*"114" ayrı ülkeden günlük ortalama "500" ziyaret !
*her cümle "5846" sayılı yasa korumasında !
*fotolar "ekseriyetle" büyütülebilir !
*sağ alttaki küçük dünya ?

1 Haziran 2016 Çarşamba

insan hikayeleri 2 / bir sabah bir yataktan kalkıyordunuz , bir direksiyonun başına geçiyordunuz ve o yatak artık sonsuza dek boş kalabiliyordu…bunun adı hayattı…




melih beyle  orada tanıştık…

epeyi kırlaşan saçları ve pekbiyakışıklı sakallarıyla karşıladı bizi…

yeşil bir kazak vardı üzerinde…

o zamanlar  sheatland denirdi onlara…

şimdi daha fiyakalı bir adı vardır mutlaka….




her haliyle  “ben bu kalabalıktan farklıyım” diyordu melih bey.

bir çaba harcamadan diyordu bunu…

kendiliğinden diyordu…



sözün bir yerinde  kitaplarını inceledim  melih  beyin…

artık bir sisin arkasında kalan meslek hayatından konuştuk…

detay görüntüler aldık…

çalakalem notlar tuttum…




bir kitabının baskısında 1973 yazıyordu…

“maddenin dinamiği ve insan adıyla yayınlamıştı…

ben  kırmızı bisikletime  binerken ,  kitap yazmıştı melih bey…




serkan  her zamanki cahilliğiyle  densiz soruların peşindeydi yine…melih bey, göz ucuyla bana bakarak geçiştiren  cevaplar veriyordu serkana…bir süre sonra  odaya giren  çayla pasta,  melih beyle beni başbaşa bıraktı…kamerasını hızla bir kenara bıraktı serkan ve çayına üç şeker atarak masaya yılışıkça yanaştı.




- pasta bitene kadar ve  çayın sayısı da üçe çıkana kadar serkan’ın hiçbir zahmeti kalmamıştı artık…böylesi işlerin  en güzel anı hep buydu serkan için… günler boyunca abi ille beraber gidelim yanında beni götür diye canımdan bezdirirdi…insanların içindeki ısrarından ben utanır tamam oğlum, rahat ol…derdim….betül de aynı şeyleri isterdi…küçücük bedeniyle kocaman kamerayı taşımak daha yolun başında belini bükmüştü betül’ün…her işten önce betül’e  bu kez sen gel demek için ağzımı açar ama ne hikmetse son anda serkan kelimesini seslendirirdim…serkan zaten kedinin ciğerin kokusunu alması misali arabanın kapısını çoktan açmış kamerayı yerleştirmiş olurdu…sırıtarak beni beklerdi direksiyon başında…küfreder gibi bakarak binerdim  her seferinde arabaya…hiç üzerine alınmazdı…



niye betül demek isterken ağzım hep serkan diyordu…aptal bir adam değildim…beynim  nerede bana oyun oynuyordu…sonra sonra anladım aslında ben her seferinde beynime oyun oynuyordum…serkanla gidersem vicdanım beni dürtmediği için kamerayı taşımıyordum…ama betüle kıyamıyordum…hiç kıyamıyordum…her seferinde kamerasını da taşımaktan anam ağlamıştı geçmişte…bu yüzden aklım ve kalbim her seferinde çatışıyor ve hep serkan kazanıyordu…kazanan aslında benim içimdeki kefeleri birden çok  teraziydi… betül gibi narin bir kadın kalabalıklar içinde beni serkan gibi mahçup etmiyordu. ama serkan mutlaka bir densizlik yapıyor ve onu bir iki kez sert bir bakışla veya  cümleyle ikaz etmek ruhuma iyi geliyordu. bu koduğumun insan ruhunun da amma dehlizleri vardı…-





serkan pasta ve çayın karşısında küçük bir titreme geçirmeye başlayınca fırsattan istifade   melih beyle  hemen  balkona çıktık…birer  de sigara çıkardık karşılıklı…melih bey  odadaki makineye ilerlerken  filtre  kahve de içeriz demeye kalkınca  gerek yok  dedim…her akşam eve gittiğimde ben kahvenin kralını içiyordum zaten.  işimizi bitirip gitmeliydik hemen…serkan yine iyi detay görüntüler almış tıkınmaya devam ediyordu…





bunları ışık hızıyla düşünürken ,  zamanında eşşek yüküyle para verdiğim kahverengi kadife takımımdaki ceketimin cebinden çıkardığım çakmak yine yanmadı…zarar yok dedi melih bey ve ekledi şu konsolda viyanadan gelmiş özel koleksiyon bir  kibrit var. cümlenin devamından öğrenmiştim ki melih beyin yüksek bilmem ne akademisinde okuyan torunu getirmişti bu kibriti   aylar önce…  insan dedesine  viyanadan niye kibrit getirir ki diye içimden sorarken buldum kendimi.  ve birden toparlanıp melih beyin elinden kibriti alarak ikimizin de sigarasını yaktım…




melih bey , yetmişlerindeydi, ben daha otuz bile değildim…


melih beyin yıllardır görmediği çocukları bile benden büyüktü…




benim çocuklarım daha küçücüklerdi….büyüyeceklerdi…omuzlarına nal düşecek hayatı yoracaklardı.  .iktirici    milenyuma üç beş yıl daha vardı…




aradan çok yıllar geçtikten sonra  bana da viyanadan kibrit getirdi büyük oğlum…o kibriti daha elime alırken melih bey  ve zamanında ettiğim boyumdan büyük laf geldi aklıma…demek kibrit de hediye olarak getirilebiliyor ve bu iki tarafı da mutlu edebiliyordu. ince ruhunun eseri olarak bir çok  hediyesinin yanında kibrit de getirmişti oğlum…üzerinde klimt’in unutulmaz  resminin baskısı  vardı ve kibrit kutusunun büyüklüğü başparmak tırnağı kadar ya vardı ya yoktu…




bunları yaşamamıza daha yıllar vardı…

ve biz hala melih beyle balkondaydık…

aslında melih beyle  hayatın hiçbir yerinde karşılaşma ihtimalimiz yoktu …

ama bir balkonda karşılıklı sigara içiyorduk işte….




hayatın öyle çok da kurguyu nazı niyazı kaldırır bir tarafı yoktu…ikna etmek gibi bir derdi de…zamanı geldiğinde elinin tersiyle vurup geçiyordu…okşadığı da çoktu ama insan zihni en çok  tokadı hatırlıyordu…





o kötü karikatürdeki gibiydi her şey ; dolmuşta ağlayan çocuk annesine bakarak, anne hayat gibisin , hem pata küte vuruyorsun hem de ağlama diyorsun cümlesini kuruyordu ya…



ucuz bir şey vardı bu karikatürde…

basit bir şey vardı…

ama gerçek bir şey de vardı…




hayat gibiydi….




bir sabah bir yataktan kalkıyordunuz , bir direksiyonun başına geçiyordunuz ve o yatak artık sonsuza dek boş kalabiliyordu…bunun adı hayattı…




bir kadınla veya bir adamla yıllarca bir yatakta yatıyordunuz ve taraflardan birinin yeri de sonsuza dek boş kalabiliyordu….bunun adı da hayattı…




melih beyin payına da kimbilir hayatın hangi elinin tersi değmişti defalarca  defalarca da ,  artık burdaydı.





mutluyum diyordu melih bey…burada mutluyum…  mutlu olan bir insanın asla  mutluyum kelimesini söyleme ihtiyacı duymayacağını da bilmiyordum daha….





melih bey mutluyum burada mutluyum dedikçe  balkondan görünen şehir denizindeki insanlar ve taşıtlar   şuursuzca akıyordu…damardan fışkıran  kanın adressiz hali gibi akıyordu…serkan içerde ağzını şapırdata şapırdata pastasını yerken  ben melih beyi   anlamaya çalışıyordum…ağzından çıkan kelimeler bir kanadı kopuk kelebekler gibi uçuşuyordu zihnimde…çocuklarını anlatıyordu. bir zamanlar çok ünlü olan çocuk doktoru eşini anlatıyordu melih bey…balkondan içeriye girip ölmüş karısının fotoğrafını getirirken çerçevenin tozunu alıyordu…bunları o kadar dingin bir halde yapıyordu ki…sanki zaman bir yerlere asılı kalmıştı…





oysa melih bey karısından çok daha ünlüydü…

kalabalıklar farkında olmasa da çok daha ünlüydü…

bilimsel dergilerde adına atıflar yapılıyordu dünyada…

ki yirmi yıldır  tek bir kalem oynatmadığı halde…





röportajı ikimiz kolayca yaptık…

serkan kamerayı sabitledi, ağzının şapırtıları duyulmasın diye yan odaya geçti ben sorularımı sordum ve melih bey anlattı anlattı anlattı…iki  ayrı programın daha omurgası çıktı diye geçirdim içimden…





bizim mesleki deformasyonumuz da buydu işte…herkes her an bir objeydi…yedi dakikalık, on dakikalık, yirmi dakikalık…allah ne verdiyse bir objeydi…sıradaki gelsindi…ben bir de bu işin vicdanlılarından görürdüm kendimi…ben bile bu hale geldiysem çekin kuyruğunu gitsindi işte…





serkan kamerasını toplarken, pastalar kurabiyeler çikolatalar çok güzelmiş dedi…allah boyunu devirsin hayvan herif dedim serkana gözlerimle…arabada mutlaka bir  de küfür  edecektim, bunu ikimiz de biliyorduk….melih bey, aynı dingin kelimelerle, arkadaşlardan rica ettim birer kutu da arabaya bıraktılar zaten…sevindim beğenmenize  dedi…serkan’ın yüzünde güller açtı…





gözü açlar doymuyordu…karnı açlar doyuyordu ama gözü açlar doymuyordu ve aç gidiyorlardı ölüme de…biraz da konuyu değiştirmek için şu piyanonun başındaki kim dedim odadaki bir başka siyah beyaz  fotoğrafı göstererek… kızım dedi melih bey…kızımdı…1974 yılında  pariste ormana düşen uçağımızın içindeydi o da,  yüzlerce kişiyle birlikte 11 yaşındayken öldü…diye ekledi…yaşasaydı benden üç beş yaş büyük olacakmış diye geçirdim içimden ve o densiz sorularından biri daha başına iş açtı yine diye  söylendim kendi kendime…






odaya yeni bir kasvet dalgası girer olmuştu…melih beyi tanıdığıma çok mutluydum ama….artık hemen evime gitmek istiyordum…çocuklarımla dünya başkentleri oyunu oynama zamanımız gelmişti. evin içinde dalta.ak dolaşmak istiyordum…sade kahvemi içmek istiyordum…




kapıya doğru ilerlerken komidinin çekmecesini açtı melih bey…çok kibar ve çok ince bir gümüş kalem çıkardı…bu sizin için dedi bana  nazikçe uzatarak…bunca yıldan sonra  siz beni hatırladınız ya…  siz hatırlanacak biri değilsiniz, siz öğrenilmesi gereken biri olacaksınız hep  melih bey dedim…kalemi alıp almamak için tereddüt ettim…ama kalem kağıt ve kitap…kendimi bildim bileli bu üçü için ruhumu satabilirdim…tokalaşırken gözlerim ışıldayarak aldım kalemi melih beyden… yaşıtlarıma göre çok hediye alıp vermiş biriyimdir ama bu kalemin yeri bende hep farklı olacak melih bey dedim…





serkan hemen kafasını uzattı kalemi görmek için…pis pis bakmasam elini de uzatırdı…odadan çıktığımızda meraklı bakışlar üzerimize üzerimize geldi…bizimle de konuşun diyenler oldu…yemekler çok tuzlu…diyenler de…üşüyoruz burada diyenler olmasaydı olmazdı…onu da dediler…elele tutuşan  bin yaşındaki iki kişi haftaya gelirseniz nikahımız da var dedi…şahtınız şahbaz olursunuz artık  dedim içimden ikisine…nazikçe gülümser gibi yaptım…



bu evlilik denen kurum hiç ölmeyecekti…
milyarlarca insanı öldürecek ama kendisi  ölmeyecekti…





dışarı çıktığımda ben, serkan çoktan arabanın içine atmıştı kamerasını… ve beni hiç şaşırtmadan bagaja yöneldi hemen pasta kutularını kontrol etmek için…bakalım melih beyin dediği doğru muydu….doğruydu…serkanın ağzının kenarına yine o yılışık gülümseme sıvandı…üzeri fiyonklu kocaman kutularda van yazıyordu…di yazıyordu…ivan yazıyordu…diva yazıyordu…div yazıyordu…kelimeyi tam okumak için fiyonkları çözmek gerekiyordu…ya da serkan kadar aptal olmamak !!!





bana ait kutuları da sen alırsın dedim serkana arabaya bindiğimizde…anahtarı bir çevirişi vardı ki…sanki babilin asma bahçelerini bağışlamıştım…eve döndüğümde   çocukların  anneleriyle birlikte yaptığı  dolgu malzemesi her zamanki gibi bol sulu olan pasta  beni bekliyordu…çaylar kahveler beni bekliyordu…





ben kimi bekliyordum ki…




soyunup dökündüm…dalta.ak pozisyonumu aldım…küçük oğlanın r harflerini söyleyemeyen haline güldüm…ben gülünce o da güldü hep yaptığı gibi…pastayı çatalımla tırtıkladım…çayı unuttum ve kahvemi içerken melih beyi düşündüm…onca hayat yaşamış birinin habire etmek zorunda kaldığı  mutluyum kelimesini düşündüm…





on yıla yakındır evliydim

ve hiç ben mutluyum dememiştim…

niye acaba…




ne demişti dostoyevski bir kitabının başındaki cümlesinde; “ bir çok insan mutlu olduğunu bilmediği için mutsuzluğa düşer…sonra gerçek mutsuzluğun ne olduğunu öyle bir anlarlar ki ”    ne büyük kafaydı bu dostoyevski...ve ne bereketliydi şu gogol’un paltosu…
                     
                                                                     ****
 


aradan nice nice mevsimler geçti…


karlar yağdı….

yağmurlar sokaklara taştı…


ölenler oldu…

doğanlar oldu…


öldürülenler oldu…


yüzünü unutanlar oldu…

yüzsüz olduklarını öğrendiklerimiz oldu…



koskocaman bir kara parçası adeta histeri krizine girdi…





ve bir sonbahar günü   kızılayda bir  bankamatiğin önünde karşılaştığımızda  beni tanıyamadı melih bey…sakalları  bile çok yaşlanmıştı…aradan o kadar  çok zaman geçmişti ki… yeni halimi genç halimle görsem ihtimaldir ki ben bile tanıyamayabilirdim...bir de hep zekamla övünürdüm...



yıllar önce ıstanbula taşınmıştım. ankaradan tabanı yanık it gibi kaçmıştım...eski karım bir arabanın altında kalmıştı. yeni karım da beni bir denizin dibine atmak isterken yosunlara takılıp boğulmuştu…hep az olan param bittiğinde iki yazı çiziktiriyor sonra yeniden beşiktaştaki evime gidiyordum. ankaraya da  yıllar sonra abimin şımarık kızının nikahı için borç harç gelmiş tanıdığım tek bir yüzün kalmadığı mülkiyelilerde içerken nikahı da  kaçırmış  huysuz yengemin  boka bakar kılıklı gözleriyle müşerref olmuştum...salaktı bu benim abim...muhtemelen abim de  benim için kuruyordu aynı cümlenin çok daha ağırını...



melih beyle son karşılaşmamız da böyle anlamsız tesadüflerle mümkün olmuştu…yine olmayacak iki hayat yanyana gelmişti işte…onun yanında birileri vardı karşılaştığımızda  hadi madi diyen…evlatları mıydı bakıcıları mıydı bilmiyorum…ama sevimsiz insanlardı…hani olur ya,  siz onların yapayalnızlık zamanlarında yaşlı birilerini hep kollar gözetirsiniz sonra bir gün evlatlar gelinler şunlar bunlar peydah olup pis pis bakarlar size…bu hasta bizim…ölüsü de bizim olacak..o öldüğü gibi evdeki eşyaları da bizim olacak der gibi bakarlar ya…o kılıkta o ahlakta herifler kadınlardı…ben de onların yüzlerine .iktirin gidin dercesine bakarken hiç de uğraşmadım melih beye hatırlatmak için kendimi…bir yerlerde  yıllar önce okumuştum. yaşlı insanların bir şeyi hatırlayamadıklarında onlara geçmişi hatırlatmaya çalışmanın ruhu çok örseleyen bir tarafı varmış diye…değersizlik duygusunu inanılmaz tetikliyormuş diye…





melih bey benim için bir  gümüş kalemdi…
bir gümüş adamdı...




mutluyum kelimesinin  etimolojik fiyaskosunun kanlı canlı tanığıydı…




ıstanbula dönüp aradan biraz daha zaman geçtiğinde masaya sermek için  açtığım gazetenin sayfasında gördüm nal gibi bir ölüm ilanını…“ ülkemiz savunma sanayii bürokrasisi ve biliminde  unutulmaz emekleri olan, güzide memleketimizin  ilk hususi teşebbüslerinden  bilmemne  fabrikasının kuruculuğunu yaparak  uzun yıllar boyunca sahibi olan  canımız babamız melih milletoğlu’nu  kaybettik….”   diye başlıyordu masal…


.iktirin gidin it herifler, soysuz herifler,  babanızı ne zaman buldunuz da kaybettiğinizi ilanla söylüyorsunuz, adamı "mutluluk"  içinde  öldürdünüz diye söylendim…bu gazeteden masa örtüsü bile olmazdı. insan iki lokma yerken bu cümleleri okudukça tansiyonu çıkardı. gazeteyi çekip attım bir kenara…getir şu topu basket oynayacağız dedim küçük oğlana…sesim duvarda yankılandı durdu....ne gelen oldu ne giden...


çünkü  küçük oğlanın bile küçük kızı vardı ve çok uzaklardaydı…
new york bilmemne filarmonisinde  baş bilmemne olmuştu oğlan...
yıllar içinde beni elli kere çağırmış,  business biletler göndermişti..
buradan oraya tren rayı döşendiğinde söz geleceğim demiştim hep....

koca gün demir kafesin içinde uçacak kadar aptallaşmamıştım daha...
onca saat asla duramazdım bir de sigarasız...


pencere açıktı dışarda sesler vardı...çantamı açtım…kalemim yerinde duruyordu… gümüşü zaman içinde kararınca sigara külüyle ovuyordum yıllardır…pırıl pırıl oluyordu yeniden...tam bu anlarda hayat bu ya hayal bu ya  melih beyin sigarasını yakıyordum viyanadan gelen kibritlerle…




nelere şahit olmamıştı ki o gümüş kalem…




bir kağıdı bıçakla efendice kesmek yerine baltayla kesmeye kalkan taş bir kafanın elinden kaçmak için çırpınırken, koridorlar içinde bir kağıda imza atmam gerektiğinde,  yine melih beyin kalemi yetişmişti imdadıma bin yıl önce… 


alın atınızı .ikerim tımarınızı  dilekçemi de yine  melih beyin kalemiyle imzalamıştım bir karış sakalla..


bir kalemin taşıyacağından çok daha fazla yüklenmiştim ona...
bir faninin taşıyacağından çok daha fazla yüklenmişti hayat bana....



açık pencereden  erik dalı kılıklı bir kız sesi girdi  birden içeri; kız oğlana  biliyor musun mutluyum ben çok mutluyum senin yanında diyordu…genç erkek gülüyordu...erkek çocuklarının karşısındaki  kadının aşkını umursamaz tavrıyla gülüyordu...bunu yalnızca bir erkek anlayabilirdi...ve epeyi yaşlansam da ben de bir erkektim ve hala anlayabiliyordum bu  jiletli tavrı...kan kesin akacaktı...birden sen de mi kızım, sen de mi evladım,  yazık olmuş....diye bağırmak istedim  pencereden sarkarak…


yapmadım tabi...
insanlar için de toplumlar için de uyandırılmanın sevimsiz bir tarafı vardı...
hem uyanan hem de uyandıranlar  için...



ne olacaktı ki...
olan olmuştu...
olacak olan da olmuştu da...
vizyona girmeyi bekliyordu...





baktım çantam masadaydı…

ama melih beyin kalemi nerdeydi…

melih beyler nerdeydi…


( murat örem / 01 haziran 2016 / ankara…)

                                       ****

-resim / gülin turan kayalı / murat örem’e hediye 2006-


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder