cumhuriyet
tarihinde dönem dönem siyasi konjonktüre
göre dolmabahçe, mithatpaşa, inönü stadı olarak da adlandırılan
yapı baştan aşağı yıkılıp yeniden yapıldı…
inşaat
süresinde kulüp adına yapılan ve bildiğimiz kadarıyla geleceği de bağlayan uzun
vadeli anlaşma nedeniyle, şimdi biz seyircisi taraftarı ve beşiktaşlısı olarak oraya “ vodafone arena” diyecekmişiz…!!!!
bu
“vodafone arena” kısmına yazının
sonunda geri döneriz…
parayı
veren düdüğü çalar / mı? / kısmına mutlaka geri döneriz…
çünkü
isim önemli…
isim
o kadar önemli ki , kişilerin , insanların hayatlarında bile psişik, psikolojik, sembolik
onlarca anlamı ve daha da önemlisi belirleyiciliği
var isimlerin, bu yüzden çocuklarınızın adını koyarken çok dikkat etmelisiniz diyenler gittikçe daha inandırıcı oluyorlar…
mesela
bir kız çocuğuna nazlı ismini, eda ismini koyduğunuzda gerçekten de nazlı
olabiliyor…bunu da şöyle açıklıyor konuya ilgi duyanlar; bilinçaltında yüzbinlerce kere bu kavramı kendisiyle
özdeşleştiren zihin kendi kendini böyle davranmaya kodlayabiliyor, bu hali
üzerine deri gibi yapıştırabiliyor…
bunlar
biraz aktüel biraz bilimsel konular…
ama
tümüyle de yok sayılacak şeyler değil…
ülkenin
gelmiş geçmiş en tutarlı en zeki en büyük kalemlerinden olan ustaların ustası aziz nesin’e soracak olursanız, soyadı kanunu döneminde en korkaklar güçlü,
yılmaz, demir , aslan gibi sıfat/sıfat isim
soyadları almışlardı kendilerini farklı
göstermek için diye anlatır okuyanı sarsacak biçimde…
elbette
bunun istisnaları vardır…
fakat
benim de isimler konusundaki tecrübem konulan isimlerin davranışları ve
duyguları etkileme ihtimalinin hiç de göz ardı edilmemesi yönünde…bu blogun
daimi okurları bilirler ki bir çok yazıda,
ya laf oraya geldiği için ya da ben lafı oraya götürmek istediğim için oğullarım umur örsan ve arda erhan’dan
bahsederim mutluluk duyarak…mesela umur…emr, umr diye gider kökleri…anlam
olarak adap bilen, usul erkan bilen, kendini bilen, işleyişi bilen, devleti
bilen kavramlarına kadar da gider…artık çok çok az kullanılsa da
dilimizde “umur görmek…” diye bir
tabir vardır…tecrübeli, halden anlayan, dikkat kesilen, devlet adabını bilen
anlamında…
ama
dilimizde hala çok kullandığımız “umruMda değil / umruNda değil..” tabirleri de vardır…umursamak
fiiliyle bağlantılı biçimde…ve beni ilgilendirmiyor, önemsemiyorum,
önceliklerim arasında asla değil ifadelerinin biraz da külhani biçimde özetidir…işte büyük
oğlum umur , üniversitenin ilk
yılında da yine güle oynaya sınıfının en yüksek notlarını alırken, bir adamın
bir kadının insan olarak kaç okka çektiğini o kişiye 20 saniye bakarak şaşmaz
teraziyle tartarken ve üniversitede de 24
saatin 28 saatini tatlı tatlı uyuyup keyfine bakarak(!!!) geçirirken , kaldığı hosteldeki
arkadaşları bir süre sonra ona artık umur diye değil de “umursamaz”
diye seslenir olmuşlar…çünkü umur
yine o terazisini çalıştırarak etrafındaki insan cüruflarını ilk günden
ayıklamış kendine fazla fazla yeterek ve en çok kendisinin başrolde olduğu
kocaman bir dünya kurmuştu…bu kendine yeten tavrı bir çok yaşıtına da kibir
olarak, umursamazlık olarak yansımıştı elbette…
aslında
umur’un yaptığı cahillerin, boş insanların, sığ kafaların arasında kendini korumaya almaktı…zamanı
kıymetliydi..emeği kıymetliydi…kimse ona “geyik muhabbeti yaptıramazdı eğer o
istemezse…” ama umursamaz damgasını da tatlı tatlı yemişti…
arkadaşlarının
bu umursamaz tanımını bana umur’un
kendisi anlatmıştı..hem de keh keh gülerek…ben de dinlerken pek gülmüştüm…belki
de ben özellikle evdeki çocukluk dönemlerinde umur’u o kadar çok yanıma
çağırmıştım ki kah bir tenis maçını
birlikte izlemek, bir golün tadını çıkarmak için, kah bir tornavidanın ucundan
tutmayı öğretmek için , kah da ortada hiçbir neden yokken sırf havaalanı yanaklarından ısırmak için..
belki
de oğlum umur’un
savunma
mekanizmalı J
umursamayan
tarafları
taaa
o zamandan
devreye
girer olmuştu…!!!
hakikaten
bugün de umur, kendini ilgilendirmeyen, ilgilendirmediğini düşündüğü meselelelerde dünyanın en umursamaz
adamıdır…kendini ilgilendirdiğini düşündüğü meselelerde de “massırın deliğinden mısır’ı
görecek kadar cevval olur…” 5 yaşında da böyleydi…şimdi 22 yaşında da
böyle…ihtimal 72 yaşında da böyle olacak ben artık o günleri göremesem onunla
tatlı tatlı dişemesem de…umur’un bu umursamazlık halini bir
eleştiri olarak zinhar söylemiyorum…bunu bir tespit olarak hatta saygı duyduğum
bir tespit olarak söylüyorum…ve kıymetli okurlarımJ
isimlerin böyle yan etkileri olabileceği
konusuna ben de bu nadide tecrübemle bir katkıda bulunayım istedim…!!! -bir de uzatın kulağınızı, kimseler duymasın ama her lafı bir vesileyle
umur’a getirdiğime göre, erasmus’la çok uzaklardaki oğlumu hakikaten çok
özlemeye başlamışım herhalde ben iki buçuk ayın sonunda…-
ne
diyorduk…
vodafone
arena diyorduk…
-taşkın hoca esneme !!!
yazı biraz daha uzayacak !!!…
çay ve ihtiyaç molası vereceksen
fırsatı değerlendir…
daha yazacağız…
sen de okuyacaksın
çok kıymetli bir okur olarak…
akşama quiz var / sözlü var …!!! J
üç
yıl önce yıkılırken de , yıllar boyunca yapılırken de nihayet bursaspor maçına
yetiştirilip açılırken de hakkında onlarca tevatür döndü bu vodafone
arena isimli stadyumun ve herkes
kendi baktığı yerden yorumlarda bulundu…
isim diyoruz ya…
biz çok milliyetçiyiz ya…
bir de şunu sıkıştıralım araya…
ne o zaman bu arenalar, vegalar,
malllar, tauruslar, karumlar…
bu da ayrı bir acıklı alan…
tenakuzun / çelişkinin kralı,
feriştahı….
karar vermek lazım….
zaman
geçip bina ortaya çıktıkça beğenenler oldu, eleştirenler oldu, tarihi dokuya
dikkat çekenler oldu, güncel siyasetle ilişkilendirenler oldu…nihayet açıldı vodafone
arena…ismet özel’in dediği gibi kime kulak kesildiysek öbür yöne sağır
kalmayı abarttığımız için , havanda su dövmeyi sevdiğimiz için ve
daha da kötüsü her şeyi ama her şeyi siyah ya da beyaz diye
görmek dışında bir yol aramadığımız için elbette hemen bitmez bu tartışmalar , ithamlar, şunlar bunlar….
aslında
hikayenin kesin olan yanlarından biri şu; beşiktaş üç yıldır elinde forması, kendine kiralık ev aradı, öyle oldu böyle oldu
ama
nihayet evine döndü…
bu
üç yıl içinde de büyük yanlışlar yapmadı…sığ polemiklerden olabildiğince uzak
durdu…özellikle şenol
güneş dönemiyle birlikte sahada müptezellikle anılan
isimlerden olaylardan bariz biçimde uzak durdu…iyi de futbol oynadı…bazı
maçlarda öylesine pas trafiği yaptı ki ben mesela sahadaki beşiktaş formasını bordo
mavi görür oldum büyük bir mutlulukla…aman diyeyim, bu bordo maviyi bordo lacivert yapalım da yanlış
anlaşılmasın…kastettiğimiz barcelona
çünkü….
beşiktaşımız; mümtaz soysal hocanın 1980’lerdeki beşiktaş hakkında döne
döne ve hakkını vere vere yazdığı gibi
bir kolej takımı havasıyla kalender, disiplinli, başı asla öne eğmeyen bir
iklimi yaşadı ve seyircisine de yaşattı bu son üç yılda....bir anlamda tam da
kendisine yakışanı yaptı…
hem de tüm bunları evinden
uzaktayken yaptı…
evinden
uzaklarda olmanın ne olduğunu bilenler bilmeyenlere anlatsın…
bazen
evin içinde olursunuz da evinizden artık çok uzaktasınızdır..
bazen
bir saçak altı sizi yalnızca ıslanmaktan kurtarır ama orası sizin evinizdir…
beşiktaş artık evinde değil yuvasında…
ve bu benim için çok anlamlı…
çünkü biliyorum bir evi yuva yapan unsurları…
evle yuvanın anlam olarak arasındaki büyük farkı !!!
beşiktaş;
bundan
sonra da
yener
yenilir, o olur bu olur…
şampiyon
olamaz, olur…
hayat
bu…
ama bunları artık evinde yaşar…
hayatta
hep
kazanamazsınız…
hep
kazanmamalısınız da…
ama
yenilirken bile direnmeniz işin amentüsüdür…
hayat;
düştüğü
ya da düşürüldüğü yerden
elleriyle
üstünü başını silkeleyerek
etrafa
cüruf atmayarak
çirkefe
meyletmeyerek
kalkanlara
bakar en çok…
büyük
kitlelere , milyonlara mal olmuş kurumlar, oluşumlar içinde her renkten insan
vardır…bulunur da... bunu engelleyemezsiniz…hayatta hiç sevmediğiniz biriyle
aynı takımı tutabilir , aynı partiye oy verebilirsiniz….
demokrasi
budur…hayat budur….
ama
içinde her renk bulunan kurumların bir de baskın renkleri vardır…
beşiktaş’ın
da baskın rengine onlarca ayrı sıfat takabilirsiniz…
halk
takımı dersiniz, arabacılar dersiniz, saray takımı dersiniz…
bunların
üzerinde de saatlerce konuşabiliriz…
kökenlerini
anlatabilir, dinleyebilir, sorgulayabiliriz…
ama beşiktaşın baskın rengi
tarihin hiçbir döneminde
hiçbir zaman
olumsuz sıfatlarla
anılmayacaktır…
tarihte de anılmamıştır…
bunları
polemik olsun diye yazmadığımızı hakiki okurlar bilir…
kimselere
tersten çakmak da değil derdimiz…
bir hakiki beşiktaşlı, ülkenin
her yerinde aynı saygıyla karşılanır…
her kapıdan içeri girip bir bardak çayı içebilir…
gittiği yerin karadeniz , akdeniz , ege , iç anadolu olması fark etmez…
tarihinde
çok hakkı yenmiş olabilir beşiktaşın…
öyle
de olmuştur….
ama
sokrates’in
şu hikayesini mutlaka bilir iyi beşiktaşlılar ;
“karısı sokrates’e “seni haksız yere idam ediyorlar” dediğinde
koca kafası pörtlek gözleriyle şunu
demiştir sokrates ;
“ beni haklı yere idam etselerdi daha
mı iyiydi…”
işte
beşiktaşlılık tam da budur…
çarşı
da budur…
kara
kartal da budur…
bu
takımın harcında şeref beylerin, şükrü gülesinlerin, baba hakkıların, sabri dinoların,
soğuk ama klas ingiliz milne’lerin , süleyman sebaların emekleri vardır…ahlakları vardır…
şuradaki
dört yüz küsur yazıyı okuyanlar bilir…
çok
değinmişimdir…
benim
elli yıllık ömrümde
yedi
iklim dört kıtam ne kadar öğretmense
o
kadar da beşiktaşlı olmuştur her daim…
beşiktaş bir takım değildir çünkü…
beşiktaşlı olmanın mütemmim cüzüdür…
iyi bir beşiktaşlı ;
felsefeyi bilir,
adaleti bilir,
demokrasiyi bilir,
hakkı bilir,
hukuku bilir,
kalemi bilir,
kitabı bilir,
emeği bilir,
insanı bilir…
bildiğini de
bilmediğini de
bilir…
en önemlisi de
efendice kaybetmeyi bilir…
ve dimdik duruşla
kaybedilen her maçla birlikte
nice gönüller
kazanmanın
ne olduğunu
nasıl olduğunu bilir…
arda’ya bir gün
nasıl hakiki beşiktaşlı
olduğunu sorarsanız
size tam da bunları
anlatacaktır…
bunları
bildikten sonra,
kendini
bilen fenerbahçeliyle,
galatasaraylıyla,
bursasporluyla
yarenlik
etmek onurdur,
farzdır
her hakiki beşiktaşlı için…
bu
farzların yanında
şampiyon
olmak
nafiledir
beşiktaşlılar için…
umurunda bile
değildir kimsenin…
gerisi
de laf-ı güzaftır…
biz
yazının sonunda şu vodafone arena kısmına değinecektik değil mi…
kitabın
ortasından konuşup
kısa keselim o zaman…
kimse
kusura bakmasın, bundan onlarca yıl önce yoksul balıkçı mehmet galin’in o
zamanki antremanlarda izlerken hadi kara kartallar hadi kara kartallar
diye söyleye söyleye
efsaneleştirdiği kara
kartalı öyle arenalara falan sığdıramazsınız…
benim
için orası
yalnızca beşiktaş’ın evidir…
kara
kartal’ın yuvasıdır…
nokta….
ve
insanın ,
bedava
bile olsa
evine
aldığı koltuk
takımının markasını
girişteki
zile isim
diye yazmasını
benim
gibi
ihtiyarlık
eşiğindeki bir
adama
sponsorluk
şu bu...diyerek
bile
anlatamazsınız…!!!
anlatamazsınız....!!!
(
murat örem / 13 nisan 2016 / ankara…)
-fotoğraf/
wikipedia-
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder