10
yıl önceydi…
2006
yılıydı….
2006
yılı ilkbaharıydı…
700
kilometrelik yolu tek başıma bir arabanın içinde geçtiğimde, zaman 5 saatlik akmıştı…yol kenarındaki
tezgahlardan bir şeyler almak için durdukça içi insan dolu arabalar ; daha bir hızlı geçmişti asfalt gözlerimin önünden….
kime
ne alacaktım ki…
kime
ne anlatacaktım ki…
evin
önüne gelip kontağı kapattığımda;
terli
bir boğa gibi hırlıyordu hala arabanın motoru, fanı…
şehre
akşam çöküyordu…
şehre
ilkbahar akşamı çöküyordu…
elimde
anahtarlar kapıdan içeri girmeden önce, feramuz
bakkaldan tomarla aldığım gazetelerin arasından yürüdüm kendime…kendi
kendime…
akşam
geceye dönerken bir gazetenin ekinde gördüm o uzun yazıyı…
içtiğim
kahvenin yanında duruyordu açılmış o sayfa ve yazının başlığı…
“mutsuzluk
tehlikelidir…” diyordu ve uzun uzun anlatıyordu….
40’lı
yaşlara gidiyordum…
8
ve 12 yaşlarında iki çocuğum vardı…
kendimi
bildim bileli hayata hep karmakarışık ve künt bir akılla bakanlara daha karmaşık bir halde ve şaşkınlıkla bakan
aklım da tanışmıştı gariptir ki karmakarışıklıkla…
batıl
ve kör gelenekçi bir toplumla kıyaslandığında, hiç de batıl ve kör gelenekçi sayılmayan aileme
bile ters düşecek kadar pür/akıl evlattım…o halimle çocuklarımın babasıydım…
o
batıl gelenekçi ahlakla bakıldığında günahlarım çoktu…
bana
göreyse dün de bugün de; sevaplarım
günahlarımın on katıydı…
çok
şükür ki; en büyük terazinin gelenekler totemleştirilmiş ibadetler batıl inançlar
ve idraksiz izmler olduğunu söyleyenlere verecek kulağım, dinleyecek zamanım o
zaman da yoktu…
en
büyük terazinin vicdan olduğuna inanıyordum…
din
de yasalar da inançlar da bunun için olmalıydı…
hayatın
insana sunulmuş bir armağan olduğuna hem inanıyordum hem inanmıyordum…
insan
ölmek için doğuyordu…
ve
aynı insana, ölene kadar habire ölümün korkunçluğunu göstererek, hayatın da yalnızca ölüme giden renksiz bir yol olduğunu
anlatmaya çalışıyordu çoğunluktaki birileri her fırsatta…
oysa;
ölmek
neydi…
yaşamak
neydi…
yaşarken
ölmek nasıldı…
ölünce
yaşamak kimin için vardı…
sokrates
ölmüş müydü…
epikures
ölmüş müydü…
aristotales
ölmüş müydü…
mustafa
kemal ölmüş müydü…
sabahattin
ali…
cemal
süreya…
rıfat
ılgaz…
aziz
nesin…
ölmüş
müydü…
kim
ölümlüydü….
kim
ölümsüzdü…
“
dostlar romalılar, beni dinleyin, ben sezar’ı
övmeye değil gömmeye geldim…” diyen
antonius
o ünlü tiradında şu aşağıdaki cümlelerini haykırıyordu kalabalığa bundan tam 2600
yıl önce…
“…
insanların yaptıkları fenalıklar çoğu zaman arkalarından yaşar, fakat iyilikler
çok zaman kemikleriyle beraber toprağa gömülür; haydi sezar'ınkiler de öyle
olsun. (..) o
benim dostumdu, bana karşı vefalı ve dürüsttü; lakin brutus haris olduğunu
söylüyor ve brutus şerefli bir zattır.
sezar
roma'ya birçok esir getirdi, devlet hazinelerini bunların kurtuluş akçeleriyle
doldurmuştu. acaba sezar'da hırs diye
görülen bu muymuş ? fakirler ne zaman ağlasa, sezar'ın gözleri yaşarırdı; hırs
daha sert bir kumaştan olsa gerek. (…) ben brutus'un dediklerini çürütmek için söz söylemiyorum, buraya
bildiklerimi söylemeye geldim.
bir
zamanlar siz onu hep severdiniz, bu sebepsiz değildi;
öyleyse
sizi ona yas tutmaktan alıkoyan nedir?
ey
izan! sen hoyrat hayvanlara sığınmışsın,
insanlar
da muhakemelerini kaybetmiş.
beni
affedin.
kalbim
tabutun içinde, şurda, sezar'ın yanında,
tekrar
bana gelinceye kadar beklemeli…..
daha
dün sezar'ın bir sözü
dünyadan
daha ağır basardı.
şimdiyse
serilmiş yatıyor şurada,
bir
dilenci bile eğilmez olmuş önünde.
ah
kardeşler! ben yüreklerinizi, kafalarınızı
azdıracak,
ayaklandıracak bir insan olsaydım,
brutus'a
da, cassius'a da kötülük edebilirdim;
ama,
bilirsiniz, şerefli (!) insanlardır
onlar.
ama
bir yazı var, sezar'ın mührü basılmış;
çekmecesinde
buldum; vasiyetnamesi sezar'ın
bunları
halka okusam, ki hoş görün,
hiç
okumak niyetinde değilim;
bir
okusam bunları, halk doğru gider,
yaralarını
öperdi ölmüş sezar'ın;
mendillerini
boyardı kutsal kanına.
ne
kanı, tek kılını dilenirdi saçlarının,
anmak
için sezar'ı ve ölürken de
değerli
bir miras diye bırakmak için
çocuklarına….”
25
yıldır ;
ne
çok okudum bu tiradı
geceler
gündüzler boyunca…
****
10 yıl önceydi….
2006
yılıydı….
2006
yılı ilkbaharıydı…
akşam
geceye dönerken bir gazetenin ekinde gördüm o uzun yazıyı…
içtiğim
kahvenin yanında duruyordu açılmış sayfası ve başlığı…
-aradan
geçen 10 koca yılda onlarca / yüzlerce kişiye okuttum bu yazıyı…zihnim her
tökezlediğinde, zihni tökezleyen birini
her gördüğümde aklımda, elimin altında oldu bu yazı…-
“mutsuzluk tehlikelidir…”
diyordu
ve
uzun uzun anlatıyordu….
“ mutsuzluk tehlikelidir ;
telaşlandırır.
öç duygusuna sürükler.
yalnızlık korkularıyla yakar.
geçmişin hatıralarıyla hırpalar.
yabancılara muhtaç eder.
ve, birçok insan mutlu olduğunu bilmediğinden mutsuzluğa
düşer.
bir kere mutsuzluk nehrine düştün mü de çıkması zordur.
bilirim o suları, oralarda yıkandım.
"birçok
insan" diyor dostoyevski, "mutlu olduğunu bilmediği için
mutsuzdur."
şaşırtıcı hatta kızdırıcı bir cümle bu. ama düşündürücü de. düşündükçe de bu büyük yazarın haklı olabileceğini
hissediyorsunuz. ben, kendini mutsuz sanan çok insan gördüm. mutluluklarıyla kendileri arasındaki en büyük engel
kafalarındaki "mutluluk" tarifiydi.
çocukken seyrettikleri bir filmden, okudukları bir
kitaptan, büyüklerinin anlattığı bir hikayeden insanların aklına bir
"mutluluk resmi" yerleşiyor ve bu resme benzemeyen hiçbir görüntünün
mutluluk olabileceğine daha sonra inanmıyordu. ellerinde tek bir mutluluk
kalıbıyla dolaşıyorlar, bir başkasının kendine dar gelen ayakkabısını giymeye
çalışır gibi kendi mutluluklarını bu kalıbın içine sokmaya uğraşıyorlardı. eğer
mutlulukları o kalıba sığmazsa mutsuz olduklarını düşünüyorlardı. başka bir
biçimde de mutlu olunabileceği ihtimali onlara inandırıcı gelmiyordu. akıllarındaki
mutluluk tarifine uymadığı için sahip oldukları mutluluğu değiştirmeye
uğraşıyorlar... ve mutsuz oluyorlardı.
o insanlar, bir zamanlar aslında mutlu olduklarını ancak
mutluluklarını kaybettiklerinde anlayabiliyorlardı. bunlar, insanlık aleminin
içindeki en büyük duygusal nehirlerden biri olan mutsuzluğun içine diğer
talihsizlerle birlikte akıyorlardı. orada gerçek mutsuzlarla, terk
edilmişlerle, sevilmemişlerle, sevdiğini yitirmişlerle, hayallerine
ulaşamamışlarla buluşuyorlardı. birbirinden çok değişik maceralardan,
hayatlardan, kırgınlıklardan bu nehre akmış insanlar, burada zamanla
birbirilerine benziyorlardı. onları bakışlarından, seslerinden, bazen
başkalarını çok şaşırtan bir cüretkarlığa dönüşen telaşlarından tanıyordunuz.hemen hemen hepsi de ümitlerinin çoğunu kaybetmişlerdi. ellerinde kalan çok küçük bir ümit kırıntısıydı. mutsuzluğu onlar için çok tehlikeli kılan da ellerindeki bu
küçücük umut parçasıydı. bu umuda yapıştırılmış öfkeli bir intikam isteği de
bulunuyordu dağarcıklarında.
o çok ünlü "mutlu
aileler birbirlerine benzerler, her mutsuz aileninse kendine özgü bir
mutsuzluğu vardır" cümlesiyle başlayan kitabının girişine tolstoy’un
önsöz yerine yazdığı tek satırlık alıntı, birçok mutsuzun duygusunu da dile
getiriyordu:
"içim nefretle
dolu, öcümü alacağım."
geçmişe ve geçmişte kalan birilerine karşı nefretle ve
intikam isteğiyle dolu oluyordu mutsuzların çoğu.
geçmişten öç almak istiyorlardı.
geleceğe dair ise çok küçük bir umutları vardı.
gelecekle ilgili ümit, içinde geçmişten öç alma isteğini de
barındırıyordu.
o minicik ümidin titrek ışığını her yerde, her insanda
arıyorlar, bunu bulduklarını düşündüklerinde ise hiçbir mutlu insanda
görünmeyen telaş dolu bir çabayla ileri doğru atılıyorlardı. bu mutluluk
ümidini gerçekleştirebilmek ve geçmişle hesaplaşabilmek için her yöne, her
insana doğru neredeyse hiç düşünmeden kendilerini fırlatıyorlardı. insanlar
daha sonra pişman oldukları birçok şeyi böyle bir ruh halinde yapıyorlardı. içine
düştüğü uğultulu sularla bir felakete doğru sürüklendiğinden korkan insanların
kurtulmak için neler yapabileceğini daha önceden tahmin etmek bile mümkün
olamıyordu. özellikle mutsuzluk nehrine yeni düşenler, timsahlarla dolu bir
sudan geçmeye çalışan karacalar gibi kurtulmak için canhıraş bir şekilde
çırpınıyorlardı. neredeyse bir tür kişilik değişiminden geçildiği bir dönemdi
bu. mutsuzluk, vahşi bir biçer döver gibi insanın ruhunu parçalıyordu. bütün
güvenini yok ediyordu. mutsuz insanlar, hep bir uçuruma düşüyormuş duygusuyla
her karşılaştıkları yeni insana, içine girdikleri her yeni çevreye "acaba tutunabileceğim dal burada
mı" diye bakıyorlardı. insanlar hayatlarındaki en şaşırtıcı ilişkileri
de bu mutsuzluk krizinde yaşıyorlardı. hayatın bir daha asla "güzel"
olmayabileceği endişesi ruhlarını öylesine kuvvetli bir biçimde sarıyordu ki
yeniden "mutlu" insanların arasına dönebilmek, bu korkulardan,
yalnızlıklardan, güvensizliklerden, acılardan sıyrılabilmek için her ihtimali,
en anlamsızlarını bile deniyorlardı.
hiç bitmeyecekmiş gibi gözüken derin bir yalnızlıkla,
yeniden hayatla barışabileceğini söyleyen minicik umut arasında sanki baş döndürücü
bir tahtırevallide iner çıkar gibi sürekli bir dalgalanma yaşayan mutsuz
insanların, tek başlarınayken kederli bir yorgunlukla bir kenara oturup,
başkalarıyla karşılaştıklarında irkiltici bir enerjiyle ayaklanmaları, bu
yıpratıcı değişimleri sürekli yaşamaları bütün ruhsal dengelerini de altüst
ediyordu.
sükuneti unutuyorlardı. hep çırpınıyorlardı. onları yeniden
mutlu edecek birini bulabilmek, geçmişten öç alabilmek, kendilerine olan
güvenlerini tazeleyebilmek için, aklını ıssız dağlarda kaybetmiş şanssız bir
altın arayıcısı gibi her yeri kazmaya çalışıyorlardı. gülünç olmaya bile
aldırmıyorlardı. bazen, ruhlarını kaplayan kasırga aniden duruverdiğinde, bir
anlığına, "ben ne yapıyorum" diye kendilerine soruyorlardı ama bu
sadece bir andı, kasırga biraz sonra yeniden başlayıp onların kendilerine dönük
gözlerini karartıyordu. yeniden kör oluyorlardı. o mutsuzluk nehrine bir kere
düşmeyegörsün insan...oraya düşmenin kolay ama çıkmanın çok zor olduğunu ancak
o zaman anlar. cömert bir dilenci gibi
yaşar ondan sonra, biraz umut dilenir ve karşılığında her şeyi vermeye razı
olur.
verdikleri gözükmez, herkesin aklında dilenişi kalır. o umudu bulduklarını, aradıkları insanla karşılaştıklarını
sandıkları anda hissettikleri kurtuluşu ve mutluluğu, hiçbir mutlu insan
kavrayamaz. ama mutsuzlar yanıldıklarını çabuk anlarlar. daha derin bir acıyla düşerler mutsuzluklarının içine. öç istekleri daha da artar. öyle zamanlar olur ki bütün insanları yabancı ve düşman
görürler. sonra o yabancılara sığınmaya çalışırlar.
çok mutsuz insan gördüm.
seslerini tanırım onların, bakışlarını tanırım.
abartılı neşelerini tanırım.
en neşeli konuşmanın bir yerinde kararıveren yüzlerini
tanırım.
hikayelerini dinlerim.
çoğu dostoyevski’nin sözlerini hatırlatır. mutlu olduklarını bilmedikleri için mutsuz olduklarını
sanmış, sahte bir mutsuzluktan kurtulmaya çalışırken gerçek bir mutsuzluğa
düşmüşlerdir. kahkahalarla dolu bir geceden sonra onları izlerseniz hızla
başlayan adımlarının gitgide yavaşladığını, her yavaşlayan adımla bir başkasına
dönüştüklerini, omuzlarının çöktüğünü, ruhlarında taşıdıkları yorgunluklarının
onları esir aldığını görürsünüz. o anda karşılarına çıkıveren biri onları en
çılgın şeyleri yapmaya ikna edebilir. aniden evlenebilirler. ertesi sabah
dudaklarında bir plastik tadıyla uyanmak üzere hiç sevmedikleri hatta
hoşlanmadıkları biriyle sevişebilirler. varlığıyla kendilerini utandıracak
birileriyle kalabalıkların önüne çıkarak poz verebilirler.
tehlikelidir mutsuzluk.
insanı şaşırtır.
telaşlandırır.
öç duygusuna sürükler.
yalnızlık korkularıyla yakar.
geçmişin hatıralarıyla hırpalar.
yabancılara muhtaç eder.
ve, birçok insan mutlu olduğunu bilmediğinden mutsuzluğa
düşer.
bir kere mutsuzluk nehrine düştün mü de çıkması zordur.
bilirim o suları, oralarda yıkandım.
o sularda ıslananları onun için hemen tanırım.
her mutsuzla karşılaştığımda aynı sözleri söylemek isterim.
"sakin ol, sükunet
kurtaracak seni."
her seferinde de sakin olamayacağını bilirim.
mutsuzluk telaşlandırır çünkü insanı.
telaşıyla tehlikelidir zaten, elindeki o küçük ümidi de
kaybetmemek için çırpınmasıyla tehlikelidir mutsuzluk. pişmanlıklarımızı telaş
yaratır çünkü, telaşımızla utanılacak hareketler yaparız, bazen önümüzde
kaderin açtığı geniş yollarda mutsuzken tökezlememiz telaşımızdandır. gördüğümüz
her insana, boğulmakta olan bir insanın kurtulma hırsıyla sarılır ve onları
korkuturuz, biz onları kendimize doğru çekmeye uğraştıkça onlar bizim
korkularımızı çoğaltarak kaçarlar. yalnızlıktan korktukları için yalnızlaşır
mutsuzlar. ve yalnızlaştıkça yalnızlıktan daha çok korkarlar. mutluluk
topraklarına açılan o "sükunet
kapısından" geçmeyi bir türlü beceremezler.
sonra bir gün, o küçücük ümitlerini de kaybedip artık
yokluğa yaklaştıklarını sandıklarında aniden o sükunet kapısı açılıverir
önlerinde. ümitleri yoktur artık ama mutluluk şansı onlara sezdirmeden
belirivermiştir. ümitsizce dururken bulurlar mutluluğu.
kimse sonsuza dek o mutsuzluk nehrinde sürüklenmez çünkü...
bir gün herkes kurtulur……
( ahmet altan / hürriyet gazetesi 20 mayıs 2006)
*****
10
koca yılın ardından 2016 yılındayım…
ne
diyordu özdemir asaf ;
“
insansız adalet olmaz
adaletsiz
insan olur mu ?
olur,
olmaz olur mu!
ama,
olmaz olsun !!! ”
(
murat örem / 27 ocak 2016 / ankara….)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder