onu evden çok uzaklardayken gördüm…
güzel ve gecikmiş bir hafta sonu
tatili için revan olmuştuk yollara…
arabanın içinde anne baba evlat ve
torun vardı…
eliot’un ayların en zalimi olarak
nitelediği nisan’ın son günüydü…
onu gördüğümde gün de akşama devrilmek
üzereydi…
bütün gün hem yaya olarak hem
aracımızla yüzlerce kilometre yol yapmış, cam terası göreceğiz diye anasının
nikahındaki dağ tepelerinde patika yollarda emektar italyan aygırının
ağzını burnunu hakkıyla dağıtmış, benzin deposu dahil arabanın kıçını başını
bütün taşlara kayalara vurmuştum…
bu arada,
yollarda bile fırsat yaratıp geleneksel
sitemini telefonla ileten bahar
dalını da hık mık kelimeleriyle geçiştirmiş, sahayı
taammüden bile isteye boş bırakmış ve en sonunda otelin önünde arabanın kontağını kapatmıştım…
horrr horrr diye ses çıkarmıştı italyan aygırı otelin önünde susturulurken…
çok yoruldum,
çok bunaldım demekti bu…
anamı ağlattın/ız
ulan demekti bu…
eh, hep insanların anası ağlamazdı…
bazen de makinelerin anası ağlardı…
horrladıktan
sonra dinlenen italyan aygırını kendi halinde bırakarak, hemen üç
beş eşyayı odalara atmış, bir de o yorgunluğun üstüne tarihi kasabanın yaya
olarak altını üstüne getirmiş, bütün
tadımlık lokumlarını yemiş, arastada acı kahvemizi içmiş ve günü akşama uğurlar
olmuştuk…
çeyrek yüzyıldır gezilere pek bu halde gitmeye alışık
değildim ben…
seyahat etmemin mütemmim cüzüydü adeta yanımda surat asan biri…
ne çok söylenirdim o asık suratına
hem içimden hem dışımdan…
ama bir yıldan fazladır yoktu
artık yanımda…
olsaydı kim bilir yine nelere
asardı suratını…
bulurdu mutlaka…
ama mutlaka….
uzun zamandır,
hele böylesi yollarda
bir yanım kuş
gibi huzurluydu artık…
ama bir yanım da alışkanlığın yoksunluğuyla karışık…
arabadaki yolculuğun ardından kasabada
dolaşmamız da bitmişti…
gün de bittiğine göre yeni günün telaşına kadar dinlenme zamanıydı…
demli çayları içmenin ve golleri
izlemenin zamanıydı…
annem etraftaki safran misali
çiçeklerle ilgilenirken, babam ve oğlumla,
kaldığımız otelin lobisindeydik…
beşiktaşın
gollerine sevinmeye
hazırlanıyorduk…
o zaman gördüm onu…
biz , o güzelim zeka sorusunda olduğu gibi iki baba iki oğulken ama toplamda üç
kişiyken, ilk yarısı 3-0 beşiktaşın golleriyle önde biten maçı artık
keyfe keder bir rahatlıkla izliyorduk…–iki baba iki oğul kaç kişidir
sorusunu selahi dedem öğretmişti bana çok küçükken…cevabının üç olduğunu yine o
anlatmıştı…dedem bu soruyu bana sorduğu anda da iki baba iki oğulduk…dedem
babam ve ben…aradan onlarca yıl geçmiş bu kez ben sormuştum aynı soruyu
arda’ya…şimdi de babam ben ve oğlum vardık…hayat ne garipti.. görmek istersen
ne büyülüydü..-
masaya oturdular…
üç kişiydiler….
bir anne ve iki
oğul…
rahat doğal içten ve kendini bilen
bir kadındı anne…
küt diye oturdular masamıza
çocuklarla birlikte…
hayatı kalabalıklar içinde geçen
kimse yadırgamaz böyle durumları…
kamusal alanlar
kamuya aittir ve herkese yer vardır…
hemen toparlanıp yer açtık biz de…
gözümüz ekrandayken ben beşiktaşı severim falan gibi cümleler
kurdu anne…baktım bu cümleye bir karşı cümle kurmamak nezaketsizlik olacak
gözüm ekrandayken geveledim ben de bir şeyler, geveze bir adam olarak;
“beşiktaşın sevilmeye ihtiyacı yoktur…
insanların beşiktaşı sevmeye ihtiyacı vardır
misalince…
şimdi düşünüyorum da hakikaten
ayaküstü iyi cümle kurmuşum….
hegel de , schopenaur de, heiddeger de
, camus da beğenirdi bu cümleyi…
fakat, meğer daha ne cümleler bekliyormuş bizi…
baktım babam ve oğlum benim kadar
geveze olmadıkları için maçla ilgililer…ama öte yandan da masada habire çay
içip arka arkaya cümleler kuran nazik naif içten bir hanım var…konuşması
aksanlı ve biraz telaşlı ve tekrarlı olan, duru bir yüzle ve asla rol yapmayan
cümleleriyle bir hanım var…bu cümlelerin bir muhatabı olmalı…iş başa düştü deyip ben de bıraktım maçı izlemeyi ve
dereden tepeden sohbete başladık o hanımla masada...
muhtemelen babam da oğlum da o
anda aynı şeyi düşünmüşlerdir hakkımda!!!! hakkımda bir şeyler düşünülmesine yıllardır o kadar
alıştım ki çok uzun zamandır yalnızca
kendi düşündüklerimin hükmü oluyor artık…
biz masada memlekete, insanlara, memleketin
kültürüne dair konuşurken şuralıyım buralıyım derken laf lafı açtı gitti…elbistanlı
dostum üniversitedeki kardeşim hüseyin
kal’ın çınlattım kulaklarını bir kez daha…
bu arada kibar hanımın iki oğlu da masada…
büyük olan tam ergenliğin
kapısında işte…
13-14 yaşındaki erkek çocukları nasıl olursa öyle…
bilirim; o yollardan geçtim ben de…
daha yakınlarda da iki oğlum geçti
o yollardan…
o yollardan geçerken insanın gözü
kulağı boyu posu saçı kılı tüyü fazla gelir…
bir gün dünyayı değiştirmeye
geldim dersin etrafına
ertesi gün bir bardağı masadan kaldırmak
dünyanın kahrı olur…
saçınla oynarsın, başınla
oynarsın, başka yerlerinle oynarsın…
derdin aslında ruhunla oynamaktır…
derdin; efendiler bu dünyada bana da bir yer açın
demektir…
işte böyle bir tünelin içindeydi
büyük oğlan…
elinde bir tablet vardı ve onunla
ilgiliydi…
oysa o da herkesle ilgiliydi…
anlayan anlardı bunu…
biz masadaki anneyle uzun kısa,
yorucu dinlendirici cümleler kurarken maç bitti…beşiktaş 4 golle kapattı defteri…amcayı da rahatsız ettim
konuşmalarla dedi masadaki kibar hanım ortaya…amca alışıktır benim
gevezeliklerime dedim ben de…amca da bunun üzerine (!) bir yarım ağız estağfurullah
gibi bir şeyler söyledi… şimdi yazarken sevgiyle saygıyla gülüyorum amcanın bu dingin hallerine…iyi bilirim çünkü babamı ben…
ve laf lafı açarken o ana dek pek
de söze girmese de delici
bir özgüvene sahip bakışlarıyla küçük oğlan karıştı laflara…ben
sorularımla çoktan kaçıncı sınıfa gittiğini falan öğrenmiştim…4. sınıftaydı…kadınlar
erkekler insanlar falan derken “ hiçbir duygu kalıcı değildir…sevgi
de bir duygudur ve kalıcı değildir…” misali kitabın ortasından bir cümle
kurdu küçük oğlan…
10 , 11 yaşındaki bir çocuk için
çok sert bir cümleydi…
çok derin bir cümleydi….
alıcıları normalden çok daha fazla
açık bir üst zekanın
cümlesiydi….
yaralı da bir ruhun cümlesiydi…
birden , niye öyle diyorsun…sevginin bir tarafı kalıcıdır…ürünleri kalıcıdır…annen ve babanı
düşün, bak bir araya gelerek, severek getirmişler sizi dünyaya…bak benim oğlum
da böyle bir sevginin ürünü….gibi cümleler kurdum…
hiçbir şey yerinde kalmaz…sevgi
de öyle…dedi
karşımdaki zeka…
her şey dönüşür….sevgi de öyle…dedim ben de…
biz bunları konuşurken araya anne
girdi, ama biz böyle de üçümüz mutluyuz
değil mi çocuklar gibi düz dümdüz
bir cümle kurdu…o ana dek ben hep babanın da bir şekilde işlerini bitirip
masaya geleceğini tahmin etmiştim…
anladım ki baba
masaya gelmeyecek…
başka bir yer ve
zamanda baba masaya geldiğinde
anne masada
olmayacak…
öyle bir dünya işi işte…
bilirsiniz, tahmin edersiniz…
küçük oğlan yeniden topa girdi ve
evet ,
her şey dönüşür
mesela
bizim kullandığımız teknoloji
savaş teknolojisinin
dönüşmüş halidir
dedi…
içimden, murat örem hayırlı olsun yeni goller dedim
ben de…
heyecanlandım…
çok
heyecanlandım…
karşımda
bambaşka bir zeka vardı…
ömrüm
insanların arasında geçmişti…
öğrencilerin
öğretmenlerin arasında geçmişti…
kimin kaç okka
çektiğini kapıdan girerken anlayacak haldeydim ben de…
ömrüm , kendini zeki sanan aptalları paket yapıp
fiyonklamakla da geçmişti…
birden masanın rengi değişti…
arda oturduğu yerden minik minik
kıpırdamaya başladı…
babam da öyle…
bizim 11 yaşındaki küçük oğlan bir
başka cümlesinde “işçi
hareketleriyle emek sermaye ilişkisinden, sanayileşmeden, küreselleşmeden falan söz etmeye başladı…” ben, artık kadayıf olmuş bir suratla içimden
bu oğlan maçı bıraktı şov yapıyor demeye başladım tarifsiz bir keyifle….
kesindi….
çok kesindi…
karşım/ız/da
bambaşka bir zeka vardı…
ellerinden binlerce öğrenci geçmiş
anne babamla göz göze geldik…onlar benim keyifli anlarımda coşkulu
abartmalarıma çok alışık oldukları için hep daha temkinlidirler övgüde de
yergide de…fakat baktım ikisi de daha bir tetikte dinliyorlar cümleleri…
anneye dönerek evladınızın
farkındasınız değil mi dedim..eh peh hık mık bir kişi daha falan dedi anne…ben de şu yurdumda böyle heba
olup giden zekaları düşündüm kahırla…ortada bambaşka bir zeka vardı…ve bu zeka eğitim sistemimizin katili olan
sayısal zeka falan değildi onun çok daha
üstündeydi…kat kat üstündeydi…
neden sonuç
ilişkilerini argümanlarıyla ortaya koyan bir zekaydı...
son yıllarda çocuklarıma dair
gelişmeler hariç hiç bu kadar heyecanlanmamıştım… kısa bir süre sonra müzikle aran nasıl diyerek sözü oğlum ardaya getirdim…amacım biraz
kışkırtmaktı küçük oğlanı…
ve bir örnek vererek ;
arda abine 10 enstrüman ver
9’unu bir saat içinde
kendi kendine öğrenerek
bülbül gibi şakır hale getirir …
dedim…
küçük adam gözlerime baktı ve
hemen şunu sordu;
“peki çalamadığı
o tek bir enstrüman
nedir …
hangisidir…”
bu cümleleri duyunca arda masadan kalktı ve
“
ohaaa lannn”
dedi…
ben ardaya döndüm hakikaten
oha lan dedim…
karşımızda tescillenmeyi bekleyen
çok büyük zeka vardı…
çok çok büyük bir zeka…
doğru isimlerle işlenirse
ülkesine klasman atlatacak bir zeka…
ve bir annenin elinde yaşayıp
gidiyordu…
sonra öyle oldu böyle oldu…
herkes evine döndü…
ayrılmadan yazılarımdan söz
etmiştim anneye…
ve hemen ertesi gün anne bir mesaj
attı bana;
“ yazılarınınızı
keyifle okuyorum…” diye…
sonra arada bir insanlık bağı
oluştu….
benim aklım hep o küçük
oğlandaydı…
zekanın beni kışkırtan bir tarafı
olmuştu hep…
boş da durmadım elbette bu arada…
hemen ıstanbulla organize olduk…
en yetkin isimlere ulaşmada miraç
kızım çekti kahrımı canı gönülden…
tam da onun alanıydı çünkü küçük
oğlanın durumu…
ve dün aldığım telefonda kesin
teşhisi bir kez de miraç koydu…
ben çoktan söylemiştim de…
uzmanların sesini bekliyordum…!!!
şunları dedi telefonda miraç bana
özet olarak ;
“hocam, arkadaşım çocuğumuzla görüştükten sonra adeta
büyülenmiş… yıllardır ilk kez bu kadar
üst bir sayısal ve duygusal zekayla karşılaştığını söylüyor…siz nasıl birisiniz ki hocam daha ilk bakışta
bu isimleri tespit ediyorsunuz…tuttunuz mu da bırakmıyorsunuz….hadi bu bizim
işimiz mesleğimiz de siz nasıl görür görmez başarıyorsunuz bunu “
güldüm ben de…
evladım biz de
bu saçı sakalı değirmende ağartmadık…bizim de ilk hocalarımız
anamız babamızdı…biz de övünmek gibi olacaksa taşkın hocayla müjgan hocanın
oğlu olduk dedim….
yazı biterken araya şunu da
sıkıştırayım; bütün bu süreç içinde anne kendine “pedEgog” diyen birine oğlunu aylar önce
götürmüştü ve “pedEgog”
evlere şenlik bir rapor yazmıştı…cümleler ağlıyordu…teşhisler ağlıyordu….türkçe
ağlıyordu…psikoloji bilimi
böğüre böğüre ağlıyordu…kenarımın uzmanına göre oğlan gayet normaldi, hatta huysuz normaldi…biraz aklı vardı işte…eh
o da her çocukta olurdu….kimbilir nereden almıştı o diplomayı uzman…kilosu
kaçaydı…
ve yine oğlanın sınıf öğretmeni
beş cümlelik matbu bir rapor yazmıştı öğrencisi için hiçbir ama şey ifade etmeyen…görseniz ağlardınız bu yarım
A-4 dört kağıda yazılan raporu…ben ağladım da oradan biliyorum…
oysa ben anne babamın da öğrencileri hakkında tuttukları raporları
ancak yıllar sonra görmüştüm…her bir ismin karşısında onlarca detay vardı…anne
baba ayrıdan tutun da….şu şehirden göç etmişlere , şu kadar kardeştirlere
varana kadar…
bu raporu yazan öğretmense müjgan hocanımla taşkın
hoca neydi….
müjgan hocanımla taşkın hoca öğretmense bunlar kimdi…
onlarca ama
onlarca yıldır
böyle böyle
binlerce çocuğumuz heder oldu işte…
heder olan
yalnızca çocuklarımız da değildi….
ülkemizin yarınıydı…
ve bu çocuklar kendilerinin
farkına varılmadığı için dünyanın en mutsuz, en uyumsuz, en depresif , en geçimsiz insanları oluyordu…
bir telkâri ustasına ham demir dövdürseniz bile bu kadar ıstırap
olmazdı…
nasıl benim italyan aygırını dağ
yollarına vurmam , benzin deposunu kayalara çarpmam onu delirtiyorsa bu
çocuklar da bu kapanlar , vasatlıklar içinde deliriyorlardı…
bu
zekalar delirdikçe…
aslında
deliren toplumdu…
bu çocuklar en kıymetli inci
taneleriydi..
ve biz onlara boncuk kolye
muamelesi bile yapmayınca…
hepimiz, deliriyorduk…
şunu
da yazın bir kenara…
bu
dahi
çocuklar da hepimizin…
onların
tek bir kibrit çöpü gibi
yapayalnız
yanıp sönmesi demek…
hepimizin
de geleceğinin
daha
çok kararması demek…
yazı bitti….
ben şimdi
arda’nın son şarkısını
koyayım twitter’a da
biraz like alsın çocuk….!!!!
( murat örem / 08 haziran 2016 / ankara…)
Murat Bey merhaba;
YanıtlaSilYazıda anlattıklarınızı üzerime almadım elbette:) Ancak bana programcılık konusunda sunduğunuz fırsatları da düşününce yazmadan edemedim. "Küçücük bir ışık" bile görseniz, onu değerlendirmek için "herkes"ten farklı bir sorumlulukla destek olduğunuzu ben çok iyi biliyorum. İnanın size çok sık teşekkür ediyorum. Ne mutlu ki, yüreği sizin gibi "aydınlık" olan insanlarımız var. Bu konuda yaptıklarınız görülsün ya da görülmesin, eminim el verdiğiniz kişiler ve işler bir yerlerde bir şeylere yaramaya devam ediyordur. Bu yanınızı düşününce aklıma şu söz geliyor: karanlıktan şikayet edeceğine bir mum da sen yak!
Sevgi ve saygıyla...
Kemal Atalay
YanıtlaSilkemal bey dostum;
programcılık konusunda ben size fırsat sunmadım...!!!
siz yıllarca kendinize verdiğiniz hakiki emekle karşıma çıktığınızda. ben de elimdeki yetkiyi doğru insanlar için kullanma konusunda tereddütsüz karar verdim ve uyguladım...
siz de bu isimlerin en başındaydınız...
ancak, elbette ki buyük bir kadirbilikle sizin de bunu her vesileyle dile getirmeniz benim için hem onur oluyor hem de tatlı bir mahcubiyet vesilesi...
hep konuştuk,yazdık...
şu ölümlü dünyada hepimiz gideceğiz...
yalnızca yaptıklarımız ve hissettirdiklerimiz kalacak...
her şeyin çok alt üst olduğu bir çağda elbette doğru kalabilmek bilgili olabilmek , zarf yerine mazrufa yatırım yapmak zor...
ama bizim de bildiğimiz ve en iyi yaptığımız bu...
dolayısıyla belki de tam da bu halimiz görüldüğü için :))) bunlar oluyordur...kimbilir...:)))
seygilerim ve iyilik dileklerimle...
kıymet bilen halinizle her daim sağolunuz varolunuz....
murat örem...
Murat sabahın bu saatinde işe gitmek üzere hazırlanırken bir bakayım diye girip bitiremeden bırakamadım
YanıtlaSil:) sen bu yazma işini gerçekten çok iyi biliyorsun... Eline, yüreğine sağlık...
Yazdığım bir önceki yorumu burada yayınlamayı başaramadım sanırım:) özetle çok güzel.. Alkışlar sana Murat...
YanıtlaSilkıymetli nejla/değerli sbfli arkadaşım;
Siliki yorumun da yayında artık...
yorumlar geliyor ve yazarın görmesini bekliyor...
yazarın da keyfi ancak oldu:))
yani, kusur sende değil, yazarın ehlikeyfiliğinde:))
şaka bir yana iyi ki yazmışsın...
yine görüşmek umuduyla...
sevgilerimle selamlarımla....
murat....