Sandık aralarına , çatı
katlarına bakar insan tatil günlerinde bazen….
Hiçbir şey yapmazsa evindeki dolapların içine attığı ve
sonrasında çoktan unuttuğu eski kutuların içine bakar…
Eski bir raptiye , demiri kopmuş bir saat kayışı, yazmayan
tükenmez kalem, kırık tavla pulları, uçları bozulmuş tornavidalar, lastiği
kopmuş bir saç tokası, şu bu…
O
eşyalarının kimilerinin ne hatıraları vardır zihinlerde hala…
Ama
insan bakar bakar da, belki hatırlar
belki hatırlamaz…
Oysa
bir kağıt mendil, ucu kırılmış minik biblo
bile ne çok şey hatırlatır insan
anımsamak isterse….
Bu
eşyaların bazıları da hiçbir özelliği, hatırası yokken konmuştur oraya ve unutulup gitmiştir…
Çünkü
eşyalar gibi zihinlerin üstü de toz tutar zamanla…
Öyledir…
Hakikaten
öyledir….
Aylak bakkal münasebetsiz yerlerini (!) tartar deyimi misali insan
bazen bilgisayarlarının , laptopların da çatı katlarına , sandık aralarına (!) bakar
vakti bolsa, zihni yorgunsa, anıların limanına uğramak istiyorsa…
İşte
böyle zamanlarda yıllar önce çekilmiş ve bilgisayarın içinde unutulmuş bir
fotoğraf, word dosyasında yarım bırakılmış bir yazı , disketli zamanlardan
kalmış bir oyun da çıkabilir karşısına laptopun dehlizlerinden….
Çok
istisnai olarak da , insanlığı ve dostluğuyla her zaman gurur duyduğu kardeşinin ,
çookkk yıllar önce –neredeyse 20
yıl- birden fazla sayıdaki
nitelikli edebiyat dergisinde
yayınlanmış hikayesiyle de karşılaşabilir insan…
Hikayede
sözü edilen telefon jetonlarının, ismi geçen edebiyatçıların bile kaf dağının
ardında kaldığını görerek hüzünlenebilir…
Zaman
akmıştır…
Teknoloji
denen heyula kaplamıştır dört bir yanı…
Aşağıdaki
hikayeyi bugün 40’lı yaşların kapısından adım adım ilerleyen , çok emek verilerek
yayınlanmış iki kitabın da sahibi olan hakiki
bir kardeşin , Ayşın Örem Alptekinoğlu’nun , daha 22 yaşındayken bile kaleminin
gücünü görmek ve esbabı mucibesini anlamak için de okuyun….
Bundan
sonrasında da arada sırada böyle minik sürprizlere de, konuk sanatçılara da (!)
hazır olun….
(
murat örem / 07 temmuz 2013 / ankara….)
( fotoğraf
/ abi kardeş öremler / 1988/ istanbul – bandırma feribotu)
……………
Bu Şehirde Bütün Otobüsler Kızılay’a Gidiyor…
“Ankara
Ankara , ey iyi kalpli üvey ana”
Cemal
Süreya böyle tanımlıyor yaşadığım şehri.
İsteyerek
gelmedim bu şehre ve annem de üvey
değil!
Ankara
Cemal Süreya’ya benziyor; biraz yorgun, biraz ürkek biraz da kırılgan… Ankara
çoğu kez paylaşılamayan bir dost, bazen
ölümden kaçıp sarılacak bir ağaç gövdesi
bile bulunamayan büyük bir boşluk sanki...
Tramvaylar
yok bu şehirde, deniz de yok.
Ama
bu şehirde ihanet de yok sanki!
İnsan
telefon kulübelerinden - o metal
kokusundan iğrenmeden- istediği her sese
ulaşabiliyor.
Sen
de Ankara’yı seviyorsun biliyorum, benden önce yaşadığın başka aşkların olsa da
ben de seni.
Bütün
otobüsler Kızılay’a gidiyor, ne güzel!
Seninle
Akay yokuşundan çıkmayalı da aylar oldu.
Belki
de tramvayların şehrine yerleşirsin ve artık hiç gelmezsin.
Ama
gelmeye karar verirsen ben seni yalnızca bu şehirde bekleyebilirim.
İnsan
izin almadan düş kurabiliyor bu şehirde.
Tramvayların
şehrinde yaşadığını bilsem de Attila İlhan’ın , her akşamüstü , çimlerin
üzerine basmanın yasak olduğu ve kuğuların bulunduğu parkta semaverden çay
içiyor sanki kasketiyle. Arada Cemal Süreya da katılıyor söyleşiye. Zuhal’e
olan aşkından söz ediyor. Sanki çok iyi
anlaşamıyorlar bunu görebiliyorum ama saygılılar birbirlerine…
İnsan
bu şehirde yalnızca sevdiğini özleyip kıskanmıyor. Geçmişini sevmezse insan
yaşayamaz. Bu şehir geçmişini de seviyor. Tarih kitaplarında yerini almış “yap-
boz” oyunlarına öylesine alışkın ki...
Hüznün
sarıya bulanmadığı bu sokaklarda ne yaşamlarını pazarlayıp para kazanan
kadınlar ne de pazar payından yüzde alan
erkekler var sanki ! Bir insanı sever gibi seviyor insan bu şehri. İnsan hangi şehrin
garında bu kadar kalabalık olduğunu hissedebilir ki ?
“Memur
kenti” diyor kitaplar bu şehre.
İçten
içe kızıyorum bu tanımlamaya.
Memur
kenti olsa, orta yaşlı insanlar sarmaş dolaş dolaşır mı bu sokaklarda ?
Memurlar
aşık olmaz mı diye sorabilirsin
şimdi sen.
Memurluk
her ay belirli günlerde maaş almak değil ki yalnızca.
Ankara’da
aşklar peşin fiyatına taksitle
yaşanmıyor, eşya alırkenki gibi iki kefil gerekmiyor ve bir dahaki buluşma
için senet imzalanmıyor. Gecenin saat kaçı olursa olsun, annemin yıllar önce
yalnızca ama yalnızca benim için yaptığı üstü toz şekerli kurabiyelerden
alabiliyorum.
Bütün
çiçekçilerdeki çiçekler benim için.
Kasımpatları,
papatyalar, sıklamenler, menekşeler hepsi benim için!
Yalnızlığımdan
kaçmak için birlikte olmadım seninle. O kadar küçük hesaplarım olsaydı ‘mış
gibi’ yapıp yaşamıma devam ederdim. Herkesin evinde baş köşeye konulan
muhabbet kuşlarından alıp, ona saatlerce konuşmayı öğretebilirdim. Ya da ‘Ümit’
marka kuş yeminin kuşumun konuşmasına yardım ettiğine insanları inandırıp ben
de zaman içinde bu yalanıma inanabilirdim.
Bu
şehirde hiç cenaze görmedim ben.
Ölüm
de yok burada. Hocanın her ölü arkasından aynı ciddi hüzünle dualar okuyup
ölüyü göndermesine çocukken de akıl
erdiremezdim, şimdi de anlayamıyorum.
“Merhumu
nasıl bilirdiniz?”
Kim
bilir!
Çok
sabahladık bu şehirde seninle. Söyleşilerimizi çoğu kez tatlıya bağlayamadık. Ertesi gün aynada yüzümü gördüğümde geceden
kalan yalnızca şişmiş göz kapakları değildi.
Sen
hiç merak etmedin mi, ağlamakla geçen gecelerin sonunda neden işten izin almaya
çalıştığımı?
Yüzümün
bulutlanmışlığı i bulaşır diye korktum Ankara’nın sokaklarına, sana
söyleyemedim...
Eğer
insanın yüzü bulutlanmışsa , ne allık,
ne rimel ne de ruj kapatabilir bu çirkinliği.
Seni
tramvaylı şehrinle sevdim ben.
Bunu
her fırsatta dile getirmeye çalıştım.
Tek
gecelik sevgilerini duyduğumda çılgına
dönsem de belli etmedim.
Oysa
insan o zaman kendini paslı bir çiviye benzetiyor tıpkı yeryüzünde hiç çivi kalmayınca kullanılması
kesinleşen bir ‘çivicik’ gibi...
Bir
ilişki yorulmaya başlamışsa, yaşadığı
mekanı da kirletir. Aşk adına affetmeler zamanla yok oluşa dönüşebilir.
“Ben” yok olursam, benim Ankaram da ölür
.
Hoca
aynı ciddi hüzünle “Merhumu nasıl bilirdiniz?” diye cemaate sorduğunda , sen kimseden çekinmeden
ve ağladığını saklayan markalı siyah gözlüklerini fırlatıp atarak, “Ankara’yı
severdi” diyebilir misin?
Benim
Ankara’mda deniz yok ama deniz atları var. Benim yüreğim seni ve senin
şehrini taşıyabilir ama senin yüreğin
kargaları martı sanıp onları sevecek kadar
büyük değil.
Bu
ilişki biterse senin sandığının
aksine ben yine de yaşayabilirim. Otobüslerin numaralarını ve
duraklarını senin kadar iyi bilemesem de, istediğim her yere ulaşabilirim. Tek
başımayken de, meşhur Akay yokuşunda trafik sıkışabilir. Ben liseli gençlerin
kimse görmeden - onlar hep öyle sanır-
birbirlerine sevgilerini sunuşunu görüp mutlu olabilirim.
Gecenin
bir yarısı jeton satıcılarıyla konuşup
üzeri toz şekeriyle kaplı kurabiyelerden istediğim kadar alabilirim.
Bu
şehirde benimle sen de varsın.
Ama
sen olmadan önce de bütün otobüsler benim için Kızılay’a gidiyordu ve bundan
sonra da bütün otobüsler hep Kızılay’a
gidecek....
(Ayşın Örem
Alptekinoğlu / eskişehir /
1994….)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder