hayat bizi şener’le de yan yana getirdi…
çok yıllar önceydi…
orhan veli’nin güzelim şiirindeki gibi
“insanların
arasına karışıp”
para kazanmam gerekiyordu…
para kazanmaya devam etmem
gerekiyordu…
langır lungur bir adamdı şener…
at hırsızı gibi dolaşırdı
işyerinde…
ama garip biçimde kibardı da …
haddini bilen
hesaplanmış bir kibarlıktı
bu…
kibarlığı sevmedim de hayatım
boyunca
hesaplanmışından hele hakkıyla
nefret ettim hep…
insan bir şeye çok kızdığında
ağzını doldura doldura
aklından geçenleri diyebilmeli…
birileri ona küfür dese de….
nazan siyah saçlarını savurduğunda
şener onun yanına gider
“ablacım sigaramdan
alır mısın “ derdi…
nazan , uzun bacaklarıyla
topuklu ayakkabılarıyla
çok severdi aramızda dolaşmayı…
bir de oruç arıoba okurdu nazan…
elindekini herkes görsün diye de
arada hımmm…hıı…ooo gibi sesler
çıkarırdı…
muhtemelen bu halini de çok
severdi nazan…
kitap okuyarak farklı bir algı
yaratmayı…
o zamanlar kitap okumanın hala bir
aurası vardı…
nazan’a sorarsanız onun aurası hep vardı…
bana sorarsanız nazanın hiçbir
numarası yoktu…
çalışan bir aklı, uzun bacaklara
her zaman tercih etmek gerekir….
uzun bacaklı bir çalışan
akıl niye olmasın diyenleriniz varsa
onlar zarlarını hep düşeş
atanlardır…
ama bir gün hiç olmadık anda en
mikrop zarlardan olan
“penci yeki görüverirler karşılarında…”
şenerle nazanın sigara içmelerini
uzaktan seyrederdik…
uzak dedimse üç masa öteden…
gün içinde herkes herkesin
masasına
bir vesileyle gidip geldiği için
sonra birileri de bizi seyrederdi…
kocaman salonda çat çat çat
sesleri hiç eksilmezdi…
bazen öyle yoğunlaşırdı ki bu ses…
herkes kafasını kaldırır
yanındakine bakardı…
yaklaşık yirmi genç insandık…
yazılar yazan haberler yazan
birbirine yazan yirmi genç insandık o koca
salonda…
bir o kadar da aşağıda vardı…
bilirsiniz işte kalabalıkların
halini…
her topa
girenler vardır…
önüne gelen topa
bile vurmayanlar vardır…
yalnızca penaltı
kullananlar vardır…
hakem olmak
isteyenler vardır…
kenarda
beklemekten sıkılanlar vardır…
hayat gibidir kalabalıklar da…
şenerle nazanın
sigara içmeleri de böyle bir
şeydi işte…
kalabalıklar içinde bir andı
yaşadıkları…
boş kaleye penaltı atıyorlardı…
belki hepimiz boş kaleye penaltı atıyorduk….
bir gün şener yine ortalarda
dolanırken bana
mesut, hiç de
ismin gibi mesut değilsin…dedi…
hakikaten mesut
değildim…
ama bu yeni bir şey
değildi…
kızım yeni doğmuştu…
annesine vitaminler
kızına mamalar almak zorundaydım…
kendime de sigara almalıydım…
hadi kendime sigara almayabilirdim
de
vitaminler ve mamalar beklemezdi…
-aslında bekleyebilirmiş…
beklemeyenin yalnızca hayat olduğunu
anlamam için 60’ları görmem
gerekiyormuş…-
böyle bir durumda mesut olmak
zaten güçleşiyordu…
doğduğumdan beri ismimi o kadar
çok duymuştum ki
mesut olmanın
nasıl bir şey olduğunu da biliyordum…
yıllardır mesut bir emekliyim..
üç yıldır da hep evde oturuyorum…
çalıştığım gazete çoktan kapandı
gitti…
zihnim de öyle…
kuş gibiyim…
kuş beyinli
olmama da az kaldı…
uzun bir hastalığın ardından
hastanede ölüme giderken bile
annesini hala suçlamayı seçti aylin…
o çocuğu
aldırmayacaktın anne diye…
onlar ana kız didişirken
ben büyük bulmacayı çözüyordum…
sağdan sola
“batı edebiyatı
tarzında yazılmış
ve osmanlıca
harflerle basılmış olan
ilk türk
romanıdır…”
diyordu soru…
“taaşşuk-ı
talat ve fitnat
diyordum…
karım nihal de,
babana güvenemedim ki …diyordu
kızım aylin’e…
hayat ne garipti…
ben ; taaşşuk-ı talat ve fitnat diyordum
karım nihal , babana güvenemedim diyordu…
hem de aynı anda
ben içimden diyordum…
nihal, dışından diyordu…
oysa evliliğimiz
boyunca
ben hep dışımdan
demiştim
o hep içinden
demişti…
ama son turda atak yaparak
seyirciyi selamlayarak kazanan
oydu…
ben size şeneri anlatacaktım değil
mi…
bir gün şöyle demişti şener
kalabalığın içinde
“bir baba ne zaman ölür bilir misiniz
beş altı kişilik aileye
bir kalıp teneke peyniri alır da
o peynir bir haftada bitmezse
o baba işte çoktan ölmüştür…
çünkü bir kalıp peynir
ancak yenilemeyecek kadar
ucuz ve çok kötüyse
bir koca haftada bitemez…”
şimdi evde dolabı açtım da
bozulan peyniri görünce
aklıma geldi işte…
şener bile aklıma geldi…
öyle işte…
( murat örem / 16 haziran 2016 /
ankara…)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder