Üç gün önceydi; uzaklardan gelen bir
telefonla öğrendim ki Şücai ölmüş...
Şu bizim Şücai yani....
Artık adı bile kalmayan 1970’lerdeki
Susurluk
İnebey İlkokulunun 5-A sınıfından, sınıfımızdan , sıramızdan, yanı
başımızdan olan , arkadaşımız kardeşimiz Şücai ölmüş....
Hepimizin
en güzel öğretmeni olan Nursever Öğretmenimizin kara yanık , uzun boylu düz
saçlı öğrencilerinden Şücai ölmüş...
İstediği
zaman bütün derslerde cin gibi olan, özellikle ‘sözlükten kelime bulma
yarışmalarındaki’
başarısıyla hafızalarımıza kazınan güzel insan , can arkadaş Şücai ölmüş...
Benim
arkadaşlarımdan Şücai ölmüş...
Kardeşlerimden Şücai
ölmüş...
Biliyorum , artık hepimiz
ölecek yaşlardayız bizler de...
Biraz
yumuşatarak söylersem ,
hemen ölecek yaşlarda
olmasak da
öldüğümüzde
şaşırılmayacak yaşlardayız...
Anton Çehov’un bir öyküsünde vardır; Yoksul
bir arabacı evladını kaybeder ama o kadar yoksuldur ki üç rubleye muhtaç olduğu için çocuğunu
gömdüğü günün gecesinde bile çalışmak zorundadır...Çarlık Rusyasının
asillerini arabasında taşırken her
müşterisine ‘biliyor musunuz ben de bugün
evladımı gömdüm...” mealinde cümleler kurar ama kimseler dinlemez
kendisini...Umursamaz da....Adam kendi kendine mırıldanarak yaşar acıların en
katmerlisini....
Hayatın böyle bir puşt ,
bencil, ahlaksız yüzü de vardır çünkü...
Bu yüzden demiştir Hasan
Hüseyin ;
“dostum dostum güzel
dostum / bu ne beter bir dengedir bu
yaprak döker bir
yanımız / bir yanımız bahar bahçe ..” diye ...
Üç gün önceydi; uzaklardan
gelen bir telefonla öğrendim ki Şücai ölmüş...
Şu bizim Şücai yani....
Kardeşim
Şücai yani....
Oysa ben size bugün Türk
Şiirinin en gökanlamlı şairinden söz etmek isterdim...
Ölümünün 27. yıldönümünde
Edip Cansever demek isterdim....
Dilerim 13. ayda olsun
sevdiklerinizin ölümü...
Dilerim, çocuklarınızın
süt parasından keserek aldığınız sosyal statü simgesi telefonlarınızın içinden
vakitsiz ölüm haberleri çıkmasın...
Dilerim , bu dünyanın çok
da matah olmadığını anlamak için uzun yıllara daha ihtiyacınız yoktur....
( murat örem / 28 mayıs
2013 / ankara....)
.............................
Edip
Cansever ;
Gökanlam’ın yeryüzü
sözcüsü....
Biliyor musun az az yaşıyorsun içimde
Oysaki seninle güzel olmak var
Örneğin rakı içiyoruz, içimize bir karanfil düşüyor gibi
Bir ağaç işliyor tıkır tıkır yanımızda
Midemdi aklımdı şu kadarcık kalıyor.
Sen o karanfile eğilimlisin, alıp sana veriyorum işte
Sen de bir başkasına veriyorsun daha güzel
O başkası yok mu bir yanındakine veriyor
Derken karanfil elden ele.
Görüyorsun ya bir sevdayı büyütüyoruz seninle
Sana değiniyorum, sana ısınıyorum, bu o değil
Bak nasıl, beyaza keser gibisine yedi renk
Birleşiyoruz sessizce.
Okuduğunuz şiirin adı Yerçekimli
Karanfil ‘ di…
Şairi de İkinci Yeni’nin ve tabi ki Türk şiirinin
zirve isimlerinden Edip Cansever…
Soyadını bir daha okuyun
tane tane ; Cansever....diye...
Sonra da bilmeyenler
bilenlere söylesin tam ismini her ne kadar ilk ismini yaşarken şairin kendisi
bile unutmaya teşne olsa da ; Ömer Edip
Cansever diye...
Edip Cansever 1928 yılında
İstanbul’da dünyaya gelir…. İstanbul Erkek Lisesi’ni bitirdikten sonra
babasının isteğiyle –yoksa zorlamasıyla
mı- İstanbul Yüksek Ticaret Okulu’na
girer.. Ticaretle, parayla sıcak bir ilişki kuramaz bir türlü. Bu okuldan
ayrılmaya karar verir....
Ancak ticaretle ilgisi
48 yaşına kadar sürer Edip Cansever’in.
Babasına ait Kapalıçarşı’daki iş yerinde
çalışmaya başlar. Otuz yıl sürecektir buradaki macerası. Bu serüveni şöyle
anlatır Cansever: “Babamın
Kapalıçarşı’daki dolabında ticarete başlıyorum. O zaman bugünkü gibi dükkanlar sayılıydı, yerden yüksekçe,
minderli, tahta kepenkli dolaplar vardı. Gerçi ticaret de ilgilendirmiyor beni.
Oldum bittim alışveriş yapmayı hiç mi hiç sevmedim, benimsemedim. Ne var ki
başkaca da bir yol da yoktu. On dokuz yaşında evli, yirmisinde çocuklu bir
genç! Hem ev geçindirmek zorunda hem de şiire tutkun!”
1954 yılındaki Kapalıçarşı’daki büyük yangın Edip Cansever’in hayatında ve Türk
şiir tarihinde önemli bir olaya vesile olur. Bu yangından sonra baba Cansever, Mösyö Jak’la
ortak olur ve işlerin idaresini oğlu Edip’e bırakarak kenara çekilir.
Mösyö Jak, ticaretten iyi anlayan ve Cansever’in şiir çalışmalarına saygı duyan
biridir. Edip Cansever 1976 yılına kadar dükkanın asma katında şiir yazar ve
mütemadiyen edebiyatçı konuklarını
ağırlarken, ticarethaneyi sorun yaratmadan Mösyö Jak yönetir. Cansever
yıllar sonra bu durumla ilgili “Dükkanımız yanmasaydı sanırım şiir filan yazamazdım…..
Ve tabi ki ortağım Jak da bu kadar
anlayışlı davranmış olmasaydı” diyecektir.
Edip Cansever şiire ortaokul
sıralarında başlar. İlk şiiri 1944 yılında Falih
Rıfkı Atay yönetiminde yayımlanan İstanbul
dergisinde yayımlanır. İlk kitabı da bundan üç yıl sonra, Cansever henüz 19
yaşındayken yayımlanır: İkindi Üstü…
Kitap Ömer Edip Cansever imzasını taşımaktadır. Cansever daha sona bu kitabı
yok sayacak hatta piyasada bulunan bütün kopyalarını tek tek para vererek satın
alıp imha etmeye karar verecektir.
Bir ağabey kardeş
sohbetinde, kendisinde bulunan bir nüsha için çok yüksek bir miktar önerdiği
şair Hilmi Yavuz, hatırası olduğu gerekçesiyle kitabı Cansever’e satmayı
reddeder ve edebiyat dünyasında gülümseyerek hatırlanan şu zeka ve ironi kokan
sözleri eder: “Ağabey, üzülme. ‘İkindi
Üstü’ Ömer Edip Cansever’in kitabı. Sen
, Edip Cansever’sin.”
Edip Cansever bu kitabı
öylesine yok sayar ki , hayattayken şiirlerinin toplu basımına İkindi Üstü kitabından hiçbir şiir
almaz. Daha sonraki birkaç kitabından da bazı şiirleri eksiltir ve çıkarır.
Fakat geçtiğimiz yıllarda Edip Cansever’in eserlerinin telif haklarını satın
alan bir yayınevi, şairin kitaplarına girmesini istemediği şiirlerini de onun
imzasıyla basmıştır.
Edip Cansever’in ikinci
kitabı Dirlik Düzenlik , ilk
kitabından yedi yıl sonra, 1954
yılında yayımlanır. Bu kitabıyla ve kitapta yer alan unutulmaz şiiriyle ilgili Edip Cansever şöyle der: “1954’te Dirlik Düzenlik adlı şiir kitabım basılıyor. Bugün bakıyorum
da, ‘Masa Da Masaymış Ha’ şiirinden
başkası yazılmasa da olurmuş diyorum. Ayrıca bu şiirden de yaşamım boyunca
kurtulamadım. Antolojilerde aynı şiir, şiirimi uzaktan bilenlerin dilinde aynı
şiir, yabancı dillere şiir mi çeviriyorlar benden, ille masa şiiri de olacak.”
“ Adam yaşama sevinci içinde
Masaya anahtarlarını koydu
Bakır kâseye çiçekleri koydu
Sütünü yumurtasını koydu
Pencereden gelen ışığı koydu
Bisiklet sesini çıkrık sesini
Ekmeğin havanın
yumuşaklığını koydu
Adam masaya
Aklında olup bitenleri koydu
Ne yapmak istiyordu hayatta
İşte onu koydu
Kimi seviyordu kimi
sevmiyordu
Adam masaya onları da koydu
Üç kere üç dokuz ederdi
Adam koydu masaya dokuzu
Pencere yanındaydı gökyüzü
yanında
Uzandı masaya sonsuzu koydu
Bir bira içmek istiyordu kaç
gündür
Masaya biranın dökülüşünü
koydu
Uykusunu koydu uyanıklığını
koydu
Tokluğunu açlığını koydu
Masa da masaymış ha
Bana mısın demedi bu kadar
yüke
Bir iki sallandı durdu
Adam ha babam koyuyordu.....”
1958 yılında yayımlanan Umutsuzlar Parkı, okurun Cansever’in
uzun şiirleriyle tanıştığı kitap olur. Umutsuzlar
Parkı’nda, Edip Cansever’in ileride yazacağı uzun şiirlerin ilk denemeleri
vardır. Uzayıp giden bir yalnızlığı yazar gibi uzatır şiirlerini Edip
Cansever..Dize yapısıyla oynar, düzyazı diline yatkınlığını gösterir, kapalı ve
çok katmanlı semboller, imgeler kullanmaktan geri durmaz. İngiliz şair Eliot’ın etkisiyle dize ve sözcük
tekrarlarına yönelir. Böylece, şiirine ses zenginliği de getirir…Petrol
ve Nerde Antigone kitaplarındaysa bu kez
kısa şiirlerle anlatımı derinleştirir Edip Cansever. Şiirde kişilere yer
vermeye, kendi deyimiyle söylersek “şiiri bölme”ye başlar. Kişilerin
öykülerine yer vererek onları bütünden ayırarak anlatmaya girişir.
Kalabalıklardan,
bankalardan, borsalardan, yüksek binalardan korkan, bunların arasında kendisini
küçücük gören insanı anlatan çarpıcı bir dil yakalar...
Edip Cansever’in her kitabı,
daha önceki şiirlerinden, kitaplarından beslenir. Cansever, şiirini sanki
dümdüz bir çizgi gibi uzatmak yerine
sarmallar şeklinde ilerletmeyi tercih eder... Eski duraklara uğrayıp
oradan alabileceklerini alır, onları yeni renklerle, kelimelerle , dizelerle
çoğaltarak yeniden yeniden boyar ve
yazar. Uzun şiirlerle anlamı geniş bir alana yaymayı, sonra daha kısa şiirlerle
dar alanda yoğunlaşmayı denedikten sonra
1964 yılında Tragedyalar’ı yayımlar
Edip Cansever. Tragedyalar tek ve uzun bir şiirdir. Antik Yunan
tragedyalarının biçim özelliklerinden yararlanan Edip Cansever, insanı trajik bir varlık olarak anlatır.
Yirminci yüzyılda Avrupa felsefesinde önemli bir yeri olan varoluşçuluk akımına felsefe dışından, şiirle destek verir Edip
Cansever. Yerleşik ve dört başı mamur bir felsefe dilinin ve anlayışının oluşmadığı toplumlarda, şiirin felsefe söyleminin eksiklerini tamamladığını
söylemek mümkünse Edip Cansever, bunu başaran çok değerli bir isimdir.
Tragedyalar kitabında insanlığın yeni ve öncekilerden zorlu bir
trajik döneme girdiğini belirtir Edip Cansever. Olan bitenin sanata
yansımasıyla ilgili de şöyle söyler: “Ben
bu trajik süreci, acının daha yeğin bir acıyla, yenilginin daha zorlu bir yenilgiyle,
yer değiştiregeldiği bir insanlık yazgısı olarak düşünemiyorum. Böyle olsaydı
zenginliğinden çok şeyler yitirirdi trgedya. Bana kalırsa o, kendini
küllerinden bir daha bir daha yaratan Phoneix örneği, insanlığın da yeniden
doğuşunu, direncini, yaşama tutkusunu hazırlayan korkulu bir düş alanı olmalı.”
Birçok edebiyatçıya göre
Edip Cansever’in İkinci Yeni’yle olan yol arkadaşlığındaki kopma Tragedyalar kitabıyla olmuştur.
Cansever, diyalog yöntemindeki Tragedyalar’dan
sonra Çağrılmayan Yakup’ta monologlara yönelir. Ortak özellikleri
yalnızlık olan ve toplumun çeşitli kesimlerinden gelen insanları konuşturur
şiirlerinde. Bu şiirler farklı bir
okumayla upuzun bir bütünün parçaları
gibi düşünülebilir ama aynı şiirler tek başlarına da, mutluluklardan uzağa
düşmüş yalnız kişilerin iç dökmeleri , sayıklamaları ve kendince isyanları gibidir . Edip Cansever imzalı bir başka
unutulmaz şiir de Bitti O Sevda ismini
taşır ....
bitti o sevda kesildi
çığlıkları martıların
su gibi bitti, suya karşıt
gibi bitti
itti kıyıyı adına deniz
dediğimiz şey
unuttuk ikimiz de her türlü
yetinmezliği
kaybetti kumarda gözlerim
kaybetti kumarda gözleri.
bir koru rüzgarlandı göğüs
boşluğumuzda sanki
uzaklaştı ağaçlar
birbirlerinden
yakınlaştı ağaçlar
birbirlerine
yani her soluk alıp
verişimizde bizim
bir mekik gibi kalbin
bir mekiği gibi kalbim
işleyip durdu bu yitikliği
yeniden.
ne kaldı
farkında mısın bilmem
gündüzler..
gündüzler biraz azaldı...”
Edip Cansever, “Tek
Sesli Şiirden Çok Sesli Şiire” başlıklı yazısında, şiirde çıktığı yolculuğu
ve varmak isteyip istemediği hiçbir zaman çok
belli olmamış limanı şöyle anlatır; “ Mısra
işlevini yitirdi; şiiri şiir yapan bir birim olarak yürürlükten kalktı. Eski
rahatlığını, o sessiz, kıpırtısız düzenindeki rahatlığını boşuna arıyor şimdi.
Öfkelerin, bunlukların, başkaldırmaların dışında kendini yineliyor daha çok. Ne
denli güçlü olursa görünürse görünsün, duygularımızı, gerilimlerimizi, düşünce
coşkularımızı başlatıcı öğe, bir ölçü olmaktan çoktan çıktı. İnsanı, insanla
gelen en çağdaş sorunları karşılayamaz oldu. Öyleyse şiiri okumalı, şiiri, usla
biriktirmeli artık; mısra ile değil. Diyeceğim, ille de bir ölçü gerekliyse bu,
düşünsel-ussal bir ölçü olmalı. Tek sesli şiirden, çok sesli bir şiire
yönelişteki en kapsamlı ölçü de budur sanırım.”
Edip Cansever, şiirde ele
aldıklarını yeni bir biçimle ortaya koyma gerekliliği duyan bir şair olmuştur.
Dizeden vazgeçişin altında yatan bir neden de budur. Hep denildiği gibi Edip
Cansever’in dili, bir çeşit felsefi dile yatkındır. Soyutlamayı, konularını tek
tek olaylardan, kişilerden çıkartıp onları kavram düzeyine yaymayı bilir ve
severek başarır bunu. Tragedyalar
ve Çağrılmayan Yakup’ta uzun yıllar, yaşanmışlıklar ve şiirler içinde
derleyip biriktirdiklerini , Ben Ruhi Bey Nasılım, Bezik Oynayan
Kadınlar ve Oteller Kenti adlı kitaplarında harmanlar. Diyalogların,
monologların, betimlemelerin, resmetmenin, psikolojik çözümlemelerin iç içe
geçtiği dev bir şiir yaratır . Ben Ruhi Bey Nasılım, tek kişinin tragedyasını,
Bezik Oynayan Kadınlar, kurdukları
dünyadan dışarı çıkmayı bilinçli olarak reddeden insanları anlatır.
Bezik Oynayan Kadınlar, içinde penceresiz bir odayı da barındıran, dört
kişinin ve onların düşlerinin, kırgınlıklarının, mutsuzluklarının yaşadığı bir
evde geçer. Bütün günler birbirinin aynı ve tekdüzedir. Aynı sürahi, aynı
bardaklar, ışığın içkilerde hep aynı şekilde kırılışı, bezik tahtasının bazen
sert bazen yumuşak ama hep aynı düzen içinde yükselen sesi, o sesin aynalarda
çoğalması aynıdır....
Açılmamış
bir şarap şişesiydim
Ki öyle kaldım
Acımı köpürtmedim
İçime sağdım
Gözyaşlarımı göstermedim
Ki sildim
Özgürlüğüm beni tutsak düşürdü
Başaramadım
İçimde kara kara bulutlar sallandı
Ki sallandılar
Dışarı yağamadım
Ve yenildim ve sustum ....
Edip Cansever’in hayattayken
yayımlanan son kitabı Oteller Kenti
adıyladır ve 1985 tarihini taşır. 1960’ların ortalarından itibaren bir siyasi
partiye üye olmakla birlikte, aktif
siyasetle ilgilenmek yerine, toplumsal
hareketleri simgesel şiiriyle
desteklemeyi yeğlemiştir daima Edip
Cansever.
12 Eylül 1980
darbesinin dünyadan kopardığı , her bireyinin ayrı ayrı
içine kapanıp kendini yalnız
hissettiği toplumda, Edip Cansever de
kendisini , hiçbir yere ait olmayan bir otel müşterisi gibi hisseder artık.
Birtakım
adamların kır yolları sandığı / O müthiş yalnızlık / Bir sen vardın. Vardın da
/ Neden iki kişiydim dizeleri, şairin ve toplumun içinde bulunduğu durumu
anlatır....
Edip Cansever 1986 Mayısında
tatil için gittiği Bodrum’da beyin kanaması geçirir. 28 Mayıs 1986 tarihinde,
tedavi için getirildiği İstanbul’da ölür . Dostu Cemal Süreya, Edip Cansever’in
ölümünün ardından şöyle yazar:
“Yeşil ipek gömleğinin yakası / Büyük zamana düşer / Her
şeyin fazlası zararlıdır ya / Fazla şiirden öldü Edip Cansever”
Cemal Süreya bu şiirle
ilgili olarak aktardığı bir anısında mealen şunları söylemiştir; Ben aslında bu şiirin ilk iki dizesi olan Yeşil
ipek gömleğinin yakası / Büyük zamana düşer cümlesini daha önce
yazmıştım. Bir gün Edip aradı ve bu cümleyi çok beğendiğini söyledi. Bu dizeler
ve şiir , sonrasında Edip’ e yazılmış
oldu böylece…
Sevgili okur , "vaktinden
önce anlamanın şaşkınlığı mı / vaktinde anlamanın sevinci mi / ya da biraz geç
kalmanın o gereksiz tedirginliği mi / hangisi / ama belli ki sonundayız her
şeyin” dizeleri Edip Cansever’indir…
"Gökyüzü gibi şu
çocukluk / hiç bir yere gitmiyor" cümlesi yine Edip
Cansever’indir…
“Ben gidince hüzünler
bırakırım” diyen, "ne kalır benden geriye, benden sonrası kalır asıl bu kalır / on yerde adım geçse geçmese dağlardan
tepelerden inen bir düzlüktüm, anlaşılır" diyerek noktayı koyan da Edip Cansever’dir….
Biz de Türk şiirinin ve
İkinci Yeni’nin çok değerli isimlerinden biri olan Edip Cansever’i andığımız
yazıda noktayı koymadan önce unutulmaz
bir Edip Cansever şiiri olan Mendilimde Kan Sesleri ‘nden
bölümler sunmak istiyoruz ;
Her yere yetişilir
Hiçbir şeye geç kalınmaz ama
Çocuğum beni bağışla
Ahmet Abi sen de bağışla
Boynu bükük duruyorsam eğer
İçimden öyle geldiği için değil
Ama hiç değil
Ah güzel Ahmet abim benim
İnsan yaşadığı yere benzer
O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer
Suyunda yüzen balığa
Toprağını iten çiçeğe
Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine
Konyanın beyaz
Antebin kırmızı düzlüğüne benzer
Göğüne benzer ki gözyaşları mavidir
Denize benzer ki dalgalıdır bakışları
Evlerine, sokaklarına, köşebaşlarına
Öylesine benzer ki
Ve avlularına
.........
Ve bir gün birinin adres sormasına benzer
Sorarken sorarken üzünçlü bir görüntüsüne
Camcının cam kesmesine, dülgerin rende tutmasına
Öyle bir cıgara yakımına, birinin gazoz açmasına
Minibüslerine, gecekondularına
Hasretine, yalanına benzer
Anısı işsizliktir
Acısı bilincidir
Bıçağı gözyaşlarıdır kurumakta olan
Gülemiyorsun ya, gülmek
Bir halk gülüyorsa gülmektir
……….
Ve zaman dediğimiz nedir ki Ahmet Abi
Biz eskiden seninle
İstasyonları dolaşırdık bir bir
O zamanlar Malatya kokardı istasyonlar
Nazilli kokardı
Ve yağmurdan ıslandıkça Edirne postası
Kıl gibi ince İstanbul yağmurunun altında
Esmer bir kadın sevmiş gibi olurdun sen
Kadının ütülü patiskalardan bir teni
Upuzun boynu
Kirpikleri
Ve sana Ahmet Abi
uzaktan uzaktan domates peynir keserdi sanki
Sofranı kurardı
Elini bir suya koyar gibi kalbinden akana koyardı
Cezaevlerine düşsen cıgaranı getirirdi
Çocuklar doğururdu
Ve o çocukların dünyayı düzeltecek ellerini işlerdi bir dantel gibi
O çocuklar büyüyecek
O çocuklar büyüyecek
O çocuklar...
Bilmezlikten gelme Ahmet Abi
Umudu dürt
Umutsuzluğu yatıştır
……..
Ah güzel Ahmet Abim benim
Gördün mü bak
Dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar
Ve dağılmış pazar yerlerine memleket
Gelmiyor içimden hüzünlenmek bile
Gelse de
Öyle sürekli değil
Bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün
O kadar çabuk
O kadar kısa
İşte o kadar.
Ahmet Abi, güzelim, bir mendil niye kanar
Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar
Mendilimde kan sesleri.
( murat örem / ankara / 2010-2013)
sevgili alper'in de emeklerini yad ederek....
sevgili alper'in de emeklerini yad ederek....
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder