yukarıdaki fotoğrafta
sağdan ikinci sırada görünen “ boylu poslu, yakışıklı genç adam kimdir…” dersiniz…
edebiyat dergisi “sözcükler”in yeni yıl sayısını alanlar için sorunun cevabı çoktan belli
de, bu dergiyi hala okumayanlar /
görmeyenler için bir kez daha soralım sorumuzu ve cevabını hemen oğuz atay diye
verelim…
bu fotoğraflar oğuz atay’ın arkadaşı çetin yalçın’da kalmış ve tesadüf
sonucu bulununca da büyük bir mutluluk yaşanmış….
fotoğrafta da görüleceği gibi kapılara sığmayan
bir cüsse ve kalıptaymış oğuz atay…
engin ardıç bundan 29 sene önce 1987 yılında yayınlanan “yazar
denen garip yaratık” başlıklı yazısında unutulmaz derinlikte cümleler kurmuştu oğuz
atay hakkında…
yukarıdaki fotoğrafa tekrar tekrar baktıktan sonra, aşağıdaki engin ardıç imzalı yazıyı okurken
bu cümlelerin de tadını çıkarın…
belki içinizden bazıları, kalan 13
fotoğrafı daha görmek için sözcükler dergisi almaya bile gider…kimbilir…
( murat örem / 12 ocak
2016 / ankara…)
******
“ yazar denen garip yaratık”
“Tükenmezin mürekkebi dağılmış, artık sararmış sayfalarda
kalan adın, kağıdın suyu yönünde hareleniyor Oğuz.
Sırtı birkaç yerinden kırık, arka kapağı aya izleriyle
sapsarı, fiyatı yirmi eski lira olan bir kitap bu. O zamanın parasıyla!
Abdülhamid zamanı değil, senin son birkaç yılın… Ön kapakta Sevin’in ahşap
kaplamalı, penceresi fesleğenli, dantel tığ işi perdeli resmi de solmakta.
Hayati’nin bastığı bir kitap, artık olmayan Sinan Yayınları’nın, artık olmayan
bir Cağaloğlu sokağının bir hanının bilmem kaçıncı katında, artık
dudaklarımızdan eksik gülümsemelerle ve kimbilir kaçıncı çay bardağıyla
ısıttığımız bir odada kitaplarını üst üste yığılı görüyorum… Matbaa kokusu
uçmuş, kitaplar kenarlarından başlayıp içe doğru sonbahara kesiyorlar, o sırada
Bic tükenmezi mi modaydı, senin tükenmez satırların usul usul ve sessizce
sayfada yayılıyor: Engin Ardıç için Albay’dan sevgilerle, Oğuz Atay…
Emekli Albay Hüsamettin Tambay. En çok onu seviyorduk. Albay
Hüsamettin’in yalnızlığına Hikmet Benol gibi posta neferi yazılmış, küskün
yalnızlığımızı meyhane meyhane gezdiriyorduk, değil mi? Akşamları Papirüs’te
buluşuyorduk, Pakize de birazdan gelecekti, onu beklerken iki tane
yuvarlayabilirdik, zaten hangi kadın bizi doğru düzgün anlamıştı ki,
sıcaklardan neler vardı?
Bu Papirüs, “eski” Papirüs. Ertuğrul daha güler yüzlü o
yıllarda, Papirüs’ün masalarında telefon prizi dahi var, en büyük keyfimiz
dışarıdan telefon geldiğinde garsonun elinde makineyle masaya seğirtmesi,
oturduğun yerden konuşabiliyorsun, o gülünç yıldızlı jetonlar henüz icat
edilmemiş.
Herkes oradaydı. Mustafa Gürsel o sırada TRT’de, Hilmi Yavuz
Bedrettin’in ilk baskısına hazırlanıyor, Halit Çapın Bay Alkol ile flörtünü
sürdürmektedir. Nurer Uğurlu amansız Adana kahkahaları arasında Demirtaş
Ceyhun’la söyleşmektedir. Tanju Cılızoğlu Papirüs’ten adam toplayıp
Nişantaşı’ya kahveye götürüyor, kumpas kurulmuş, Paşa Demirtaş’la Sarı Bülent’i
her akşam bir güzel ütecek.
Biz daha uzak duruyorduk Oğuz, hatırlarsın. Biz o sıra rakı
içerdik de, kimseciklerin okumadığı kitaplardan, kimseciklere dönüp bakmayan
kadınlardan ve hüzünlerden söz ederdik. Uzun saç modası vardı, kara kıvırcık
saçlarımız enselerimize dökülüyordu yanılmıyorsam, ben daha göbek salmamıştım o
sıralar, sen de dağlar gibi bir adamdın… Kısık sesin cüssene yakışmıyordu,
sesinde kırık bir şeyler vardı galiba, günlük sıkıntıların, köklü öfkelerin,
müzmin yalnızlıkların kırdığı bir şeyler vardı. “Seni anlamıyorlardı.” Keçi
sakallı ressamların, boyun atkılı sinema yönetmenlerinin, ince hastalıklı
şairlerin ağzına pelesenk olmuş bu iki banal kelime sana hiç yakışmıyordu, ama
gerçek bal gibi buydu işte ve ben senin ne demek istediğin yılar, yıllar sonra,
günün birinde beni de anlamadıkları zaman anlayacaktım.
Kahverengi plastik kaplı, sıradan, kalınca bir deftere günlük
tuttuğunu nereden bilebilirdim? Bütün kitaplarını ezberime almış,
“Eylembilim”‘in bir an önce bitmesini bekliyordum. San de bana baba gibi
edebiyat talim ettiriyordun. Conrad, Hesse, Nabokov okutuyordun. Hatırlıyor
musun, “Tutunamayanlar”‘daki Süleyman Kargı’nın şarkılarını Nabokov’un “Soğuk
Alev”‘inden arakladığını söylediğim vakit nasıl kan beynine sıçramıştı, nereden
bilebilirdim Oğuz, seni üzeceğime Allah’ın benim bin belamı vermesi gerektiğini
nereden bilebilirdim, günün birinde o en gizli kıvrımlarında kıvılcımlar çakan
beyninin sana oyunların en kötüsünü edeceğini, tıpkı bir Selim Işık, tıpkı bir
Hikmet Benol, tıpkı bir Turgut Özben gibi dehşetiyle gülünçlüğü at başı giden
bir ölümle, Altay’ın evinde, aptesanede, elinde günün gazetesi kaykılıp
gideceğini nereden bilebilirdim?
Öleceğini nereden bilebilirdim? Birlikte bir resim çektirmek
bile aklımıza gelmemişti. Londra’dan gönderdiğin mektuplarda umutlu
görünüyordun, bizim kafamıza dank ettikten sonra senden kaçar olmuştuk. İşin
ucuz çeviri romanlara dönmesini, ölümcül olduğunu bildiğin hastanın karşısında
iyimser budala oyunları oynamanın o hiç de şirin olmayan komikliğine sıvanmayı
istemiyorduk…(Aşağı Muvar vadisinin iki muvannit serserisi!)
Tuhaf, çevremizi ölüler kuşatmıştı da biz ölümü pek umursar
değildik, Altay’ın oğlu yirmi bir yaşında kanserden gitmişti, benim sevgilim
otuz dört yaşında saçma sapan bir ameliyatta ölmüştü, Selim Işık tabancayı
seçiyor, Hikmet kuşkulu bir şekilde balkondan atlıyordu. Dağ gibi adamların
kırk üç yaşında şiddetli baş ağrılarıyla uç veren beyin urlarından gürleyip
gidebilecekleri hangi kitapta yazıyordu Oğuz?
Aramızda eşşek kadar yaş farkı vardı, ama iki koca bebek, iki
oyun arkadaşıydık. “Tutunamayanlar” çıktığı zaman, “Her mühendisin çekmecesinde
birkaç roman taslağı vardır.” yumurtlayan çok aziz bir dostumu nasıl döveyazdım
sen bilmiyordun; Pakize’yle nikah davetiyenizi eve getirdiğinde çok sevdiğin
pederimin “Eh evladım, sonunda bir yere tutundun demek…” lafına nasıl da
gülmüştün, Beyoğlu Evlendirme Dairesi’nin o zamanlar soğuk ve sevimsiz
griliklerinde nikah şekerini ben tutmuştum, likörlü çikolata akmış, senin ve
Pakize’nin şerefine Beymen’den aldığım yeni pantolonu berbat etmişti, şekeri
evde kalmış kızlara tuttururlarmış meğer, kısmeti açılsın diye, nasıl
kızmıştım…
Ali’nin(Poyrazoğlu) o başörtülü nineleri, akraba ve tallukatı
dehşete düşüren, ortalığa bir bomba gibi düşen şakasını hatırlıyor musun Oğuz?
Ya Bodrum’a “müveccihen” yola çıkışınızda ucuz bir Amerikan filminden
öğrendiğimiz üzere senin beyaz Renault’un tamponuna konserve tenekesi
bağladığımızı? O Renault ile kaç kez yolda kalmıştık, Kumkapı’ya gümüş balığı
yemeye giderken kaç kez açlıktan midemiz guruldamıştı, süper benzin pahalıydı,
normal dolduruyorduk, “tıkanma yapıyordu!”
Ne hınzır heriflerdik…Hayatta başarabildiğimiz en önemli
şeylerden biri kendi kendimizi göz hapsine almaktı, düşman kazanmaktan ben
gizli zevkler mi alıyordum ne, senin ciddi ciddi kırıldığını görüyordum,
kafasızlar, dangalaklar, cahiller ordusu bütün kalelerini zapt etmeye, bütün
tersanelerine girmeye çalışıyordu, beyaz mantolu adamı, Ubor Metenga’dan mektup
yiyen aydını, oyunlarla yaşayan zavallı suretlerimizi durduk yere uydurmamıştın
ya…
İzninle gene bir “banallik” yapacağım ve sen çok kızacaksın
Oğuz, on yıl ne çabuk geçmiş.. Şimdi dışarıda gene soğuk ve sevimsiz yağmurlar
yapıyor, o cami avlusunda da yağıyordu, kimsenin ağzını bıçak açmıyordu, hep
akşam meyhaneye gitmek üzere ön buluşma yeri olarak kullandığımız o cami
avlularında herkes işin fecaatini ilk kez o gün anlamıştı, suratlarımızdan
düşen bin parçaydı, utanmasak ağlayacaktık, keşke utanmasaydık da ağlasaydık. Senin,
şimdi iki metre ıslak toprak altında, yüzündeki buruk gülümsemeyi zamanın
silemediği bir iskelete dönüşmüş olmanı düşünmek istemiyorum, öyle değil mi olrick,
öyledir efendimiz, beni kısık sesli, torbalı gözlü ve hüzünlü bir adam olarak
hatırlayınız.
Sen de beni, sevgili Oğuz, Yeniköy’deki evin kitaplığında
“Topoğrafya” kitabını görünce “Deneysel bir roman mı üstad?” diye soran ve
mutfağa kadar kovaladığın genç ve istikbal vaat eden yazar adayı olarak
hatırla…
Muhteşem yalnızlığımızı yan yana yaşarken bıraktın ve gittin
sonunda, bayrağı ben taşıyorum. Sen gittin gideli James Joyce ile Kemal Tahir’i
birbirine tokuşturmayı öğrendim, içine bir tutam deneme, iki ölçek köşe yazısı,
bir fırt röportaj, bir ölçü duygusallık, üç ölçü malumatfuruşluk kattığım yazılar
yazmaya çalışıyorum, hanımlar pek beğeniyor, giderayak “yaz” diye elverdin de
sanki iyi halt ettin Oğuz…
Ne olurdu ben de senin gibi mühendis, doktor, avukat
olsaydım…
Kırkımdan sonra gizli yazarlık yeteneklerim keşfedilir, artık
beyin tümöründen mi, böbrek kanserinden mi neyse vakitlice çekip giderdim,
şimdi beni insanların nankörlüğü, ahmakların ahmaklığı ve hayatın güzelliği
öldürecek oysa. İkimiz de aykırı adamlardık, neden beni piç gibi bırakıp gittin
Oğuz? Ben şimdi esas olarak ifade etmek istediğim hususları, suların
kesilmesini, nakil vasıtalarındaki izdihamı, sinemalarda kuyrukların teşkilini,
çöp kamyonlarının seyrek uğramasını, dilekçelerimizin resmi dairelerde sürünüp
kalmasını, umumi mahallerde ahlaka mugayir hareketleri, sokak köpeklerinin itlafını, maaşlarımızın
tediyesindeki teehhürü, turistlere gösterilmesi icap eden kolaylıkları, radyo
ve televizyonda kelimelerin yanlış telaffuzunu, gıda maddelerinin keyfi satışını,
vatandaşın denize girecek yer bulamamasını, bazı fıkra muharrirlerini takdir
ve/veya tekdirimi, gazinolarda muhattap olduğumuz fahiş hesap pusulalarını,
kahvelerde vakit öldüren işsizleri, seyrüsefer kazalarının asgari hadde
indirilmesi için riayet edilmesi lazım gelen kriterleri, yirmi üçüncü fırkanın
taarruzu esnasında meydana gelen vaziyet hakkında muharebeyi yerinde müşahade
etmiş bir zatın hatıratını, yollara kafi miktarda meyil verilmemesi sebebiyle
kaldırım kenarlarına toplanan suların geçen vasıtalardan yayalara
sıçratılmasını, falanı filanı kiminle tartışacağım?
Yoksa benim için de mi günü birinde gazetelerde “elim bir
ziya” başlıklı ilanlar çıkacak? Salihat-ı nisvandan olamayacağımıza göre
adımızın yanında parantez içinde “Beyefendi” yazan da bulunmaz. Filmin sonunda
çocuk ölüyor işte, muharrir, Oğuz abisi gibi en verimli çağında, kendisinde
henüz çok şey beklenen bir yaşta aramızdan ayrılmıştır… Babana yazdığın bir
mektupta “Ne yani, babacığım,” demiştin, “ben de senin gibi ölecek miyim?”
Ne yani Oğuz, ben de senin gibi ölecek miyim? ”
engin ardıç / 1987…
Ne tesadüftür ki bu yazıyı Yeniköy'de bir Cafe'de otururken okudum.
YanıtlaSilbirader
Silnerede okursan oku...
oku da :)))
şaka maka
yedigünyazıları
çok kallavi bir okur kazandı...
ben de ona seviniyorum...
sevgiler selamlar...
murat....
Murat Bey merhaba;
YanıtlaSilEngin Ardıç'ın yazısı ne çok pişmanlık ve ne onulmaz keder
taşıyor... İnsan yaşamındaki bu yeri doldurulamaz kayıplar!
Gidişlerin en çok dokunanı ve en zor alışılanı, erken, beklenmedik,
haksız gidişler...
Hayat denilen muamma işte; ne getireceği, ne götüreceği
belli! Bize düşen ise, o üzüntüler, hayıflanmalar, olayın şokunu
atlatmak için aklın nafile uğraşları...
Giden tüm değerli insanların ardından, kıymetli anılar kalıyor geriye, sağlam sözler, örnek davranışlar... Oğuz Atay ve beklenmedik şekilde giden diğer tüm önemli insanlar! Öyle değerliler ki, gidişleri o değeri azaltmak yerine sadece onu daha da artırıyorlar ve her daim, hiç gitmemiş gibi yaşıyorlar...
Sevgi ve saygıyla
Kemal Atalay
sevgili / kıymetli kemal atalay
Silbilesiniz ki
derinlikli her yorumunuzla birlikte
bu yazıların da derinliği artıyor...
yeni yorumlarda her daim görüşmek umuduyla..
selamlar , sevgiler...
murat örem....