melih beyle orada tanıştık…
epeyi kırlaşan saçları ve pekbiyakışıklı
sakallarıyla karşıladı bizi…
yeşil bir kazak vardı üzerinde…
o zamanlar sheatland denirdi onlara…
şimdi daha fiyakalı bir adı vardır
mutlaka….
her haliyle “ben bu kalabalıktan farklıyım” diyordu melih
bey.
bir çaba harcamadan diyordu bunu…
kendiliğinden diyordu…
sözün bir yerinde kitaplarını
inceledim melih beyin…
artık bir sisin arkasında kalan meslek hayatından konuştuk…
detay görüntüler aldık…
çalakalem notlar tuttum…
bir kitabının baskısında 1973 yazıyordu…
“maddenin dinamiği ve insan” adıyla yayınlamıştı…
ben kırmızı
bisikletime binerken , kitap yazmıştı melih bey…
serkan her zamanki cahilliğiyle densiz soruların peşindeydi yine…melih bey,
göz ucuyla bana bakarak geçiştiren cevaplar veriyordu serkana…bir süre sonra odaya giren
çayla pasta, melih beyle beni başbaşa bıraktı…kamerasını hızla bir kenara
bıraktı serkan ve çayına üç şeker atarak masaya yılışıkça yanaştı.
- pasta bitene
kadar ve çayın sayısı da üçe çıkana
kadar serkan’ın hiçbir zahmeti kalmamıştı artık…böylesi işlerin en güzel anı hep buydu serkan için… günler
boyunca abi ille beraber gidelim yanında beni götür diye canımdan bezdirirdi…insanların
içindeki ısrarından ben utanır tamam oğlum, rahat ol…derdim….betül de aynı
şeyleri isterdi…küçücük bedeniyle kocaman kamerayı taşımak daha yolun başında
belini bükmüştü betül’ün…her işten önce betül’e
bu kez sen gel demek için ağzımı açar ama ne hikmetse son anda serkan
kelimesini seslendirirdim…serkan zaten kedinin ciğerin kokusunu alması misali
arabanın kapısını çoktan açmış kamerayı yerleştirmiş olurdu…sırıtarak beni
beklerdi direksiyon başında…küfreder gibi bakarak binerdim her seferinde arabaya…hiç üzerine alınmazdı…
niye betül demek isterken ağzım hep serkan diyordu…aptal bir adam
değildim…beynim nerede bana oyun
oynuyordu…sonra sonra anladım aslında ben her seferinde beynime oyun
oynuyordum…serkanla gidersem vicdanım beni dürtmediği için kamerayı
taşımıyordum…ama betüle kıyamıyordum…hiç kıyamıyordum…her seferinde kamerasını
da taşımaktan anam ağlamıştı geçmişte…bu yüzden aklım ve kalbim her seferinde
çatışıyor ve hep serkan kazanıyordu…kazanan aslında benim içimdeki kefeleri birden çok teraziydi… betül gibi narin bir kadın
kalabalıklar içinde beni serkan gibi mahçup etmiyordu. ama serkan mutlaka bir
densizlik yapıyor ve onu bir iki kez sert bir bakışla veya cümleyle ikaz etmek ruhuma iyi geliyordu. bu
koduğumun insan ruhunun da amma dehlizleri vardı…-
serkan pasta ve çayın karşısında
küçük bir titreme geçirmeye başlayınca fırsattan istifade melih
beyle hemen balkona çıktık…birer de sigara çıkardık karşılıklı…melih bey odadaki makineye ilerlerken filtre kahve de içeriz demeye kalkınca gerek yok dedim…her akşam eve gittiğimde ben kahvenin
kralını içiyordum zaten. işimizi bitirip
gitmeliydik hemen…serkan yine iyi detay görüntüler almış tıkınmaya devam
ediyordu…
bunları ışık hızıyla düşünürken , zamanında eşşek yüküyle para verdiğim
kahverengi kadife takımımdaki ceketimin cebinden çıkardığım çakmak yine yanmadı…zarar
yok dedi melih bey ve ekledi şu konsolda viyanadan gelmiş özel koleksiyon bir kibrit var. cümlenin devamından öğrenmiştim ki
melih beyin yüksek bilmem ne akademisinde okuyan torunu getirmişti bu kibriti aylar
önce… insan dedesine viyanadan niye kibrit getirir ki diye içimden sorarken
buldum kendimi. ve birden toparlanıp
melih beyin elinden kibriti alarak ikimizin de sigarasını yaktım…
melih bey , yetmişlerindeydi, ben daha otuz
bile değildim…
melih beyin yıllardır görmediği çocukları
bile benden büyüktü…
benim çocuklarım daha
küçücüklerdi….büyüyeceklerdi…omuzlarına nal düşecek hayatı yoracaklardı. .iktirici milenyuma üç beş yıl daha vardı…
aradan çok yıllar geçtikten sonra bana da viyanadan kibrit getirdi büyük oğlum…o kibriti daha elime alırken melih
bey ve zamanında ettiğim boyumdan büyük
laf geldi aklıma…demek kibrit de hediye olarak getirilebiliyor ve bu iki
tarafı da mutlu edebiliyordu. ince ruhunun eseri olarak bir çok hediyesinin yanında kibrit de getirmişti oğlum…üzerinde klimt’in unutulmaz resminin baskısı vardı ve kibrit kutusunun büyüklüğü başparmak
tırnağı kadar ya vardı ya yoktu…
bunları yaşamamıza daha yıllar
vardı…
ve biz hala melih beyle
balkondaydık…
aslında melih beyle hayatın hiçbir yerinde karşılaşma ihtimalimiz
yoktu …
ama bir balkonda karşılıklı sigara
içiyorduk işte….
hayatın öyle çok da kurguyu nazı
niyazı kaldırır bir tarafı yoktu…ikna etmek gibi bir derdi de…zamanı geldiğinde
elinin tersiyle vurup geçiyordu…okşadığı da çoktu ama insan zihni en çok tokadı
hatırlıyordu…
o kötü
karikatürdeki gibiydi her şey ; dolmuşta ağlayan çocuk annesine bakarak, anne
hayat gibisin , hem pata küte vuruyorsun hem de ağlama diyorsun cümlesini
kuruyordu ya…
ucuz bir şey vardı bu karikatürde…
basit bir şey vardı…
ama gerçek bir şey de vardı…
hayat gibiydi….
bir sabah bir yataktan
kalkıyordunuz , bir direksiyonun başına geçiyordunuz ve o yatak artık sonsuza
dek boş kalabiliyordu…bunun adı hayattı…
bir kadınla veya bir adamla
yıllarca bir yatakta yatıyordunuz ve taraflardan birinin yeri de sonsuza dek
boş kalabiliyordu….bunun adı da hayattı…
melih beyin payına da kimbilir
hayatın hangi elinin tersi değmişti defalarca defalarca da , artık burdaydı.
mutluyum diyordu melih bey…burada mutluyum… mutlu olan bir insanın
asla mutluyum kelimesini söyleme
ihtiyacı duymayacağını da bilmiyordum daha….
melih bey mutluyum burada mutluyum
dedikçe balkondan görünen şehir denizindeki insanlar ve taşıtlar şuursuzca akıyordu…damardan fışkıran kanın adressiz hali gibi akıyordu…serkan içerde ağzını şapırdata
şapırdata pastasını yerken ben melih
beyi anlamaya çalışıyordum…ağzından çıkan kelimeler
bir kanadı kopuk kelebekler gibi uçuşuyordu zihnimde…çocuklarını anlatıyordu. bir
zamanlar çok ünlü olan çocuk doktoru eşini anlatıyordu melih bey…balkondan içeriye girip
ölmüş karısının fotoğrafını getirirken çerçevenin tozunu alıyordu…bunları o
kadar dingin bir halde yapıyordu ki…sanki zaman bir yerlere asılı kalmıştı…
oysa melih bey karısından çok daha ünlüydü…
kalabalıklar farkında olmasa da çok daha ünlüydü…
bilimsel dergilerde adına atıflar yapılıyordu dünyada…
ki yirmi yıldır tek bir kalem
oynatmadığı halde…
röportajı ikimiz kolayca yaptık…
serkan kamerayı sabitledi, ağzının
şapırtıları duyulmasın diye yan odaya geçti ben sorularımı sordum ve melih bey
anlattı anlattı anlattı…iki ayrı programın
daha omurgası çıktı diye geçirdim içimden…
bizim mesleki deformasyonumuz da
buydu işte…herkes her an bir objeydi…yedi dakikalık, on dakikalık, yirmi
dakikalık…allah ne verdiyse bir objeydi…sıradaki gelsindi…ben bir de bu işin vicdanlılarından
görürdüm kendimi…ben bile bu hale geldiysem çekin kuyruğunu gitsindi işte…
serkan kamerasını toplarken, pastalar
kurabiyeler çikolatalar çok güzelmiş dedi…allah boyunu devirsin hayvan herif dedim
serkana gözlerimle…arabada mutlaka bir
de küfür edecektim, bunu ikimiz
de biliyorduk….melih bey, aynı dingin kelimelerle, arkadaşlardan rica ettim birer
kutu da arabaya bıraktılar zaten…sevindim beğenmenize dedi…serkan’ın yüzünde güller açtı…
gözü açlar doymuyordu…karnı açlar
doyuyordu ama gözü açlar doymuyordu ve aç gidiyorlardı ölüme de…biraz da konuyu
değiştirmek için şu piyanonun başındaki kim dedim odadaki bir başka siyah beyaz
fotoğrafı göstererek… kızım dedi melih
bey…kızımdı…1974 yılında pariste ormana düşen
uçağımızın içindeydi o da, yüzlerce
kişiyle birlikte 11 yaşındayken öldü…diye ekledi…yaşasaydı benden üç beş yaş
büyük olacakmış diye geçirdim içimden ve o densiz sorularından biri
daha başına iş açtı yine diye söylendim kendi kendime…
odaya yeni bir kasvet dalgası
girer olmuştu…melih beyi tanıdığıma çok mutluydum ama….artık hemen evime gitmek
istiyordum…çocuklarımla dünya başkentleri oyunu oynama zamanımız gelmişti. evin içinde
dalta.ak dolaşmak istiyordum…sade kahvemi içmek istiyordum…
kapıya doğru ilerlerken komidinin çekmecesini açtı melih bey…çok kibar ve çok ince bir gümüş kalem
çıkardı…bu sizin için dedi bana nazikçe
uzatarak…bunca yıldan sonra siz beni hatırladınız ya… siz hatırlanacak biri değilsiniz, siz
öğrenilmesi gereken biri olacaksınız hep melih bey dedim…kalemi alıp almamak için tereddüt
ettim…ama kalem kağıt ve kitap…kendimi bildim bileli bu üçü için ruhumu
satabilirdim…tokalaşırken gözlerim ışıldayarak aldım kalemi melih beyden… yaşıtlarıma
göre çok hediye alıp vermiş biriyimdir ama bu kalemin yeri bende hep farklı olacak melih
bey dedim…
serkan hemen kafasını uzattı kalemi görmek
için…pis pis bakmasam elini de uzatırdı…odadan çıktığımızda meraklı bakışlar
üzerimize üzerimize geldi…bizimle de konuşun diyenler oldu…yemekler çok tuzlu…diyenler
de…üşüyoruz burada diyenler olmasaydı olmazdı…onu da dediler…elele tutuşan bin yaşındaki iki kişi haftaya gelirseniz
nikahımız da var dedi…şahtınız şahbaz olursunuz artık dedim içimden ikisine…nazikçe gülümser gibi
yaptım…
bu evlilik denen kurum hiç ölmeyecekti…
milyarlarca insanı öldürecek ama
kendisi ölmeyecekti…
dışarı çıktığımda ben, serkan
çoktan arabanın içine atmıştı kamerasını… ve beni hiç şaşırtmadan bagaja
yöneldi hemen pasta kutularını kontrol etmek için…bakalım melih beyin dediği
doğru muydu….doğruydu…serkanın ağzının kenarına yine o yılışık gülümseme
sıvandı…üzeri fiyonklu kocaman kutularda van
yazıyordu…di yazıyordu…ivan yazıyordu…diva yazıyordu…div yazıyordu…kelimeyi tam
okumak için fiyonkları çözmek gerekiyordu…ya da serkan kadar aptal olmamak !!!
bana ait
kutuları da sen alırsın
dedim serkana arabaya bindiğimizde…anahtarı bir çevirişi vardı ki…sanki babilin
asma bahçelerini bağışlamıştım…eve döndüğümde çocukların
anneleriyle birlikte yaptığı dolgu malzemesi
her zamanki gibi bol sulu olan pasta beni bekliyordu…çaylar
kahveler beni bekliyordu…
ben kimi bekliyordum ki…
soyunup dökündüm…dalta.ak
pozisyonumu aldım…küçük oğlanın r harflerini söyleyemeyen haline güldüm…ben
gülünce o da güldü hep yaptığı gibi…pastayı çatalımla tırtıkladım…çayı unuttum
ve kahvemi içerken melih beyi düşündüm…onca hayat yaşamış birinin habire etmek
zorunda kaldığı mutluyum kelimesini
düşündüm…
on yıla yakındır evliydim
ve hiç ben mutluyum dememiştim…
niye acaba…
ne demişti dostoyevski bir
kitabının başındaki cümlesinde; “ bir çok insan mutlu olduğunu bilmediği için
mutsuzluğa düşer…sonra gerçek mutsuzluğun ne olduğunu öyle bir anlarlar ki ” ne büyük kafaydı bu dostoyevski...ve ne bereketliydi şu gogol’un
paltosu…
****
aradan nice nice mevsimler geçti…
karlar yağdı….
yağmurlar sokaklara taştı…
ölenler oldu…
doğanlar oldu…
öldürülenler oldu…
yüzünü unutanlar oldu…
yüzsüz olduklarını öğrendiklerimiz
oldu…
koskocaman bir kara parçası adeta
histeri krizine girdi…
ve bir sonbahar günü kızılayda bir bankamatiğin önünde karşılaştığımızda beni tanıyamadı melih bey…sakalları bile çok yaşlanmıştı…aradan o
kadar çok zaman geçmişti ki… yeni halimi genç halimle görsem ihtimaldir ki ben bile tanıyamayabilirdim...bir de hep zekamla övünürdüm...
yıllar önce ıstanbula taşınmıştım. ankaradan tabanı yanık it gibi kaçmıştım...eski karım bir arabanın altında
kalmıştı. yeni karım da beni bir denizin dibine atmak isterken yosunlara
takılıp boğulmuştu…hep az olan param bittiğinde iki yazı çiziktiriyor sonra yeniden
beşiktaştaki evime gidiyordum. ankaraya da yıllar sonra abimin şımarık kızının nikahı için borç harç gelmiş
tanıdığım tek bir yüzün kalmadığı mülkiyelilerde içerken nikahı da kaçırmış huysuz yengemin boka bakar kılıklı gözleriyle müşerref olmuştum...salaktı bu benim abim...muhtemelen abim de benim için kuruyordu aynı cümlenin çok daha ağırını...
melih beyle son karşılaşmamız da
böyle anlamsız tesadüflerle mümkün olmuştu…yine olmayacak iki hayat yanyana gelmişti işte…onun yanında birileri vardı
karşılaştığımızda hadi madi diyen…evlatları mıydı bakıcıları mıydı bilmiyorum…ama
sevimsiz insanlardı…hani olur ya, siz onların yapayalnızlık zamanlarında
yaşlı birilerini hep kollar gözetirsiniz sonra bir gün evlatlar gelinler şunlar
bunlar peydah olup pis pis bakarlar size…bu hasta bizim…ölüsü de bizim
olacak..o öldüğü gibi evdeki eşyaları da bizim olacak der gibi bakarlar ya…o
kılıkta o ahlakta herifler kadınlardı…ben de onların yüzlerine .iktirin gidin dercesine
bakarken hiç de uğraşmadım melih beye hatırlatmak için kendimi…bir yerlerde yıllar önce okumuştum. yaşlı insanların bir
şeyi hatırlayamadıklarında onlara geçmişi hatırlatmaya çalışmanın ruhu çok örseleyen
bir tarafı varmış diye…değersizlik duygusunu inanılmaz tetikliyormuş diye…
melih bey benim için bir gümüş kalemdi…
bir gümüş adamdı...
mutluyum kelimesinin etimolojik fiyaskosunun kanlı canlı
tanığıydı…
ıstanbula dönüp aradan biraz daha zaman geçtiğinde masaya sermek için
açtığım gazetenin sayfasında gördüm nal gibi bir ölüm ilanını…“ ülkemiz savunma
sanayii bürokrasisi ve biliminde unutulmaz
emekleri olan, güzide memleketimizin ilk hususi teşebbüslerinden bilmemne fabrikasının kuruculuğunu yaparak uzun yıllar boyunca sahibi olan canımız
babamız melih milletoğlu’nu kaybettik….” diye başlıyordu masal…
.iktirin gidin it herifler, soysuz herifler, babanızı ne zaman buldunuz da kaybettiğinizi ilanla söylüyorsunuz, adamı "mutluluk" içinde öldürdünüz diye söylendim…bu gazeteden masa örtüsü bile olmazdı. insan iki lokma yerken bu cümleleri okudukça tansiyonu çıkardı. gazeteyi çekip attım bir kenara…getir şu topu basket oynayacağız dedim küçük oğlana…sesim duvarda yankılandı durdu....ne gelen oldu ne giden...
.iktirin gidin it herifler, soysuz herifler, babanızı ne zaman buldunuz da kaybettiğinizi ilanla söylüyorsunuz, adamı "mutluluk" içinde öldürdünüz diye söylendim…bu gazeteden masa örtüsü bile olmazdı. insan iki lokma yerken bu cümleleri okudukça tansiyonu çıkardı. gazeteyi çekip attım bir kenara…getir şu topu basket oynayacağız dedim küçük oğlana…sesim duvarda yankılandı durdu....ne gelen oldu ne giden...
çünkü küçük oğlanın bile küçük kızı vardı ve çok uzaklardaydı…
new york bilmemne filarmonisinde baş bilmemne olmuştu oğlan...
yıllar içinde beni elli kere çağırmış, business biletler göndermişti..
buradan oraya tren rayı döşendiğinde söz geleceğim demiştim hep....
koca gün demir kafesin içinde uçacak kadar aptallaşmamıştım daha...
onca saat asla duramazdım bir de sigarasız...
onca saat asla duramazdım bir de sigarasız...
pencere açıktı dışarda sesler vardı...çantamı
açtım…kalemim yerinde duruyordu… gümüşü zaman içinde kararınca sigara külüyle
ovuyordum yıllardır…pırıl pırıl oluyordu yeniden...tam bu anlarda hayat bu ya hayal bu ya melih beyin sigarasını
yakıyordum viyanadan gelen kibritlerle…
nelere şahit olmamıştı ki o gümüş
kalem…
bir kağıdı bıçakla efendice kesmek
yerine baltayla kesmeye kalkan taş bir kafanın elinden kaçmak için çırpınırken,
koridorlar içinde bir kağıda imza atmam gerektiğinde, yine melih beyin kalemi
yetişmişti imdadıma bin yıl önce…
alın atınızı .ikerim tımarınızı
dilekçemi de yine melih beyin kalemiyle imzalamıştım bir karış sakalla..
bir kalemin taşıyacağından çok daha fazla yüklenmiştim ona...
bir faninin taşıyacağından çok daha fazla yüklenmişti hayat bana....
bir kalemin taşıyacağından çok daha fazla yüklenmiştim ona...
bir faninin taşıyacağından çok daha fazla yüklenmişti hayat bana....
açık pencereden erik dalı
kılıklı bir kız sesi girdi birden içeri; kız oğlana biliyor musun
mutluyum ben çok mutluyum senin yanında diyordu…genç erkek gülüyordu...erkek çocuklarının karşısındaki kadının aşkını umursamaz tavrıyla gülüyordu...bunu yalnızca bir erkek anlayabilirdi...ve epeyi yaşlansam da ben de bir erkektim ve hala anlayabiliyordum bu jiletli tavrı...kan kesin akacaktı...birden sen de mi kızım, sen de mi evladım, yazık olmuş....diye bağırmak istedim pencereden sarkarak…
yapmadım tabi...
insanlar için de toplumlar için de uyandırılmanın sevimsiz bir tarafı vardı...
hem uyanan hem de uyandıranlar için...
yapmadım tabi...
insanlar için de toplumlar için de uyandırılmanın sevimsiz bir tarafı vardı...
hem uyanan hem de uyandıranlar için...
ne olacaktı ki...
olan olmuştu...
olacak olan da olmuştu da...
vizyona girmeyi bekliyordu...
vizyona girmeyi bekliyordu...
baktım çantam masadaydı…
ama melih beyin kalemi nerdeydi…
melih beyler nerdeydi…
( murat örem / 01 haziran 2016 /
ankara…)
****
-resim / gülin turan kayalı /
murat örem’e hediye 2006-
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder