*"114" ayrı ülkeden günlük ortalama "500" ziyaret !
*her cümle "5846" sayılı yasa korumasında !
*fotolar "ekseriyetle" büyütülebilir !
*sağ alttaki küçük dünya ?

30 Temmuz 2013 Salı

" sorma bana 'kimim' nereden geldim buraya...?"

Ankara’dan uzaklarda olmak zor…
Ankara’ya dönmek güzel…
                        
Ankara’dan uzaklarda olmak güzel…
Ankara’ya dönmek zor….

Adına ‘ internet’ denen okyanusta yüzmek  güzel…
İçi bilgiyle, yazıyla , emekle doluysa hele, çok çok güzel…

Ammaa;
Adına ‘internetbook’u denilen balçıktaki cahilliklere  şahit olmak rezilce…

Bunca cahil insanın
kusmuklarıyla ,
bayağılıklarıyla,
basitlikleriyle,
aptallıklarıyla ,
çiğlikleriyle,
görgüsüzlükleriyle beslenen denizde
bir vesileyle olsa bile iki saat  yüzmek dahi  iğrenç…

Yakınlarının kıyıdan köşeden de olsa bu balçığa bulaştığını,
bomboş kere bomboş işlerle güzelim vakitlerinin ırzına geçtiğini görmek tam anlamıyla yürek kanatıcı….

Hele bir de o klavye cahillerinin sekizincisınıfsıçıttırmalarının  yanında yalan kere yalan, cahil kere cahil biçimde Nazım Hikmet Turgut Uyar Cemal Süreya ….imzalarıyla karşılaşmak ise tek başına “angine pectoris” habercisi….

Bir de zebil miktarda kendini , ilişkisini , hayatını bilerek ya da bilmeyerek teşhir edenler var…

Bilmem kim dağdayken, bayırdayken, brunchtayken , havuzda yüzerken , gülerken , çocuğumla bilmem ne yaparken diye diye….basmışlar fotoğrafları…

         Koluna sekiz bilezik takan köylü  kadınları “görgüsüz” diye aşağılayan ve kendini şehirli sanan kadınlar,   yaptığınız ondan da cahilce…

Yattığınız yerden, ekmek elden su gölden misali kocalarınızın keneleri olarak ,  bütün canlıların dişisinin normal olarak yaptığının aksine  binbir nazla edayla doğurduğunuz çocuklarınızla  salakça görgüsüzce övünmek sizde….

Birbirinize “…süppppperrrsin, fıstıksın, leblebisin…” diye diye kurduğunuz yalan kere yalan övgü cümleleri sizde…

Üç kuruşluk fikrinizle memleketi kurtarmak sizde…

Cahilliğiniz paçalarınızdan akarken,  derin siyasi analizler yapma hadsizliği sizde…

İnsanlar ,
Zavallı insanlar ,
Ne kadar açmışsınız olmayan fikirlerinizi ,
kendinizi ,
çektiğiniz antin kuntin fotoğrafları  internet denizine atmaya…

Ne kadar açmışsınız birbirinize habire “beğendim” tuşu basmaya…

Ne kadar zavallıymışsınız ….
Ne kadar yalnız ve cahilmişsiniz…
Zır cahilmişsiniz…

Derli toplu iki satır yazınız,  beş cümleniz yok….
Heybeniz boş…
Doldurmaya niyetiniz yok…

Sonra
kocam beni anlamıyor,
karım  beni görmüyor,
 insanlardan ümidimi kestim  demeyin ama…

Sonra bu memleket diye başlayan bilmiş cümleler kurmayın ama…

Bu kadar cahil olmayın…
Bu kadar kitch olmayın…
Bu kadar basit olmayın…

Çünkü ;
Bu kadar zır cahili , aklı başında hiç kimse ,  sonsuza dek taşımaz…

Çeker dananın kuyruğunu  “.iktir olur”  gider…

Arkadan bakakalana da
 “hayatta kimse kimseye katlanmak zorunda değildir
 insan sevdiği için katlanır….”
misali sıçıttırmalara “beğendim” demek kalır…

eh ,
tabi ,
bir de 
yine de
her kör satıcının bir kör alıcısı vardır…

bulursunuz meşrebinizce birini
yaşar gidersiniz  “bookbook” diye….

-yazının başlığı / "sorma bana" şiiri  / turgay fişekçi-
( murat örem / 30 temmuz 2013 / ankara…)






25 Temmuz 2013 Perşembe

prof dr mustafa inan ; leyli meccaninin ve insanlığın akıl küpü...


Gündemi takip edenler haberdar olmuştur çoktan...
Bugün, yani 25 temmuz 2013’te ajanslara sabah düştü haber ; “ispanya’da yaşanan son 50 yılın en büyük  tren kazasında ölü sayısı korkulur ki 100’e ulaşacak...”

Bir trene, uçağa , otobüse biniyorsunuz...
Gideceğiniz yer var...
Göreceğiniz sevdikleriniz var...
Sonra bir anda kocaman bir kuyunun içine düşüyorsunuz...

Ya da sevdiğinizi bir trene, uçağa, otobüse bindiriyorsunuz...
Ayrılırken “görüşürüz” diyorsunuz...
“hayırlı yolculuklar” diyorsunuz...

Sarılıyor, öpülüyor öpüyorsunuz nefesinizi içinize çeke çeke evladınızı, karınızı, kocanızı, sevgilinizi, arkadaşınızı, annenizi, babanızı...

Ya da aranız incir çekirdeğini doldurmayan bir mevzudan dolayı biraz ‘limoni’ ve karşılıklı sitemler ederken sarılmayı, öpmeyi bırakıp el sallayarak uzaklaşıyorsunuz, gardan, aprondan, terminalden...

Kaprisiniz mübarek olsun....
Kaprisiniz uğurlu kademli olsun...!!!!
Nasılsa daha çok zaman var değil mi beraber geçirilecek...
Nasılsa daha çok imkan var değil mi,  nedensiz kaprislerinizi zamanı gelince  telafi edecek...

Peki , hakikaten bunun böyle olduğunu , garanti olduğunu
Nereden biliyorsunuz ...
Kimin şu hayatla sözleşmesi var...

Evinizde insanlar var güler yüzünüzü bekleyen...
Siz asın suratınızı...
Ya da onlar assın size...
Herkes sanki hep olacak o evde değil mi ?
Nereden biliyorsunuz ?

Evinizde kitaplar var okunmayı bekleyen...
Emekli olunca okuyacaksınız değil mi ?
Nereden biliyorsunuz ?

Aşağıdaki yazı bundan 15 yıl öncesinin bir program metni...
Ben Mustafa İnan’ı Oğuz Atay’ın kitabıyla tanıdığımda 20’li yaşlarımın başındaydım...Oysa 6-7  yaşından itibaren su içer gibi kitap okuyan biri olarak çok daha erken tanışmak isterdim hem bu kitapla hem de Mustafa İnan Hocamla....

Bu yazıyı okuyanlar içinden çocuklarına yeğenlerine bu dünyayı tanıtan kaç kişi çıkarsa onlara olsun bir yaz selamı bu yazıyla....

Şunu hiç unutmayın
Şunu hiç unutmayalım
“ hayat kısa / kuşlar uçuyor...”

( murat örem / 25 temmuz 2013 / ankara ...)

                                            ......................


prof dr mustafa inan ; 
leyli meccaninin ve insanlığın  akıl küpü...

Yokluk ve umarsızlıklar aşılarak var edilen cumhuriyetin  ilk  döneminde yaşayan çocuk  gençlerden oldu  o da. 

Ömrü boyunca da yakasında taşıdı yoktan var edilen  cumhuriyetin bilim adamı olmasının onurunu.

Çünkü gerçek bir bilim adamı , hakiki  bir öğretmendi.

Mustafa İnan’ dı…

Çoğu dinleyici şu anda “ bir şey ifade  etmiyor bu isim bana”  dese de,  Mustafa  İnan yaptıkları, öğrettikleri, varlığı hatta  yokluğuyla bile  Türkiye için her zaman çok şeyi ifade etti.

Seyyar posta memuru Hüseyin Avni  Bey’in  oğlu olarak 1911 yılında Adana’da doğdu Mustafa İnan. Çok hastalıklı bir çocukluk geçirdiği için işgal   yıllarının yokluk günlerinde bile aile içinde gözetilen çocuk oldu Mustafa İnan...

Hatta yıllar sonra ağabeyi Mustafa’yı  anlatan kardeşi Güzide belki biraz sitem biraz da sitayişle  şunu söylemeden edemedi; 
“ Memleketin ve hepimizin o yokluk yıllarında çayına istediği kadar şekeri ailemizden yalnızca Mustafa Ağabeyim koyabilirdi.”

Mustafa  İnan çok zeki bir çocuktu...
Gerçi 4  yaşında Adana’nın sıcağında evde  uyumamak için dama çıkmış uykusunda damdan düşmüş  ve babası bu olaydan yıllar sonra bile “bu çocuk adam olmaz.” diye  söylenmişti  ama Mustafa bütün ortaokul ve lise yılları boyunca pantalon kemerine boru yapıp soktuğu tek bir sarı defterle bugünkü adıyla parasız yatılıyı, zamanının adıyla da Leyli  Meccani’yi büyük bir başarıyla bitirmişti.

Bütün ömrü, çevresindeki insanlara hep birşeyleri içtenlikle öğretmekle geçti Mustafa İnan Hoca’nın. Bildiklerini saklama yolunu seçmedi ya da günümüzde neredeyse bir erdem gibi pazarlandığı haliyle,  bilimi  arsızca paraya tahvil etme yolunu seçmedi...

Yatılı okuldayken yatakhane arkadaşlarına , üniversitede hocayken genç öğrencilerine, evde, sokakta, yoldayken insanlara ve gurbet ellerdeyken hasta yatağında  da kendisine serum veren hemşirelere hiç yüksünmeden, erinmeden hep  öğretti, öğretti, öğretti   Mustafa Hoca... 

Zamanın Mühendis Mektebi, bugünkü adıyla İstanbul Teknik  Üniversitesi’nin  sınavlarına girerken etrafındaki şehir ! çocuklarınca küçümsenip   “sen bu halinle  kazanacağına inanıyor musun ?” sorusuna   “bir deneyek bakak” dediği için şivesiyle de alay edilen Adanalı Mustafa,  sınav sonuçları açıklandığında  herkesin önüne geçmiş ve birinci olmuştu.

Ancak bu başarısını , her fırsatta “ bu çocuk adam olmayacak”  diye serzenişte bulunan babası Hüseyin Avni Bey’le paylaşamadı Adanalı Mustafa çünkü Hüseyin Avni Bey 2 yıl önce tüm  ailenin geçim yükünü de oğlu Mustafa’nın omuzlarına bırakarak  ölmüştü....

Üniversite öğrenciliği ve sonrası Mustafa İnan için hep tercih edilmiş zorluklarla, gem vurulmuş özlem ve beklentilerle ve tabi ki  parasızlıkla  geçti. Sinemaların ucuz matinelerini kollarken bir taraftan da  Divan Şiiri’nin bütün inceliklerini öğrenerek o engin denizden haz almayı öğrendi. 

Üniversiteli Mustafa, sonradan eşi olan Jale Hanım’a ve daha bir çok genç insana dersler vererek ayakta kalmaya çalışırken bile yaşadıklarından şikayet  etmedi...

İnanılmaz bir inat ve coşkuyla öğrenmek ve öğretmek ekseni üstüne kurgulanan hayatının içine mekanik profesörlüğünden ayrı olarak,
nefis muhasebesini,
yokluğa ve yoksunluğa efendice  direnmeyi,
tüccar kafalı bilim adamı olmamayı
ve daha bir çok güzel şeyi
hiç yüksünmeden
zarifçe oturtmayı bildiğinde
yanında eşi Jale İnan da vardı Adanalı Mustafa’nın .

Evliliklerinden bir  çocukları olduğunda Mustafa İnan asistanından borç para almıştı hastahane masrafları için...Tüccar bilim adamı olacağım demeyi aklından geçirmediği için çok uzun yıllar boyunca okula  elinde sefertasıyla  yürüyerek gidip gelmişti...

O zamanlar öyle bir zamandı
ve Mustafa İnan da öyle bir adamdı....

Bugünün İstanbul Teknik Üniversitesi’nin temelindeki en anlamlı harçlardan biri üniversitenin uzun yıllar rektörlüğünü de yapan Mustafa İnan Hoca’nınkidir. 

Binlerce öğrenci geçti Mustafa Hoca’nın rahle-i tedrisinden yıllar içinde, Mustafa İnan hakkında güzelim bir kitap yazan Oğuz Atay’ından  Süleyman Demirel’ine kadar...

Hastalığının son döneminde, üniversite senatosu ancak bir oldubittiye getirerek ikna edebilmişti Mustafa Hoca’yı yurtdışında tedavi olması için…

Çünkü Mustafa Hoca böylesi bir çabayı israf olarak tanımlıyordu...

Hastalığının son evresinde gittiği “yaban ellerde” ,  5 Ağustos 1967’de öldüğünde yalnızca 56 yaşındaydı Mustafa İnan Hoca. Bu yabancı diyarlarda  her şey fazlasıyla düzenli ve soğuktu.

Mustafa Hoca’nın ölümünün üzerinden  yalnızca saatler geçmişti ki , kocaman bir fatura geldi “masrafınız şu kadar” diye hastahane yönetiminden.

Şaşırdı eşi Jale İnan, duygudan, insanlıktan  bunca arınmış mekanik bir hayata ve  belki de içinden şunları geçirdi “Şu anı yaşasaydı onca konuda hep aklın , muhakemenin yanında olan Mustafa’da şaşırırdı bu işe , böylesine  duygudan uzak bir yaklaşıma kızardı da. Hem de çok.” 

Yokluklar, hastalıklar, başarılar, enayi yerine konmalar, tüccar kafalı profesör olmaktansa insan yürekli bilim adamı olmaya dönük çabalar, “sen bu işi de yaparsın Mustafa, haydi bize yardım ediver yalanlarına inanıyor görünüp, sırf bilimin hatırına edilen karşılıksız yardımlar”  sona erdiğinde kimbilir  kaç 56 yıllık yaşam ve anadolu kadar anlamlı isim bıraktı geride kalanlara Mustafa İnan Hoca. 

Aklın, fikrin, düşünmenin ; 
hurafeler, destanlar ve futbol maçları kadar ilgi görmediği ,
göremediği bir coğrafyada
yalnızca biliyor olmaktan haz almak için,
insanlık için kendini bilime adamayı bıraktı ...

Soğuk bir kış gününde karısının “bugün de işe gitmeyiver Mustafa” teklifine, “ bizim işimiz şakaya gelmez, yapıların planlarını  layığınca hesaplayıp  üzerimize  düşeni hakkıyla yapmazsak, öğrencilere öğretmezsek  binalar yıkılır, insanlar ölür, bu ödenecek vebal değildir” diyen Mustafa Hoca’yı  nasıl anlatalım ki şu üç beş dakikada...

Ey dinleyici sen bu cümlelerden sonra cumhuriyetimizin değil ölmek  hiç yaşlanmayacak ilk bilim adamlarından Mustafa İnan’ın hayatını daha yakından öğrenmek istersen işte  öneri;

Mustafa  İnan’ın öğrencisi de olan ve bundan büyük gurur duyan Oğuz Atay’ın kaleme aldığı “Bir Bilim Adamının Romanı” isimli kitabını  okuyun ki hangi değerleri yitirdiğimizi görüp  o boşlukları doldurmaya çalışın.

Türk Bilim’inin yokluklar  ve daha çok da kayıtsız kalmalar içindeki tarihinde İTÜ’nün, TÜBİTAK’ın bugünlere gelmesinde çok büyük emek ve çabaları olan, profesör olmanın yükünü büyük bir şevkle taşımayı bu işin nemasını yemeye her zaman ama her zaman, sorgusuz sualsiz yeğleyen,  Seyyar posta memuru Hüseyin Avni Bey’in oğlu Adana’lı Mustafa’nın, Mustafa Hoca’nın, Mustafa İnan’ın  anısı önünde saygıyla...

         ( radyo anadolu / kasım 1998 / murat örem / ankara..)

20 Temmuz 2013 Cumartesi

çetin altan ; "ekinoks"un aykırı kalemi...


Sevmezseniz,  derslerin en sevimsizlerindendir coğrafya
Severseniz hayatın en güzellerindendir okumak ve yazmak

Mesela , ekinoks der öğretmenler derslerde yıllar boyu  ama yoldan geçen on kişiye sorsanız nedir ekinoks diye en az yedisi bön bön bakar yüzünüze…

Milyonlarca insan vakti zamanında ders geçmek için ezberlemiştir ekinoksu ama okul bitince zihinler ekinoks defterini de kapamıştır, tıpkı  türev gibi integral gibi avagadro sayıları gibi  servet-i fünun gibi…

Oysa içselleştirilmeyen her bilgi hamallığa benzer
delikli kovaya nafile ve habire  doldurulan suya benzer….

suya da
kovaya da
emeğe de
yazıktır …

çok yazıktır…
çok çok yazıktır….

Ekinoks deyince biz, içinizden bazıları ekinoks, gün ve gecenin eşitlendiği tarihlerdir  diyorsa haklıdırlar…

Her sene ekinoks zamanında -ki biri 21 mart diğeri de 23 eylül’dür- bir düşünür ve  yazar gazetedeki köşesinden “gündüz ve geceler yine eşitlendi” diye başlar cümlesine ve Türkçenin imbiğinden damıta damıta kurar güzelim cümlelerini…

Gazeteci yazarın bu ritüelinde biraz da doğum tarihinin yılın en uzun gününün hemen arkasındaki  22 haziran olmasının  da duygusal bir payı vardır belki de…

Bilgisayar teknolojisine büyük ihtimal geçse bile daktilosunun yeri ayrıdır onun için hala…Gazetelerin kurşun harf kalıplarıyla hurufatlarla dizilip basıldığı teknoloji öncesi günlerden gelmiştir çünkü…

Seksen küsur yıllık ömrü boyunca onlarca kitap, onbinlerce yazı ve makale yazmış , yüzlerce davada belki de savunmalarını yine  daktiloyla kurgulamış, şimdi hepsi altmışlı yaşlarla selamlaşan evlatlarının ekmek parasını o daktiloda yazdıklarıyla emek emek kazanmıştır yarım asırdan fazladır….

Tatlı tatlı abartmayı ve dalgalı deniz gibi coşkuyla konuşurken ağzına baktırmayı sevdiği için şunları da yazıp söylemiştir yıllar boyu haklı olarak;

“ yahu siz ne diyorsunuz ;
ben fransa’da bunca kitap yazı makale yazsaydım,  
babadan kalma arsa üzerine kondurulan ev yerine 
aristokratlar misali şatom olurdu…”

İnanın haklıdır bu söylediklerinde Çetin Bey…
İnanın haklıdır bu söylediklerinde Çetin Altan….

Kendimizi sizinle kıyaslamayı düşünmenin hayali bile hem haddimizi hem  boyumuzu aşar ama “ biz de fransa’da yazıyor olsaydık şu blog yazılarını Çetin Bey, herhalde bizim de günde binlerle ifade edilen okurlarımız olurdu ama günlük iki yüz ziyaretçiye çok şükür diyoruz”  cümleleri geçer aklınızdan yazının tam burasında…

Daktilosunu pancar motoru olarak tanımlamıştır  Çetin Altan…
Hayatı da insanları da Türkçeyle tanımlamıştır onbinlerce yazıda…

Okumanın ve yazmanın günlük hayatın en alt sıralarında olduğu bir coğrafyada,  yazıyla düşünceyle  ayakta kalmanın  akıllı adam işi olmadığını ama bazıları için başka yol olmadığını da anlatmıştır defalarca…

Bugün 90’lı yaşlara giderken zihni açıktır Çetin Altan’ın…
Pancar motoru çalışmaktadır…
Daha nice yazılar yazsın nice yazlar nice ekinokslar  görsündür…

Bu yazı Çetin Altan’a ekinokslu bir selam olurken,  sizi de ey okur aşağıda 15 yıl önceki bir başka murat örem yazısına buyur edelim ;  Türk Edebiyatının çöl kumu sesli değerli ismi Enis Batur’un yazıp söylediklerinin başrolde olduğu cümlelerde….

Bir de aşağıdaki yazıyı okurken programın taa 15 yıl önce yayınlandığını unutmayın ve kaçıncı Çetin Altan’a varıldığını da kendinizce  tasavvur edin…

( murat örem / 19 temmuz 2013 / ankara….)

…………………..

çetin altan ; ekinoksun  aykırı kalemi….

“ Bereket yakından tanımıyorum, tanımadım onu. Yoksa görünce portresini değil de,   görünenin arkasında duran derin, karanlığını ışıklarla desteklese bile  loşluğunu korumuş çehresini çizmeye kalkışamazdım.

Bir insan tanımak aslında kimsenin, hiçbirimizin elinde değildir.

Dolayısıyla bu sefer bir portre kurmaya çalışacak değilim. Daha çok bir zihnin işleyiş evreleri üzerine kişisel bazı görüşleri yanyana dizmekle yetineceğim. Değil mi ki herkes tanıyor Çetin Altan’ı, kendi Çetin Altan’ını, onu ne kadar tanımadığımızı anlamanın bir yolu da hakkında düşünmeye başlamaktan geçer, diyebiliriz.

Bir insanı tanımadığımızın en sağlam kanıtı, onun hakkındaki kanılarımızdır....

Birinci Çetin Altan’ın  son dönemine yetiştiydim ben. Bir kaç arkadaşımla birlikte  1960’ların ikinci yarısında usul usul uyanmaya başlayan toplumsal bilincimizi  kışkırtan kalemlerden biriydi. Neydi o zaman bizi yazılarına çeken. Sanıyorum kimsede göremediğimiz yalınkılıç bir cüret buluyorduk yaklaşımında, yoksa değindiği konuları tartabilecek durumda, düzeyde olduğumuz söylenemezdi. Hemen ardından,  20’li yaşlarımızla birlikte o sorunları aştık, bundan herhangi bir şüphemiz yoktu. Kiekergaard ya da Troçki okuyorduk, bizim için Çetin Altan bitmişti...

            İkinci Çetin Altan’la 30 yaş dönemecinde karşılaştım. Çevremdekiler üst üste dikkatimi çekmeseler belki de göremeyecektim yaşadığı değişimi. Ne ki görenler az değildi nasıl olsa ulaşacaktı yankılar. Yılan nasıl soyunur, öyle soyunup yepyeni çıkagelmişti. Değişmeyi, dönüşmeyi, başkalaşmayı bireyine bir hak olarak tanımayan toplumumuzda buna kalkışmak, kabul görmüş  bir imgenin rantını yemek varken tehlikeli sulara  dalmak köktenci bir davranıştı. Hele bir de olumsuz dönüşleriyle başdöndüren onca omurgasız yüzünden değişmek fiili neredeyse kendiliğinden   bir olumsuzluk yüklenmişken.

            Çetin Bey de bilmez , nereden bilsin , 1982’de oturup uzun bir yazı yazmaya kalkıştım çıkışı hakkında, altından kalkamadım. Köylülerin piyano çaldığı , bilardo oynadığı dönemi hakkında mı ? diye yarı alaycı bir tonda soracaklar çıkacaktır. Aynı dönemi, kazulet, ideolojilerin birinden öbürüne hızla geçiliveren bir dönem olarak da yadedebiliriz. İkinci  Çetin Altan’ın önemi, benim gözümde kısır ütopyaların kısır hayalgücüne karşı  topyekün savaş açmasından geliyordu. Basmakalıp düşünceleri ,yaklaşımları  güçlü bir imge sistemini devreye sokarak berhava ettiydi o yıllarda. Parça tesirli bir bomba gibiydi, etkilerini dönüp taramak gerekir.

            Zaman geçti,  ikinci Çetin Altan’ın soluğu kesildi, bir kez daha  bittiğine hükmederek hayıflandık, rahatlayanların sayısını da küçümsememek gerekirdi. Öte yandan bir Çetin Altan yetebilirdi bir de ikincisini görmüştük ya, haydi haydi yeterdi, kimsenin  aklına bir üçüncüsü açıkçası gelmediydi. Oysa üçüncü Çetin Altan bir süredir aramızda. İlk ikisinden hız alan, birincinin korkusuzluğuyla, ikincisinin imgelem zenginliğini birleştirmiş ,taştan çıkarılmış cümlelerle  önümüze çıkıyor.

Çok yazdı, çok konuşuyor diyenlerimiz acaba işitmekten yanalar mı ?  Saymadım , bilmiyorum; Yaklaşık beş milyon yazılı cümle kurmuşsa bugüne dek – ki kırk bin yazıyla mümkündür bu- ilk günden şu güne hiç değilse  bin cümlelik bir antoloji kurmamız gerekirdi.

            İşte üçüncü Çetin Altan’ın nasıl hazırlandığını, neden ilk ikisinden  daha acımasız , çuvaldızlı sorular sorduğunu belki bu yoldan kavrayabilirdik.

Taş’tan  yontulmuş cümlelerin arasında şu soru da var ; 
“ Türkler   yeryüzünden silinse insanlığın kaybı (ne) olur (mu ? ) “

Bu soruyu kimse  istemiyor elbette.
Bir toplumda kimsenin karşılaşmak, yüzleşmek istemediği soruları hazırlayan bir beyin yoksa toprak  kurur , çatlar.

Üçüncü Çetin Altan’a dikkat.....
                                               -------
         Alkışlarla Yaşayanlar’daki 102. beraberliğimize  derinlikli bir yazıyla nokta koymaya hazırlanıyoruz. Sizlerle az önce paylaştığımız cümlelerle oluşan  yazıyı bundan aylarca önce kesip bir kenara koymuştuk.

19 Temmuz 1998 tarihinde Enis Batur imzasıyla Cumhuriyet Gazetesi’nde  karşımıza çıkan bu yazıyı sizinle paylaşmanın tam zamanı diye düşündük  geçtiğimiz günlerde  9. Kanal’da yayınlanan  söyleşiyi izleyince.

Çetin Altan her hafta yaptığı gibi Neşe Düzel’in sorularını yanıtlıyordu. Konu aşktı ve Çetin Altan Neşe Düzel’in “kim kimi ne kadar sever aşık olunca? “ sorusuna bir alıntıyla yanıt vermeyi seçmişti, “Nefret ettiği kadar “ diyerek...

Enis Batur’un da dediği gibi üçüncü Çetin Altan’a dikkat edin ve sağlıkla uzun ömürler dileyin  “etrafına her daim saçtığı akıl ışığından  küçücük bir hüzme de bana  düşsün diye ne yapmalıyım?”  sorusuna yanıtlar arayarak...

Bakın , Yeni Türkü güzelim bir çalışmada neler diyor .......
         -müzik /yeni türkü /  sesler yüzler sokaklar-

         Alkışlarla Yaşayanlar’dan bu haftalık da bu kadar.
Teknik yapımda Yasemin Zaloğlu’yla birlikte programı hazırlayan ve sunan ben Murat Örem, Alkışlarla Yaşayanlar’daki 102.  beraberliğimizden de merhaba diyorum....

         Keyfiniz daim olsun…
        
( murat örem / radyo anadolu / 20 Kasım l998 /ankara)