Evet
, zor günlerden geçiyor dünya…
Evet , zor günlerden geçiyor Türkiye…
Evet
, hayatlarımız bir küçücük belirsizlikle bambaşka yerlere savrulabilir…
Evet , bugünlerde hayat çok yorucu…
Evet , hayat çok ürkütücü…
Ama
yine de şiirler var , yazılar var…
Düşünceyi yazan eller çizen eller var…
Bu eller , bu akıllar, bu fikirler her
zaman olacak…
Şimdi yolda belde değilseniz ve bir
yerlere oturmuş durumdaysanız sakince arkanıza
yaslanın…Derin bir nefes alın…Çayınızı sigaranızı ulaşabileceğiniz kol
mesafesine koyun…Şu aptal kutusunu da kapatın…Telefonunuzun sesini kısın…
Yalnızsanız
, yalnızlığınızı karşı koltuğa oturtun…
Kalabalıksanız,
kalabalıklığınızla barışın…
Sonra
, isterseniz tek başınıza isterseniz iki başınıza aşağıdaki diyalogları tane
tane hecelemeye başlayın…
Okuyun…
Hakiki bir edebiyat ve gözlem
kaleminden çıkan ve hayatınızın da köşelerine çarpan cümleleri kah yumruk yiye
yiye , kah midenize taş oturta oturta , kah gülümseye gülümseye yudumlamaya
başlayın…
Ayşın Örem Alptekinoğlu
imzalı çok nitelikli drama metninin tadını çıkarın…Bu övgüleri kardeş kontenjanından yapmadığımı da hiççç unutmayın...
( murat örem / 02 nisan 2015 / ankara…)
******
KİM BİLİR ! KİM BİLEBİLİR ?
(
kainatta bir evin içi…
çok
evin içi…
vakitlerden
bir zaman…
vakitlerden
çok zaman…
vakitlerden
her zaman…)
KADIN: Bak sana ne anlatacağım. Hintli ermişle öğrencileri Ganj nehrinin etrafında birbirlerine öfke içinde bağıranlar görünce ermiş
öğrencilerine dönüp “İnsanlar neden birbirlerine öfke ile bağırırlar?” diye sormuş.
Öğrencilerden biri “Çünkü sükûnetimizi kaybederiz” deyince ermiş “Ama
öfkelendiğimiz insan yanı başımızdayken neden bağırırız? O kişiye söylemek
istediklerimizi daha alçak bir ses tonu ile de aktarabilecekken niye
bağırırız?” diye tekrar sormuş. Öğrencilerden ses çıkmayınca anlatmaya
başlamış: “İki insan birbirine öfkelendiği zaman, kalpleri birbirinden uzaklaşır.
Bu uzak mesafeden birbirlerinin kalplerine seslerini duyurabilmek için bağırmak
zorunda kalırlar. Ne kadar çok öfkelenirlerse, arada açılan mesafeyi
kapatabilmek için o kadar çok bağırmaları gerekir. Peki, iki insan birbirini
sevdiğinde ne olur? Birbirlerine bağırmak yerine sakince konuşurlar, çünkü
kalpleri birbirine yakındır, arada mesafe ya yoktur ya da çok azdır. Peki, iki
insan birbirini daha da fazla severse ne olur? Artık konuşmazlar, sadece
fısıldaşırlar çünkü kalpleri birbirlerine daha da yakınlaşmıştır. Artık bir
süre sonra konuşmalarına bile gerek kalmaz, sadece birbirlerine bakmaları yeterli
olur. İşte birbirini gerçek anlamda seven iki insanın yakınlığı böyle bir
şeydir.” Daha sonra ermiş öğrencilerine bakarak şöyle devam etmiş: “ Bu
nedenle tartıştığınız zaman kalplerinizin arasına mesafe girmesine izin
vermeyin. Aranıza mesafe koyacak sözcüklerden uzak durun. Aksi takdirde
mesafenin arttığı öyle bir gün gelir ki, geriye dönüp birbirinize yakınlaşacak
yolu hiççç bulamayabilirsiniz.”
ERKEK:
Vay be, abime bak ne fiyakalı laflar
etmiş…Kimmiş bu ermiş? Ben tanıyor muyum? Bizim mahalleden mi? Hiç markette falan da karşılaşmadım yahu bu
zatla !
KADIN:
Çok komiksin, masayı topladıktan sonra hatırlat da güleyim, boşa gitmesin
esprin.
ERKEK:
Niye barut gibisin sen? Hem olgunlaşmış domates misali ermiş hikayeleri
anlatıyorsun hem de ağzından alevler çıkıyor…
KADIN:
Yok canım, nereden çıkarıyorsun!
ERKEK: Yormuştur hayat
yine seni. “Neyin var?” diye
sormayacağım, hiç bekleme boşuna!
KADIN:
Bence de sorma! Sorunca bütün iyi niyetimle tane tane anlatmam gerekecek, sen
de dinlemek zorunda kalacaksın. Üstüne de onca şeyin hatırına -ki kaldıysa o
dediğimden- yorum yapmak zorunda kalacaksın. Özneyi seçeceksin, yüklemi
bulacaksın, bir de yüzüme bakıp konuşacaksın… Yormayayım seni şimdi, boş ver!
ERKEK:
Üniversite sınavına girerken kaçıncı tercihindi senin Edebiyat… Edebiyat öğretmeni
olsaydın, edebiyat (!) da yapardın dilediğince.
Meslek hastalığı derdik soranlara. Kazansaymışsın o bölümü, dünya iyi bir
yazarla tanışırmış . Halbuki senin gibi bir yazarla tanışamamak onların kaybı
zaten ! Nasıl okudum mu aklını?
KADIN: Bir ara müsait olunca “Edebiyat yapmak”
deyimini açıklayıver bana olur mu? Tadı kaçacak bu içinde aşk olmayan “aşık
atışması” nın. Öfken, aklının önüne geçince duyguların da “hoşça kal”
deyiveriyor evrene. O zaman şu sehpadan farkın kalmıyor.
ERKEK:
Tahtadan yapılan salondaki orta sehpadan mı söz ediyorsun yoksa şu cam olan
zigondan mı? Hammadde farkı var yalnız dikkatini çekerim. Şaşırttım seni itiraf
et, bu kadar derinliği olan bir cümle beklemiyordun benden.
KADIN: Şaşırmak mı ? Günler, haftalar, aylar belki
de yıllar önce beklentilerimi küçük parçalara böldüm. Olmadı, iyice ama iyice
küçültüp tek pişirimlik kaplara doldurup
derin dondurucuya attım.
ERKEK:
Cümle senin mi yoksa dünyaca ünlü bir yazarın mı? Seninse hakkını yememem
lazım, müthişti.
KADIN:
Bence…. Boş ver. Yeter bu kadar… Böyle değişiyor insan. Bir dönem yere
göğe koyamadığı, bakmaya kıyamadığı,
kırmaktan ölesiye korktuğu insanı, sevdiğini, duvardan duvara vuruyor. Parmağına kıymık batsa, acısını
kendi acısı yapan insan, canavara dönüşüyor.
ERKEK:
Bak soruma cevap vermedin, kaçıncı tercihindi edebiyat fakültesi. Kazanamadın
mı, kazandın da evde oturmak kolayına mı geldi, hangisi?
KADIN:
Rahmetli büyükannem, bu adamla işin zor demişti bana. Aşıktım sana. Gözüm de
gönlüm de senden başka bir şey görmüyordu. Ne demek istediğini anlamamıştım
büyükannemin. Anlasaydım, yine de kararım değişmezdi. Öfke nedir bilmezdim, kin
tutmayı “balık tutmak” gibi bir şey sanıyordum. İnsan niye sevdiğine kin
beslesindi ki!
ERKEK:
Dünyanın oluşumundan başladın yine! Gaz toz bulutu filan diye cümleler
kuracaksan, dinleyemeyeceğim. Yıllarca kurduğun cümlelerin hepsini kaydettim
aklıma. Aklımı başımdan aldığın günler geliiiiiiiiiiiiiiiiip geçti! Hiç sordun
mu kendine bu adam niye böyle oldu diye?
KADIN:
Sordum.
ERKEK:
Hadi canım, güldürme beni. Hevesimi kursağımda bıraktığın onlarca olay
sayabilirim hemen.
KADIN:
Saysana, hadi bekliyorum.
ERKEK:
Sayınca ne olacak, gol atıp maçı 1- 1 mi
yapacaksın? İş uzatmaya gidecek
sonra penaltılara kalacak.
KADIN:
Belki penaltılara kalmadan….
ERKEK: Güldürme beni. Olmaz, sonucu görmeden rahat etmezsin
sen!
KADIN:
Haksızlık ediyorsun.
ERKEK:
Etmiyorum, deyince çözülecek mi sorun? Ooooooo, ağlayacaksan bırakayım!
KADIN:
Ağlamıyorum, hem benim yıllardır…..
ERKEK:
Evet senin bin yıldır hatta bin yıldır
yüreğin ağlıyor değil mi? Göz yaşın her daim gözünün ucunda, ha aktı ha akacak.
Ömrüm geçti ama senin mağduriyetin
-nasıl birşeyse - hiç bitmedi. Kör
inadını bir türlü kıramadın, kırmandan vazgeçtim, kör inadının varlığından haberdar bile olmak
istemedin. Ağlayacaksan, kısa keseyim.
KADIN:
Ağladığım falan yok, sesini yükseltme bana.
ERKEK:
Yıllardır vızıltı şeklinde konuşmama alıştın değil mi?
KADIN:
Birazdan, susarak konuşmakla tehdit
edeceksin beni. Hadi durma söyle!
ERKEK:
İstatistiki bir çalışman vardır senin bu konuda. Bu ve buna benzer cümleleri
toplamda kaç kez kullandım hayatım boyunca sana, bu cümleleri kurarken üzerimde
ne vardı, günlerden neydi? Yıllara ve aylara göre bir döküm istiyorum senden.
Onca yıllık hukukumuz var, arşivin de sağlamdır senin. Hiç unutmazsın! Hadi
bekliyorum.
KADIN:
Beni çok yanlış tanımışsın!
ERKEK:
Hangi filmden bu replik, siyah beyaz dönemden
mi, yoksa yenilerden mi? Evet, seni tanımaya çalıştığımın farkındasın,
kabul ettin yani. Sen, sen ne yaptın! Söylesene, yıllardır sevmediğim çay
bardaklarında çay içirdin bana. Verirken suratıma bakmayı bırak, “Dikkat et halıya
dökeceksin” dedin. “Afiyet olsun” demek
aklına bile gelmedi. Belki geldi de “Ne
anlar bu adam bundan” dedin. Bu daha fena! Daha sayayım mı?
KADIN:
Ne kadar doluymuşsun!
ERKEK: Dolu mu! Dolu,
kar, yağmur, lodos, tsunami ne dersen artık. Çığın altında kalırsam bir umut
kurtarabilirim kendimi, AMA ikimiz kalırsak bak o zaman olacaklardan çok emin değilim.
KADIN:
Çay içer misin?
ERKEK: Sabahki haşlama
çaydan koyacaksan İÇMEM!
KADIN:
O zaman içme, sen bilirsin!
ERKEK: İhale
yine bana kaldı. Sevmediğim şeyi belirtmemden daha doğal ne olabilir, elini
vicdanına koy da söyle. Bir kere ya, bir kere !
KADIN:
İçmeyeceğim dedin ama. İçecek misin yoksa!
ERKEK:
Hayat beni seninle sınıyor, patronumla deniyor, annenle annemle, aklına
gelebilecek herkesle deniyor nedense. Herkesin sınavı ayrı. Kimine çalıştığı
yerlerden çıkıyor sorular, kiminin şansı yaver gidiyor hayatta. Ben ne yaptımsa
KENDİM yaptım.
KADIN:
“Sen” mi yaptın? “Biz demek istiyorsun herhalde!
ERKEK:
Yine sözcük oyunları başladı, kemerlerinizi bağlayın sayın yolcular! İkinci bir
anonsa kadar mümkünse karşı tarafın taaaaaaaaaa ana rahmine düşüş tarihinden
başlayan mağrur mağduriyetini
dinleyeceksiniz! Mendillerinizi çıkarın.
Ağlamayan bizden değil!
KADIN:
İş yerinde, markette, kitapçıda, pazarda kısaca evinin dışında ÇOK SEVİYOR herkeŞ
(!) seni.
ERKEK:
Araya girmem lazım, HERKEŞ mi dedin sen! Amaaaan hata olmasın! Söyle bakayım, hadi hecele, HER-KES, HER-KES.
Başarabilirsin!
KADIN:
Dilim sürçtü. Sürçemez mi?
ERKEK:
Estağfurullah ne demek! Sürçer tabii. Güzellikleri görmemeyi, söylememeyi ve iyisinden olgunundan
bir -iki çift laf etmemeyi, dilinin
bütün bir ömür sürçmesine mi sayalım? Yoksa yanlış kullanımı herkes tarafından
doğru kabul edilen ”galat-ı meşhurlara mı dahil edelim! Yani uzuuuuuuuuuuuun
lafın kısası, güzellikleri görmemen, görmek istememen ne ile
açıklanabilir?
KADIN: Anlamadım, bir
daha anlatabilir misin?
ERKEK: Anlatamam.
Bir poğaça tarifi kadar da mı hükmü yok söylediklerimin!
KADIN:
Her şeyi birbirine karıştırıyorsun.
ERKEK:
Diyelim ki karıştırıyorum. Ne olmuş, hadi onu da söyle!
KADIN:
Ben seni çok sevdim, sen beni sevmedin! Belki
de hiç ….
ERKEK: Karşı tarafı çileden çıkarmada en başarılı
yöntemdir şu yaptığın! Bu “yatalak” cümleler, insanı delirtir zamanla. Yatalak
olan hasta, uzun süre ne ölür ne olur ya! Ölse yasını tutarsın, hastan ayaklansa sağlığına kavuştu diye keyfini
yaşarsın! İletişimciler, araştırmacılar, matematikçiler, bilim insanları! duyun
beni. Seni çok seviyorum diyen çiçekler göndermedim karıma ömrü hayatımda, kör
göze parmak büyüklüğünde taşı olan yüzükler almadım. O’na göre “HİÇ” sevmedim
onu. Öfkeyle yoğrulmuş, gölgesiyle kavgalı bir adam olarak, yaz kış demeden onu incittim, hep ağlattım. Öfkemi ondan çıkardım.
KADIN:
Sevmedin değil mi beni? Biliyordum. Oysa ben….
ERKEK:
Oysa o beni çok sevdi.
KADIN:
Evet çok sevdim.
ERKEK:
Evet çok sevdin!
KADIN:
Evet çok sevdim.
ERKEK:
Beni çok sevdi, beni çok sevdiğini, yemek yaparak gösterdi.
KADIN:
Evet yaparak gösterdim.
ERKEK:
Huzurumuz kaçmasın diye az tartıştı benimle.
KADIN:
Az tartıştım.
ERKEK:
Rahat edelim, kavgasız gürültüsüz yaşayıp gidelim diye, hiç itiraz etmedi.
KADIN:
Etmedim! Ettim mi?
ERKEK:
Sessizlik bizi kuşattığında sesini hiç çıkarmadı. İçinden konuştu.
KADIN:
Evet konuştum.
ERKEK:
Sonra sesini unuttu!
KADIN:
Unutmadım, bunu bana sen yaptın!
ERKEK:
Sesini unutunca harfler, sözcükler ve cümleler de kayboluverdi.
KADIN:
Sen kaybettirdin!
ERKEK:
Bütün meydan bana kaldı!
KADIN:
Evet kaldı!
ERKEK:
Yayıldıkça yayıldım. Taaaaaaaaa ki sana yer kalmayana kadar.
KADIN:
Sonra sonra devam et!
ERKEK: “Beni eskisi gibi sevmiyorsun sen dönemi”
başladı. O dönem hiç geçip gitmedi, bitmedi. Beni eskisi gibi -ne demekse-
sevmediğini fark ettiğinde, o her şeyle dalga geçen adam oluverdim bir anda. Ben adımı unuttum, sen de kendini.
KADIN:
Kendini unuttun deme bana!
ERKEK:
Demezsem, düzelecek mi her şey!
KADIN:
Düzelecek!
ERKEK: O kadar eminsin
yani!
KADIN: Ne diyeyim?
ERKEK:
Bir şey deme.
KADIN:
Seviyorsun beni değil mi?
ERKEK:
Bilmem.
KADIN:
Bilmem deme bana.
ERKEK:
Demeyeyim.
KADIN:
Ne diyeceksin?
(
ayşın örem alptekinoğlu / kasım 2014 / ankara…)
-fotoğraf/ evdekorasyon.com-
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder