yazıyı müziğe
altlık yapmak
hakarettir...
müziği yazıya fon yapmak
büyük görgüsüzlüktür...
yazı
yazıdır
müzik de müzik...
insanlığın
en güzel icatlarındandır
yazı da müzik de...
yazının gücünü görmek isterseniz
mesela ;
“dostoyevski” okuyunuz...
müziğin gücünü görmek isterseniz
mesela ;
“bach” dinleyiniz....
yazıyı
müziğe altlık yapmak
hakarettir...
müziği
yazıya fon yapmak
büyük görgüsüzlüktür...
yazı
yazıdır
müzik de müzik...
fakat çok istisnai durumlarda
bir yazı bir müziğin ve hayatın
hikayesini anlatıyorsa
önce ve şimdi müziği açınız
ve yazıyı o müzikle okuyunuz...
vakitlerden
bir vakit , bir kız çocuğu varmış....
akademisyen
olup mesleğini yapmak için yurdundan çok
uzaklara gitmeden önce dolu dolu yaşamış anadolunun her bir güzellik ve kahrını o kız çocuğu da...
öyle
iflah olmaz bir iyimsermiş ki; aklında daima ve hep güzellikler kalmış
insanlarla ve yaşadığı yerlerle ilgili...
anlatacağımız
şu kısa hikaye içinde, kendi hayatınıza da bakarak ismini dilediğinizce tanımlayabilirsiniz o kız çocuğunun...
üniversite
yıllarında kendini roman kahramanı "Raskolnikofla” özdeştiren bu
kız çocuğunun (da) akıl
yaraları, gönül çürükleri varmış
herkes gibi...
büyümek
biraz da buymuş çünkü...
bir
de, üzerinden neredeyse hiç çıkarmadığı ve dizlerine kadar inen “kahverengi
hırkası” varmış bu kız
çocuğunun üniversite yıllarında...
bu
hırkasını sevgiyle anlatırken “oblomov’un hırkası” gibiydi tanımını yapmamış o kız çocuğu ama hikayeyi
dinleyen orta yaşlı adam her nedense o hırkayı oblomov’la
özdeşleştirivermiş hemen...
-
bilenler bilir ; rus yazar gonçarov , oblomov romanında rus edebiyatına hakiki
bir eşiği atlatmıştır...oblomov bu romanda bir simgedir...değişen çağa
direnemeyecek olan rus ekonomik sınıfının ve
rantiye grubunun iyi niyetli(!)
ve üşengeç temsilcisidir oblomov...uçsuz buçaksız araziler yok paraya
birer birer elden çıkarılırken oblomov pek istifini bozmaz görünür hizmetçiden
ziyade efendisi olmaya meyillenen zahar’la birlikte ama üzerindeki hırka gün
geçtikçe eskir , solar yıpranır...-
gençlik
yıllarında, "Kültür ve Düşünce Dünyası" kitabını taşırmış
gencecik kollarında o kız çocuğu ve dünyayı hemen anlamak istermiş...
ne
masal şey....
kim
dünyayı anlamış ki,
“bin
yaşına” gelse bile...
ne
kadar naif...
ne
kadar çocukça...
ne
kadar safça...
fatih
semtinin Aksemsedininden yürürmüş, benim de her şeye rağmen mutluluk ve huzurla
yıllarımı geçirdiğim ve gönlümde hala üniversitelerin
biriciği olan İstanbul Üniversitesi’ndeki hergelen
meydanlı Edebiyat Fakültesine çoğu zaman...
aradan
yıllar yıllar geçmiş...
yıllar
geçerken ,
istanbul’un
ne sokakları kalmış arşınlanmayan
ne
gidilmeyen kitapçıları
ne
de dualar edilmeyen camileri...
aradan
yıllar geçmiş....
gökten
üç elma düşmemiş...
devler
cin , prensler kurbağa olmamış...
prens
olan kurbağalara da
masallarda
bile kimseler inanmamış...
ve
;
bitirmiş
okulunu o kız çocuğu
elinde
İstanbul
Üniversitesinin diploması
ve
üç dili dolu dolu bilen haliyle...
bitirmiş
okulunu o kız çocuğu
gönlünde
bin kelebekle...
anne
babasına emekleri için teşekkürler
ederken ,
yaşıtlarına
göre çok daha inançlı tarafıyla da
“Allah'ım
sana da çok şükür , bin şükür...” demiş..
bir
defteri varmış kız çocuğunun talebelik yıllarında, öğrendiklerini hemen not aldığı...
çünkü
her ahval ve şeraitte olan biteni eksiksiz anlamayı talep edermiş o genç yaşında
bile ...
sınırlı
parasıyla sahaftan pek de ucuza almadığı kalın kapaklı
ve damarlı sayfaları olan defterinin ilk sayfasına da unutulmaz “La
boheme” şarkısını yazmış kız
çocuğu ilk satırlar olarak...
bununla
da yetinmemiş ;
hem
öğrenciyken
hem
de sonraları üniversitede “hoca”
olduğu zamanlarda da
odasındaki
giysi dolaplarının kapaklarına yazmış
“La
boheme” şarkısının sözlerini,
çıkmayan
kalemler ve kocaman harflerle
o
kız çocuğunu hiç unutmayarak...
aradan
yıllaaar geçip giderken,
günlerden bir gün ,
apayrı
taraflara ilerlerken
anlık
da olsa yan yana gelen iki -hızlı- tren gibi
görmüşler
birbirlerini büyümüş kız çocuğuyla orta yaşlı adam...
herkes
herkese anlatmış hayatının anlatabilir taraflarını dostça...
sonra
gidilecek yollarına yürümüş herkes...
bize
de, “La
boheme” şarkısının kırık dökük Türkçe
çevirisi üzerinden o kız çocuğunun insanlığını , umudunu , garp ellerinde
hayatta kalma çabasını saygıyla selamlamak
kalmış...
şunları
diyormuş “La boheme” şarkısının birebir olmayan çevirisinde anadoludan
çıkan büyük ses Charles Aznovour ;
“şimdi
çok eskimiş zamanlardan söz etmek zamanı size...
o vakitler montmartre ; pencerelerimizin altına kadar uzanan leylaklar
vardı...
bize
yuva olan evimiz beş para etmese de tanıştığımız yerdi...
ben
sesimle farkedilmek için çırpınırken ,
sen pozlar veriyordun....
bohem
mutluyuz demekti..
bohem
, elimizdeki parayla ancak iki günde bir yemek yemekti...!!!
şöhret denen büyüyü bekliyorduk çoğumuz....
yokluk
içindeydik ama umudumuz vardı,
yanında
gençliğimiz de elbette...
ve
bazı bistrolarda
sıcak
yemek karşılığında bir tuval alıyor,
sobanın
etrafında toplanıp dizeler döktürüyorduk...
bohem
"güzelsin" demekti...
yetenek
ve umut da hepimizdeydi...
zor
ve aç gecelerden sonra
ilk
işimiz olurdu sabahları birer kafe-krem
içmek...
yorgun
ama şikayeti bilmeyen
birbirimizi
ve hayatı sevmek isteyen gençlerdik.
sevmeliydik
çünkü daha yaş yirmilerdeydi....
sonra
aradan çook zaman geçti...
günlerden
bir gün
eski
adresime yolum düştüğünde
gençliğimi
gördüm ama
yaşadığım
duvarları, yolları, hiçbirini tanıyamadım....
her
şey ama her şey yıldızlar kadar uzaktı...
montmartr
‘ın kendisi solgundu ve leylaklar
ölmüştü...
o
eskimiş zamanlarda gençtik, çılgındık....
bohem
hiçbir şey ifade etmiyor artık...”
(
murat örem / 07 ekim 2013 / ankara...)
( başlıktaki alıntı / cem adrian...)
(müzik / charles aznavour / la boheme..)
Kalemine sağlık Murat. 🍀👏👏
YanıtlaSilyorumuna sağlık biraderim....
Sil