alp buğdaycı ölmüş….
yok yok, doğrusunu aktaralım…
alp buğdaycı cezaevinde ölü bulunmuş…
nüfusun çok büyük çoğunluğu için
herhangi bir isimdir alp buğdaycı da…
oysa aynı alp buğdaycı , kimileri
için ağırlıklı olarak iz tv belgesellerinin ve başka dokümanter programların rengi
tınısı tonlama ve yorumlamalarıyla vazgeçilmez arka plan sesiydi…
kimileri için, yirmi yıldır bir çok noktası çok fazla
eşelense de hiç de iyi şeylerin yaşanmadığı ve hukuken de tescil edildiği bir şiddet
ve delirium tramens sarmalının faillerinden ve baş aktörlerindendi alp
buğdayçı…
bir dönem birlikte çalıştıkları
kişilere sorarsanız, dizginlenemeyen aykırılığının
ve libidosunun da esiri olmuş ve bu libidoyu kullanırken etrafı da çok rahatsız
edecek biçimde davranırken hiç de normal
kıstasları olmamıştı…
neresinden bakarsanız bakın
marjinaldi alp buğdaycı…
bu tanımı bir artı ya da eksi
olarak algılamayın…
o düz çizginin ha bire dışında
yürümek olarak anlayın…
yüzlerce yıldır, arka planda ne
türlü kaşkoriko dönerse dönsün, görünür haliyle düz bir çizgide akması için herkesin
yalandan hizaya sokulduğu bir geleneğin
içinde doğanların kaderidir bu…
savrulmak…
ve lime lime çözülmek…
bizim kuşaktan bir tık yukarıdaki
zaman diliminde doğanlardandı alp buğdaycı…
12 eylüller darbeler yaşandığında bizler ilkokulu yeni bitirmiş kuşaklardık…daha az hasar gördük bizden yukarıdakilere göre...ve belki ayrıca kasabalarda faşizm üzerimize öyle çok da
sistemli abanmamıştı…
alp
buğdaycıların kuşağı daha yetişkindi…
ve muhtemelen
daha çok şeyin farkındaydılar…
daha büyük
çelişkilerin, acıların ve şiddetin…
ülkemizin yüz akı hukukçularından olan ve artık kimselerin
hatırlamadığı faruk erem hoca’ya sorarsanız hep şunu demişti ömrü boyunca ;
“
suçluyu kazırsanız altından insan çıkar….”
modern ceza hukuku da, yüzlerce
yıldır suçluyu cezalandırmayı değil, onu rehabilite etmeyi ve daha da önemlisi
suçu ortaya çıkaran koşulları sorgulayıp değiştirmeyi amaçlar...suç bireyseldir
ama bireyi biçimlendiren toplumsal koşullardır…
içine ülkemizi de alan çok büyük
coğrafya, palamarından boşanmış gemi
gibi hukuktan uzaklaştıkça şiddet bin bir yüzüyle hayatımızın içine daha çok girecek…
daha çok girecek…
daha çok girecek…
daha çok girecek…
anneler çocuklarını
kocalar karılarını
kadınlar sevgililerini
babalar evlerini
belki farkında bile olmadan
daha az sevecek…
altın kuraldır;
kendini az seven
etrafını da az sever…
kendini sevmek de
kendine ciddi emek vermekle olur…
ben bir
taneyim
kıymetimi
bilmeyenler
beter olsun ….
demekle değil…
daha az önemsemek de daha az
sevmek de şiddettir…
birine aynı soruyu yüz kere sormak
da şiddettir…
birinin gözüne baka baka şuursuzca
inatlaşmak da şiddettir…
yok saymak da şiddettir…
derdini anlatmak için kapınıza
geleni dinlememek de şiddettir…
sen de herkes
gibi olsana demek de en
büyük şiddettir…
bunların hiçbirini görmeden kalkan
bir eli şiddet diye yorumlamak
onun içinde / senin
içinde bir canavar var demek
su testisi su
yolunda kırıldı/kırılır demek
ruhlarınızı o an için
rahatlatabilir…
ama sorunu çözmez…
aksine katmer katmer yapar….
yalanın ışığı gerçeğin gözlerini
kör eder…
hepimiz anne babayız…
teyze amca hala dayı enişteyiz…
evlatlarımız var…
yeğenlerimiz var…
şu facebooklarda
falan
görgüsüzler
misali
dizi dizi
hallerini paylaştığınız
torunlarınız
var ya …
önemsemediğiniz her yanlış her
ihmal
adamsendebenişimebakarımhalleriniz
yarın çığ olup
çocuklarınızı yeğenlerinizi
torunlarınızı boğacak…
bunları dediğimiz için bize de
“bıktık şeamet
tellallığından…”
diyebilirsiniz yüz birinci kere
de…
ama gelen gerçek bu…
dünyanın alt üst olduğu zamanlarda
eli kalem
tutanların sesi çıkmaz…
kimse duymak
istemez bunları…
duyanlar da söyleyenleri suçlamayı
yeğler…
gerçeklerden kaçmayı yeğler…
içimi karartma
ben ne yapabilirim demeyi
yeğler…
oysa hayat bunların hiçbirine
bakmaz…
kendi dinamikleriyle sözünü söyler
geçer…
ve siz bir anda ağıt yakarken
bulursunuz kendinizi…
evladınıza, yeğeninize, kocanıza,
ananıza, hayatınıza, ülkenize….
isimler önemli değildir…
ama ille bana da sorarsanız;
ben alp
buğdaycıyı ve bütün alp buğdaycıları
kendisiyle
ruhuyla her şeyiyle rus ruleti oynamış
adamlar kadınlar
insanlar olarak tanımlarım…
ama
hiç kimse durup dururken rus ruleti oynamaz…
hiç
kimse durup dururken kumarbaz olmaz…
ve yine bana sorarsanız; ben alp
buğdaycının seslendirdiği hiçbir belgeseli yıllardır izleyemiyordum…
o bir çok
insanı etkileyen ses, dinlerken beni çok
yoruyordu…
eski bir peynir tenekesinin çelik bir makasla yırtıla yırtıla
kesildiği duygusu oluşuyordu zihnimde tarazlı sesini duyarken…elim boğazıma
gidiyordu acıyla…
ve böylesi bir çok anda yanımda olan bahar dalı, sen onu kıskandığın için böyle
tepki veriyorsun diyordu bana…oysa, hele hele böyle konularda adına kıskanmak denen duyguyla çok yıllar önce vedalaştığımı, yaptığım işlerdeki çıtayı hiç ama hiç kimseyi kıskanmayacak kadar yükseklere koyduğumu ikimiz de biliyorduk....ya da ben bilindiğini sanıyormuşum...
hayatta ne çok isterdim
her ama her konuda
her ama her konuda
bu kadar düz saptamalarımın olmasını…
bu kadar simple bir insan olmayı….
olmadı , yapamadım…
muhtemelen onlar da yapamadıkları
için böyle oldu…
onlar kim ???? diye sormayın…
hepiniz her an"onlar" olmaya
adaysınız…
hepimiz adayız...
hepimiz adayız...
zaten şunu bir görseydiniz…
her şey çok daha
kolay olurdu !!!!
birilerinin de ruhu çürüyüp göbeği çatlamazdı
döne döne aynı şeyleri anlatacağım diye...
birilerinin de ruhu çürüyüp göbeği çatlamazdı
döne döne aynı şeyleri anlatacağım diye...
( murat örem / 02 haziran / 2016 /
ankara….)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder