylaşmamın amacı bu...




bilkent ilk öğrencilerini alacaktı 1985'te...1984 ekiminde kurulmuştu...aslında bir vakıf üniversitesiydi bilkent ama kamuoyundaki algı paralı ve özel ilk üniversite olduğu yönündeydi...şu özal nasıl farklı bir politikacıydı...ne yapmak istiyordu!!! ben de çok karşıydım böyle işlere...devletçi bir genç adamdım ve özel üniversite ne demekti !!! ihsan doğramacı'nın yeni evladıydı bilkent ve yök üzerinden zaten yeterince antipatikti doğramacı :) o zamanlarda...yıllar sonra öğrenecekti türkiye hacettepe üniversitesini de yoktan var eden adamdı hocaydı doğramacı... eve postayla zarflar geldi bilkent'ten ...siz örnek bir öğrencisiniz çok çok başarılısınız, türkiye'deki ilk birkaç bin parlak öğrenci içindesiniz, 2. basamak sonrasında bizi tercih ederseniz size burs da veririz yurtta da bedava kalırsınız diyorlardı...




ağırlıklı olarak teknik bir üniversite olarak kurulmuştu bilkent...o kadar teknik bir üniversiteydi ki ODTÜ'nün şanına göz koymuş bununla da yetinmemiş bir de ODTÜ arazisine doğru uzanıp ondan epeyi bir alanı da hocaları da alıvermişti...işte ihsan doğramacı böyle güçlü bir adamdı !!! ama iktisadi ve idari bilimler alanında da iddialıydı bilkent...fakat ben siyasallı olacaktım...ülkenin mühendislik eğitimini de mühendislerini de sevmezdim...hala da iyi bir mühendislik eğitimi verildiğini düşünmem...bu biraz da ülke politikasının sonucudur...türkiye maalesef üreten sorgulayan yeniyi arayan bir mühendislik eğitimi yerine  montaj teknolosine mahkum etmiştir mühendislerini de çoğunlukla...ayrıca bilkent de neydi :) genç aklı işte...!!! bilkentten gelen cafcaflı yazılara dönüp bakmadım bile...fakat arşivci tarafımla koydum onları bir kenara...evden eve taşındım ama hala karşıma çıkar o broşürler bugün bile 30 yılın ardından...geçen arda'ya gösterdim o kağıtları da amma garip adamsın dedi bana her zamanki rahatlığıyla...ben de küçük oğlum arda'ya "bana bilmediğim bir şey söyle ..." diye mukabele ettim....



sonra günler geçti...2. sınava girdik...sıcak bir haziran gününde bursa elmasbahçe ilkokulunda....daracık sıralara sığmadım ve o sırayı alıp dizimin üstüne koyarak çözdüm soruları....bilenler bilir 2. sınav çok daha bilgi ağırlıklıdır...hadi biraz daha açık konuşayım inek öğrencilerin sınavıdır 2. sınav....öyle çok okumak zeki olmak falan yetmez...bilmek hatta bilmeden ezberlemek gerekir...dolayısıyla ilk sınav gibi çok başarılı sonuç beklemedim o sınavdan...ama en kallavi sınavın ardından bile yüzde 3 lük dilimdeydim eşit ağırlıkta....423 küsur puandı...aldığım...istanbul hukuk 411 puanla alıyordu...istanbul siyasal 413 puanla...ve ben son gece tercih sıralamamı değiştirmiş üstteki istanbul hukuk fakültesini alta koyduğum için istanbul siyasallı olmuştum...iki bölümü de rahatlıkla kazanıyordum...son gece tercihimi değiştirmeseydim istanbul hukuk öğrencisiydim...hala düşünürüm, öyle olsaydı hayatım nasıl akardı diye...bazen böyle yol ayrımına gelirsiniz ama farkında bile olmazsınız...bu cümleleri keşke duygusuyla değil de bir merak duygusuyla yazıyorum nasıl olurdu diye...muhtemelen istanbul hukukta da aynı rahatlıkta hatta gamsızlıkta öğrencilik yapardım okul yerine habire tiyatrolara sinemalara sanat galerilerine giderek...istanbul siyasal 300 kişi alıyordu o sene ve 12. sıradan girmiştim fakülteye...türkiyede o zaman da öğrenciye beyin fırtınası imkanı sağlayan  bir üniversite eğitimi yoktu...liseden gelen anadolu çocukları sınıflarda yer kapmaya çalıyordu...açık söylemek gerekirse büyük hayal kırıklığına uğramıştım....benim hayalimdeki siyasal bu değildi ki...



aradan aylar geçtiğinde bir kez daha girdim sınava...."sınavlara sevdalara her an hazırdım...orta halli memur çocuklarının kaderlerinde yazılıdır bu.." 1986 yılıydı...bu kez yüzde 2'lik dilimdeydim 1. sınav sonucunda...sonra 2. sınava girdim tercihimi yaptım...tek bir tercih yapmıştım...ODTÜ felsefe....sonuçlar açıklandı..KAZANMIŞTIM. hem de güle oynaya....hala durur ÖSYM antetli o sonuç kağıdı da arivimde...arda onu da gördü yakın zamanda....




sonuçlar açıklandığında kısa bir konuşma yaptı babam taşkın hoca benimle...ilkokuldan beri bir kez bile işime baba despotizmiyle karışmamıştı....höt zöt etmemişti...arada saman alevi gibi parladığı anlar hatta çok gerildiğimiz zamanlar da olurdu ama son noktada kararı hep bana bırakmıştı....yine öyle olacağını adım gibi biliyordum...oğlum felsefeyi yine oku kitaplardan, bak kazanıp bir yılını geçirdiğin bölüm için yüzbinler hayal bile kuramıyor...o kadar yüksek bir puan gerekiyor...istanbul'da zoru atlattın...ilk yılın bitti...benim fikrim bu...yolunda devam et....ama son karar senin dedi...dinledim...dinledim...dinledim...o zamanlar balkonundan yemyeşil bir çayırın hatta geçen izmir trenlerinin göründüğü evimizin balkonunda yaptık bu konuşmayı...benim maltepelerimden bile içti arka arkaya taşkın hoca....çünkü sigarayı bırakmıştı...



çünkü taaa 25 yaşında çok ağır bir akciğer rahatsızlığı geçirmişti...nur içinde yatası rıdvan ege almıştı ölümün kucağından taşkın hocayı...yoksa ben de babasını 2 yaşında kaybeden evlatlardan olacaktım...ve o rezil  akciğer alacaktı 2017 yılının şubatında, aradan 50 yıl geçse de rövanşı taşkın hocadan arsızca,  zatürree olarak....sessizce dinledim taşkın hocayı...ki sessizlik benim tabiatıma en ters şeydi o zamanlarda da...aklıma çok güvenirdim hep...ama çok çok kritik anlarda babam taşkın hoca'nın aklına hep daha çok güvenirdim..bunu yalnızca ikimiz bilirdik...sessiz bir anlaşmaydı aramızda kimselerin anlayamayacağı.....vardır bir bildiği  hocamın derdim...bugün bakıyorum da bu konuşmayı yaptığımızda babam benim şu yaşımdan neredeyse 10 yaş ufakmış....40'larının en başındaymış....babamın ardından kısa sessizliği ben bozdum iki cümleyle...baba şunda anlaşalım ben siyasalı bitirip yönetici müfettiş şu bu falan ASLA olmayacağım ama madem öyle diyorsun, sen rahat ol,  bu saatten sonra ODTÜ felsefeye de kesinlikle gitmeyeceğim..seni dinleyeceğim...!!! sonrasında neler oldu bilmiyorum...ben muhtemelen susurluk parkına gitmişimdir koşa koşa yavuklumu görmeye... babam taşkın hoca da hatmedeceği gazetesine gömülmüştür huşuyla....bir karara varmıştık...herkes kendi hayatına dönebilirdi :)))



aradan çok yıllar geçti....kapısından felsefe öğrencisi olarak hiç girmediğim ODTÜ'ye çok gittim geldim sonrasında....bir dönemin güzelim ODTÜ rektörü URAL AKBULUT hocayla defalarca program yaptım...hiç bir davetimi kırmadı ural hoca...hasta da olsa yorgun da olsa gözlerini kırpa kırpa koştu geldi...ağırladı defalarca...ural hoca da babam taşkın hoca gibi kimyacıydı...belki o yüzden de daha yakın buldum ural hocamı...onlarca ismi tanıdım yıllar içinde ODTÜ'den hoca olarak....sargun tont gibi bir çevre aşığı isim de buna dahil...ve 2012 kasımından 2017'ye kadar ne çok girdim o kampüsten içeri...o güzelim kampüsteki ağaçların arasında gezmek dolaşmak baharı yazı kışı ve sonbaharı yaşamak için...her bir dalın her bir tomurcuğun hepsinde ama hepsinde efsane rektör ve güzel insan KEMAL KURDAŞ'ın ellerinin emekleri vardı...görüyordum her bir adımımda yanımda kim olursa olsun ve o görse de görmese de....



bilenler bilir ben istanbul üniversitesi fanatiğimdir...çünkü evimdir benim istanbul üniversitesi....mezun olduğum okuldur...ama ODTÜ de benim için her zaman bir BABA evidir...babamın evine girmiş kadar rahatımdır ODTÜ'de de....söylemeliyim ki BİLKENT de hakikaten ülkenin en iyi üniversitelerinden olarak tarihteki yerini aldı...


bugün içim rahat...
bir çok konuda aklıma eseni yapsam da
odtü felsefe öğrenciliğine geçmeme konusunda
18 yaşımla babam taşkın hocayı dinlediğim için...
o zaman o gerekiyordu çünkü....


bazen her babayı değil ama bazı  babaları dinlemek gerekir...
sorgulamadan itiraz etmeden dinlemek gerekir....



ben babam taşkın hocayı bazen çok dinledim...
bazen de aklıma eseni yaptım...
ama istanbul siyasal mezunu olurken de dinledim babamı...
bana kalsa vallahi o kadar önemsemezdim o diplomayı :) 


bugün yeniden öğrenci olmam gerekse 
yalnızca ama yalnızca KEMAL KURDAŞ'ın 
ODTÜ rektörü olduğu 1961-1969 yılları arasında olmak isterim...

dünya çapında bir üniversiteyi sıfırdan kuran
bunu yaparken büyük mimar güzel insan 
BEHRUZ ÇİNİCİ'yle emek emek yürüyen
kampüsteki her bir ağaç fidanını elleriyle diken 
KEMAL KURDAŞ'ın öğrencisi olup o ellerden öpmek isterim...




yaşasa , yine ağız dolusu itiraz ettiğim yerler olsa da 
bir de babam taşkın hocanın
aklının aydınlığından ve ellerinden öpmek isterim...
dün olduğu gibi...
öyle işte....

( murat örem / 11 mart 2018 / ankara....)










5 Mart 2018 Pazartesi

dijital bir tünelin içinden geçiyoruz...ışık diye görünenin, üzerimize gelen tren olması kuvvetle muhtemel :))


                               ak saçlı huysuz ihtiyar :)))  gençlerle / haziran 2017


dijital bir çağın içinden geçiyoruz…

dijital bir tünel de diyebilirsiniz….



ve bu tünelin nerede biteceği de bilinmiyor…

tünelin ucunda ışık olup olmadığı bile  bilinmiyor…



ışık diye gördüğümüzün;

üzerimize gelen tren olma ihtimali 
kuvvetle muhtemel   :))




“dijital  değirmene”  dönüyor her şey…


zamanı öğütüyor…ilişkileri öğütüyor…

aşkları öğütüyor…güveni öğütüyor…

merakı öğütüyor…tarihi öğütüyor….




ulaşabilir olma duygusu bir paranoyaya dönüşüyor…

kimsenin kendi kendine kalma şansı bile olmuyor…




bir çok grup kuruluyor dijital ortamda…

bir kısmı hakikaten yararlı gibi…

anılar, önce iyi geliyor yaralı :)))  ruhlara…




nostaljik fotolarla hatıralar  denizine girip çıkıyorsunuz…

ama bir süre sonra  vurgun yeme ihtimaliniz çok yüksek !!!




çünkü zamanın tutulamaz olduğunu görüyorsunuz her fotoğrafta…




elinden tuttuğunuz küçücük çocuğun bile

çoluk çocuğa karışmasını aklınız almıyor….




yıllarca elinden sımsıkı "AŞKLA" tuttuğunuz kadını veya adamı

hayatın neresinde bıraktığınızı da fikriniz almıyor…






her şey büyük yazar leo tolstoy’un 100 yıl önce dediği gibi sanki;


insan her zaman şimdi’nin içinde hareket eder…ve “şimdi” zamanın dışındadır…şimdi, geçmiş ile gelecek arasındaki bağdır sadece…(....) gelecek için endişe etmeyin…çünkü gelecek diye bir şey yoktur…sadece şimdi vardır….şimdinin içinde iyiyseniz sonsuza dek iyisiniz demektir…(...) çünkü insan yalnızca acıyla büyür….”


              evet, insan yalnızca acıyla büyür !!!
              hikaye bu !!!
         
           ( murat örem / 05 mart 2018 / ankara....) 



-leo tolstoy'un cümlelerini kendi ağzından dinlemek ve emek verilmiş çeviriyi okumak isteyenler youtube'a ümid gurbanov leo tolstoy yazabilir...-