Sevmezseniz, derslerin en sevimsizlerindendir coğrafya…
Severseniz hayatın en
güzellerindendir okumak ve yazmak…
Mesela ,
ekinoks der öğretmenler derslerde yıllar boyu ama yoldan geçen on kişiye sorsanız nedir
ekinoks diye en az yedisi bön bön bakar yüzünüze…
Milyonlarca insan vakti
zamanında ders geçmek için ezberlemiştir ekinoksu ama okul bitince zihinler ekinoks
defterini de kapamıştır, tıpkı türev
gibi integral gibi avagadro sayıları gibi
servet-i fünun gibi…
Oysa içselleştirilmeyen
her bilgi hamallığa benzer
delikli kovaya nafile ve
habire doldurulan suya benzer….
suya da
kovaya da
emeğe de
yazıktır …
çok yazıktır…
çok çok yazıktır….
Ekinoks
deyince biz, içinizden bazıları ekinoks, gün ve gecenin eşitlendiği tarihlerdir
diyorsa haklıdırlar…
Her sene ekinoks
zamanında -ki biri 21 mart diğeri de 23 eylül’dür- bir düşünür ve yazar gazetedeki köşesinden “gündüz
ve geceler yine eşitlendi” diye başlar cümlesine ve Türkçenin
imbiğinden damıta damıta kurar güzelim cümlelerini…
Gazeteci yazarın bu
ritüelinde biraz da doğum tarihinin yılın en uzun gününün hemen arkasındaki 22
haziran olmasının da duygusal bir payı
vardır belki de…
Bilgisayar
teknolojisine büyük ihtimal geçse bile daktilosunun yeri ayrıdır onun için
hala…Gazetelerin kurşun harf kalıplarıyla hurufatlarla dizilip basıldığı teknoloji
öncesi günlerden gelmiştir çünkü…
Seksen küsur yıllık
ömrü boyunca onlarca kitap, onbinlerce yazı ve makale yazmış , yüzlerce davada
belki de savunmalarını yine daktiloyla
kurgulamış, şimdi hepsi altmışlı yaşlarla selamlaşan evlatlarının ekmek
parasını o daktiloda yazdıklarıyla emek emek kazanmıştır yarım asırdan fazladır….
Tatlı tatlı abartmayı
ve dalgalı deniz gibi coşkuyla konuşurken ağzına baktırmayı sevdiği için
şunları da yazıp söylemiştir yıllar boyu haklı olarak;
“ yahu siz ne
diyorsunuz ;
ben fransa’da bunca
kitap yazı makale yazsaydım,
babadan kalma arsa
üzerine kondurulan ev
yerine
aristokratlar misali şatom olurdu…”
İnanın
haklıdır bu söylediklerinde Çetin Bey…
İnanın
haklıdır bu söylediklerinde Çetin Altan….
Kendimizi sizinle
kıyaslamayı düşünmenin hayali bile hem haddimizi hem boyumuzu aşar ama “ biz de fransa’da yazıyor olsaydık
şu blog yazılarını Çetin Bey, herhalde bizim de günde binlerle ifade edilen
okurlarımız olurdu ama günlük iki yüz ziyaretçiye çok şükür diyoruz” cümleleri geçer aklınızdan yazının tam
burasında…
Daktilosunu pancar
motoru olarak tanımlamıştır
Çetin Altan…
Hayatı da insanları da
Türkçeyle tanımlamıştır onbinlerce yazıda…
Okumanın ve yazmanın
günlük hayatın en alt sıralarında olduğu bir coğrafyada, yazıyla düşünceyle ayakta kalmanın akıllı adam işi olmadığını ama bazıları için
başka yol olmadığını da anlatmıştır defalarca…
Bugün 90’lı yaşlara
giderken zihni açıktır Çetin Altan’ın…
Pancar motoru
çalışmaktadır…
Daha nice yazılar
yazsın nice yazlar nice ekinokslar görsündür…
Bu yazı Çetin Altan’a
ekinokslu bir selam olurken, sizi de ey
okur aşağıda 15 yıl önceki bir başka murat örem yazısına buyur edelim ; Türk Edebiyatının çöl kumu sesli değerli ismi Enis
Batur’un yazıp söylediklerinin başrolde olduğu cümlelerde….
Bir de aşağıdaki yazıyı
okurken programın taa 15 yıl önce yayınlandığını unutmayın ve kaçıncı Çetin
Altan’a varıldığını da kendinizce
tasavvur edin…
( murat örem / 19
temmuz 2013 / ankara….)
…………………..
çetin altan ; ekinoksun
aykırı kalemi….
“ Bereket yakından
tanımıyorum, tanımadım onu. Yoksa görünce portresini değil de, görünenin arkasında duran derin, karanlığını
ışıklarla desteklese bile loşluğunu
korumuş çehresini çizmeye kalkışamazdım.
Bir insan tanımak
aslında kimsenin, hiçbirimizin elinde değildir.
Dolayısıyla bu sefer
bir portre kurmaya çalışacak değilim. Daha çok bir zihnin işleyiş evreleri
üzerine kişisel bazı görüşleri yanyana dizmekle yetineceğim. Değil mi ki herkes
tanıyor Çetin Altan’ı, kendi Çetin Altan’ını, onu ne kadar tanımadığımızı
anlamanın bir yolu da hakkında düşünmeye başlamaktan geçer, diyebiliriz.
Bir insanı
tanımadığımızın en sağlam kanıtı, onun hakkındaki kanılarımızdır....
Birinci Çetin
Altan’ın son dönemine yetiştiydim ben.
Bir kaç arkadaşımla birlikte 1960’ların
ikinci yarısında usul usul uyanmaya başlayan toplumsal bilincimizi kışkırtan kalemlerden biriydi. Neydi o zaman
bizi yazılarına çeken. Sanıyorum kimsede göremediğimiz yalınkılıç bir cüret
buluyorduk yaklaşımında, yoksa değindiği konuları tartabilecek durumda, düzeyde
olduğumuz söylenemezdi. Hemen ardından,
20’li yaşlarımızla birlikte o sorunları aştık, bundan herhangi bir
şüphemiz yoktu. Kiekergaard ya da Troçki okuyorduk, bizim için Çetin Altan
bitmişti...
İkinci Çetin Altan’la 30 yaş dönemecinde
karşılaştım. Çevremdekiler üst üste dikkatimi çekmeseler belki de
göremeyecektim yaşadığı değişimi. Ne ki görenler az değildi nasıl olsa
ulaşacaktı yankılar. Yılan nasıl soyunur, öyle soyunup yepyeni çıkagelmişti.
Değişmeyi, dönüşmeyi, başkalaşmayı bireyine bir hak olarak tanımayan
toplumumuzda buna kalkışmak, kabul görmüş
bir imgenin rantını yemek varken tehlikeli sulara dalmak köktenci bir davranıştı. Hele bir de
olumsuz dönüşleriyle başdöndüren onca omurgasız yüzünden değişmek fiili
neredeyse kendiliğinden bir olumsuzluk
yüklenmişken.
Çetin Bey de bilmez , nereden bilsin
, 1982’de oturup uzun bir yazı yazmaya kalkıştım çıkışı hakkında, altından
kalkamadım. Köylülerin piyano çaldığı , bilardo oynadığı dönemi hakkında mı ?
diye yarı alaycı bir tonda soracaklar çıkacaktır. Aynı dönemi, kazulet,
ideolojilerin birinden öbürüne hızla geçiliveren bir dönem olarak da
yadedebiliriz. İkinci Çetin Altan’ın
önemi, benim gözümde kısır ütopyaların kısır hayalgücüne karşı topyekün savaş açmasından geliyordu.
Basmakalıp düşünceleri ,yaklaşımları
güçlü bir imge sistemini devreye sokarak berhava ettiydi o yıllarda.
Parça tesirli bir bomba gibiydi, etkilerini dönüp taramak gerekir.
Zaman geçti, ikinci Çetin Altan’ın soluğu kesildi, bir kez
daha bittiğine hükmederek hayıflandık,
rahatlayanların sayısını da küçümsememek gerekirdi. Öte yandan bir Çetin Altan
yetebilirdi bir de ikincisini görmüştük ya, haydi haydi yeterdi, kimsenin aklına bir üçüncüsü açıkçası gelmediydi. Oysa
üçüncü Çetin Altan bir süredir aramızda. İlk ikisinden hız alan, birincinin
korkusuzluğuyla, ikincisinin imgelem zenginliğini birleştirmiş ,taştan
çıkarılmış cümlelerle önümüze çıkıyor.
Çok yazdı, çok
konuşuyor diyenlerimiz acaba işitmekten yanalar mı ? Saymadım , bilmiyorum; Yaklaşık beş milyon
yazılı cümle kurmuşsa bugüne dek – ki kırk bin yazıyla mümkündür bu- ilk günden
şu güne hiç değilse bin cümlelik bir
antoloji kurmamız gerekirdi.
İşte üçüncü Çetin Altan’ın nasıl
hazırlandığını, neden ilk ikisinden daha
acımasız , çuvaldızlı sorular sorduğunu belki bu yoldan kavrayabilirdik.
Taş’tan yontulmuş cümlelerin arasında şu soru da var
;
“ Türkler yeryüzünden silinse insanlığın kaybı (ne) olur
(mu ? ) “
Bu soruyu kimse istemiyor elbette.
Bir toplumda kimsenin
karşılaşmak, yüzleşmek istemediği soruları hazırlayan bir beyin yoksa
toprak kurur , çatlar.
Üçüncü Çetin Altan’a
dikkat.....
-------
Alkışlarla
Yaşayanlar’daki 102. beraberliğimize
derinlikli bir yazıyla nokta koymaya hazırlanıyoruz. Sizlerle az önce
paylaştığımız cümlelerle oluşan yazıyı
bundan aylarca önce kesip bir kenara koymuştuk.
19 Temmuz 1998
tarihinde Enis Batur imzasıyla Cumhuriyet Gazetesi’nde karşımıza çıkan bu
yazıyı sizinle paylaşmanın tam zamanı diye düşündük geçtiğimiz günlerde 9. Kanal’da yayınlanan söyleşiyi izleyince.
Çetin Altan her hafta
yaptığı gibi Neşe Düzel’in sorularını yanıtlıyordu. Konu aşktı ve Çetin Altan Neşe
Düzel’in “kim kimi ne kadar sever aşık olunca? “ sorusuna bir alıntıyla
yanıt vermeyi seçmişti, “Nefret ettiği kadar “ diyerek...
Enis Batur’un da dediği
gibi üçüncü Çetin Altan’a dikkat edin ve sağlıkla uzun ömürler dileyin “etrafına her daim saçtığı akıl
ışığından küçücük bir hüzme de bana düşsün diye ne yapmalıyım?” sorusuna yanıtlar arayarak...
Bakın , Yeni Türkü
güzelim bir çalışmada neler diyor .......
-müzik
/yeni türkü / sesler yüzler sokaklar-
Alkışlarla
Yaşayanlar’dan bu haftalık da bu kadar.
Teknik yapımda Yasemin
Zaloğlu’yla birlikte programı hazırlayan ve sunan ben Murat Örem, Alkışlarla
Yaşayanlar’daki 102. beraberliğimizden
de merhaba diyorum....
Keyfiniz
daim olsun…
( murat örem / radyo anadolu / 20
Kasım l998 /ankara)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder