*"114" ayrı ülkeden günlük ortalama "500" ziyaret !
*her cümle "5846" sayılı yasa korumasında !
*fotolar "ekseriyetle" büyütülebilir !
*sağ alttaki küçük dünya ?

30 Mayıs 2013 Perşembe

boris pasternak ; " herşey değişecek , asıl ve büyük olana doğru..."

“ her şey değişecek her şey  asıl olana doğru, büyük olana...
çocukların uykusunu bölenler bağışlanmayacak asla...
unutulmayacak, unutulur mu hiç şu minik yüzlere işlemiş gam, tasa,
düşman,  saldığı bu dehşeti ödeyecek bir gün mutlaka .
gün gelecek yolu onun da tüyler ürpertici bir öyküden geçecek,
alınacak yüzlerce defa yetimin, sakatın, dulun öcü.
aklına getir bir o bombaları
o astığı astık dönem o cinayetler, o yıkıntılar,
herode'un Bethleem'de yaptığı gibi....
eli kulağında daha iyi bir çağın
değişecek her şey , besbell.....
ama şu sakatlanmış küçükleri
unutabilir mi insan / unutabilir mi?

Bu savaş ve şiddet karşıtı şiir  dilimize Türk edebiyatının  ustası Cemal Süreya tarafından çevrilmiştir yıllar önce...

Dizelerin şairiyse, bugün 30 mayıs 1960’taki ölümünün 53. yıldönümü olan Boris Pasternak’tır...

Boris Pasternak,  tek romanı  Doktor Jivago’yla deyim yerindeyse dünya edebiyatının   deve dişlerinden olmuş Rus şair ve yazardır...

Ölümünden iki yıl önce 1958 yılında Nobel Edebiyat Ödülünü de kazanan Boris Pasternak  sanatçı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir 1890 yılında...

70 yıllık ömründe müzik ve felsefe eğitimi de alan Boris Pasternak aşk ve savaş da dahil  insana dair çok şeyi bağırıp çağırmadan usulca  söylerken tabiatı da anlatmıştır uzun uzun....

Nobel ödülünü 1958 yılında almasına almıştır Boris Pasternak ama ödülü İsveç’e giderek  kabul ederse,  Sovyet vatandaşlığından atılacağı korkusuyla törende bulunamamıştır...

Pasternak’ın unutulmaz romanı Doktor Jivago , ülkesinde de ancak 1985 yılında basılabilecektir eksiksiz ve sansürsüz olarak...

Tıpkı bir zamanlar Nazım Hikmet’in
Yazılarım otuz kırk dilde basılır /  Türkiye'mde Türkçemle yasak”  mısralarında anlattığı durum  misali...


Boris Pasternak imzalı Doktor Jivago  dünya sinema tarihinin  de unutulmazlarındandır... Rusya'da  1917 yılındaki  Ekim Devrimi ve sonrasını anlatan roman adını ana kahraman olan doktor Yuri Jivago'dan alır....

Romanda  siyasi çalkantılar ihtiraslar anlatılırken bir başka temel unsur olarak da  iki farklı kadın arasında kalan doktor Jivago’nun gelgitleri, yaşadıkları dramlar vardır...

Bir de tabi , dünyanın her yerinde her zaman karşımıza çıkan ve birbirinin kuyusunu kazan insanlar, hem acılarını paylaşan hem de bir süre sonra birbirine düşen  kardeşler, hayatlar vardır...

Boris Pasternak romanında ünlü Rus yazarlarının bayrağını taşıyarak derin psikolojik tahliller de yapar...

Bundan tam 53 yıl önce bu dünyadaki konukluğu sona eren Boris Pasternak dünya edebiyatında yaşamaya devam edecek.....

Biz de hatırlatmak istedik ...

( murat örem / 30 mayıs 2013 / ankara...)

 





28 Mayıs 2013 Salı

edip cansever ; gökanlamın büyük şairi fazla şiirden öldüyse....SUSURLUK İNEBEY İLKOKULU'ndan arkadaşım şücai neden öldü ???


          Üç gün önceydi; uzaklardan gelen bir telefonla öğrendim ki Şücai ölmüş...

        

Şu bizim Şücai yani....

        

Artık adı bile kalmayan 1970’lerdeki Susurluk İnebey İlkokulunun 5-A sınıfından, sınıfımızdan , sıramızdan, yanı başımızdan olan , arkadaşımız kardeşimiz Şücai ölmüş....



         Hepimizin en güzel öğretmeni olan Nursever Öğretmenimizin kara yanık , uzun boylu düz saçlı öğrencilerinden Şücai ölmüş...



         İstediği zaman bütün derslerde cin gibi olan, özellikle ‘sözlükten kelime bulma yarışmalarındaki’   başarısıyla hafızalarımıza kazınan güzel insan , can arkadaş Şücai ölmüş...



         Benim arkadaşlarımdan Şücai ölmüş...

        

Kardeşlerimden Şücai ölmüş...

        

Biliyorum , artık hepimiz ölecek yaşlardayız bizler de...

         Biraz yumuşatarak söylersem ,

hemen ölecek yaşlarda olmasak da

öldüğümüzde şaşırılmayacak yaşlardayız...



         Anton Çehov’un bir öyküsünde vardır; Yoksul bir arabacı evladını kaybeder ama o kadar yoksuldur ki  üç rubleye muhtaç olduğu için çocuğunu gömdüğü günün gecesinde bile çalışmak zorundadır...Çarlık Rusyasının asillerini  arabasında taşırken her müşterisine ‘biliyor musunuz ben de bugün evladımı gömdüm...” mealinde cümleler kurar ama kimseler dinlemez kendisini...Umursamaz da....Adam kendi kendine mırıldanarak yaşar acıların en katmerlisini....



Hayatın böyle bir puşt , bencil, ahlaksız yüzü de vardır çünkü...



Bu yüzden demiştir Hasan Hüseyin ;



“dostum dostum güzel dostum / bu ne beter bir dengedir bu

yaprak döker bir yanımız / bir yanımız bahar bahçe ..”    diye ...



Üç gün önceydi; uzaklardan gelen bir telefonla öğrendim ki Şücai ölmüş...

        

Şu bizim Şücai yani....

         Kardeşim Şücai yani....

        

Oysa ben size bugün Türk Şiirinin en gökanlamlı şairinden söz etmek isterdim...



Ölümünün 27. yıldönümünde Edip Cansever demek isterdim....





Dilerim 13. ayda olsun sevdiklerinizin ölümü...

Dilerim, çocuklarınızın süt parasından keserek aldığınız sosyal statü simgesi telefonlarınızın içinden vakitsiz ölüm haberleri çıkmasın...

Dilerim , bu dünyanın çok da matah olmadığını anlamak için uzun yıllara daha ihtiyacınız yoktur....



( murat örem / 28 mayıs 2013 / ankara....)

                            .............................


         Edip Cansever ;

Gökanlam’ın yeryüzü sözcüsü....



Biliyor musun az az yaşıyorsun içimde

Oysaki seninle güzel olmak var

Örneğin rakı içiyoruz, içimize bir karanfil düşüyor gibi

Bir ağaç işliyor tıkır tıkır yanımızda

Midemdi aklımdı şu kadarcık kalıyor.



Sen o karanfile eğilimlisin, alıp sana veriyorum işte

Sen de bir başkasına veriyorsun daha güzel

O başkası yok mu bir yanındakine veriyor

Derken karanfil elden ele.



Görüyorsun ya bir sevdayı büyütüyoruz seninle

Sana değiniyorum, sana ısınıyorum, bu o değil

Bak nasıl, beyaza keser gibisine yedi renk

Birleşiyoruz sessizce. 



Okuduğunuz şiirin adı Yerçekimli Karanfil ‘ di…

Şairi de  İkinci Yeni’nin ve tabi ki Türk şiirinin zirve isimlerinden Edip Cansever…

Soyadını bir daha okuyun tane tane ; Cansever....diye...

Sonra da bilmeyenler bilenlere söylesin tam ismini her ne kadar ilk ismini yaşarken şairin kendisi bile unutmaya teşne olsa da ; Ömer Edip Cansever diye...



Edip Cansever 1928 yılında İstanbul’da dünyaya gelir…. İstanbul Erkek Lisesi’ni bitirdikten sonra babasının isteğiyle –yoksa zorlamasıyla mı-  İstanbul Yüksek Ticaret Okulu’na girer.. Ticaretle, parayla sıcak bir ilişki kuramaz bir türlü. Bu okuldan ayrılmaya karar verir....



Ancak ticaretle ilgisi 48  yaşına kadar sürer Edip Cansever’in. Babasına ait  Kapalıçarşı’daki iş yerinde çalışmaya başlar. Otuz yıl sürecektir buradaki macerası. Bu serüveni şöyle anlatır Cansever: “Babamın Kapalıçarşı’daki dolabında ticarete başlıyorum. O zaman bugünkü gibi  dükkanlar sayılıydı, yerden yüksekçe, minderli, tahta kepenkli dolaplar vardı. Gerçi ticaret de ilgilendirmiyor beni. Oldum bittim alışveriş yapmayı hiç mi hiç sevmedim, benimsemedim. Ne var ki başkaca da bir yol da yoktu. On dokuz yaşında evli, yirmisinde çocuklu bir genç! Hem ev geçindirmek zorunda hem de şiire tutkun!



1954 yılındaki  Kapalıçarşı’daki büyük  yangın Edip Cansever’in hayatında ve Türk şiir tarihinde önemli bir olaya vesile olur. Bu yangından sonra baba Cansever,  Mösyö Jak’la  ortak olur ve işlerin idaresini oğlu Edip’e bırakarak kenara çekilir. Mösyö Jak, ticaretten iyi anlayan ve Cansever’in şiir çalışmalarına saygı duyan biridir. Edip Cansever 1976 yılına kadar dükkanın asma katında şiir yazar ve mütemadiyen edebiyatçı konuklarını  ağırlarken, ticarethaneyi sorun yaratmadan Mösyö Jak yönetir. Cansever yıllar sonra bu durumla ilgili “Dükkanımız  yanmasaydı sanırım şiir filan yazamazdım….. Ve tabi ki ortağım  Jak  da bu kadar  anlayışlı davranmış olmasaydı” diyecektir.



Edip Cansever şiire ortaokul sıralarında başlar. İlk şiiri 1944 yılında Falih Rıfkı Atay yönetiminde yayımlanan İstanbul dergisinde yayımlanır. İlk kitabı da bundan üç yıl sonra, Cansever henüz 19 yaşındayken yayımlanır: İkindi Üstü… Kitap Ömer Edip Cansever imzasını taşımaktadır. Cansever daha sona bu kitabı yok sayacak hatta piyasada bulunan bütün kopyalarını tek tek para vererek satın alıp imha  etmeye karar verecektir.



Bir ağabey kardeş sohbetinde, kendisinde bulunan bir nüsha için çok yüksek bir miktar önerdiği şair Hilmi Yavuz, hatırası olduğu gerekçesiyle kitabı Cansever’e satmayı reddeder ve edebiyat dünyasında gülümseyerek hatırlanan şu zeka ve ironi kokan sözleri eder: “Ağabey, üzülme. ‘İkindi Üstü’  Ömer Edip Cansever’in kitabı. Sen ,  Edip Cansever’sin.



Edip Cansever bu kitabı öylesine yok sayar ki , hayattayken şiirlerinin toplu basımına İkindi Üstü kitabından hiçbir şiir almaz. Daha sonraki birkaç kitabından da bazı şiirleri eksiltir ve çıkarır. Fakat geçtiğimiz yıllarda Edip Cansever’in eserlerinin telif haklarını satın alan bir yayınevi, şairin kitaplarına girmesini istemediği şiirlerini de onun imzasıyla basmıştır.



Edip Cansever’in ikinci kitabı Dirlik Düzenlik , ilk kitabından  yedi yıl sonra, 1954 yılında  yayımlanır. Bu kitabıyla  ve kitapta yer alan unutulmaz şiiriyle ilgili  Edip Cansever şöyle der: “1954’te Dirlik Düzenlik adlı şiir kitabım basılıyor. Bugün bakıyorum da, ‘Masa Da Masaymış Ha’ şiirinden başkası yazılmasa da olurmuş diyorum. Ayrıca bu şiirden de yaşamım boyunca kurtulamadım. Antolojilerde aynı şiir, şiirimi uzaktan bilenlerin dilinde aynı şiir, yabancı dillere şiir mi çeviriyorlar benden, ille masa şiiri de olacak.



“ Adam yaşama sevinci içinde

Masaya anahtarlarını koydu

Bakır kâseye çiçekleri koydu

Sütünü yumurtasını koydu

Pencereden gelen ışığı koydu

Bisiklet sesini çıkrık sesini

Ekmeğin havanın yumuşaklığını koydu

Adam masaya

Aklında olup bitenleri koydu

Ne yapmak istiyordu hayatta

İşte onu koydu

Kimi seviyordu kimi sevmiyordu

Adam masaya onları da koydu

Üç kere üç dokuz ederdi

Adam koydu masaya dokuzu

Pencere yanındaydı gökyüzü yanında

Uzandı masaya sonsuzu koydu

Bir bira içmek istiyordu kaç gündür

Masaya biranın dökülüşünü koydu

Uykusunu koydu uyanıklığını koydu

Tokluğunu açlığını koydu



Masa da masaymış ha

Bana mısın demedi bu kadar yüke

Bir iki sallandı durdu

Adam ha babam koyuyordu.....”





1958 yılında yayımlanan Umutsuzlar Parkı, okurun Cansever’in uzun şiirleriyle  tanıştığı kitap olur. Umutsuzlar Parkı’nda, Edip Cansever’in ileride yazacağı uzun şiirlerin ilk denemeleri vardır. Uzayıp giden bir yalnızlığı yazar gibi uzatır şiirlerini Edip Cansever..Dize yapısıyla oynar, düzyazı diline yatkınlığını gösterir, kapalı ve çok katmanlı semboller, imgeler kullanmaktan geri durmaz. İngiliz şair  Eliot’ın etkisiyle dize ve sözcük tekrarlarına yönelir. Böylece, şiirine ses zenginliği de getirir…Petrol ve Nerde Antigone kitaplarındaysa bu kez  kısa şiirlerle anlatımı derinleştirir Edip Cansever. Şiirde kişilere yer vermeye, kendi deyimiyle söylersek “şiiri bölme”ye başlar. Kişilerin öykülerine yer vererek onları bütünden ayırarak anlatmaya girişir.



Kalabalıklardan, bankalardan, borsalardan, yüksek binalardan korkan, bunların arasında kendisini küçücük gören insanı anlatan çarpıcı bir dil yakalar...



Edip Cansever’in her kitabı, daha önceki şiirlerinden, kitaplarından beslenir. Cansever, şiirini sanki dümdüz bir çizgi gibi uzatmak yerine  sarmallar şeklinde ilerletmeyi tercih eder... Eski duraklara uğrayıp oradan alabileceklerini alır, onları yeni renklerle, kelimelerle , dizelerle çoğaltarak yeniden yeniden  boyar ve yazar. Uzun şiirlerle anlamı geniş bir alana yaymayı, sonra daha kısa şiirlerle dar alanda yoğunlaşmayı  denedikten sonra 1964 yılında Tragedyalar’ı yayımlar Edip Cansever. Tragedyalar tek ve uzun bir şiirdir. Antik Yunan tragedyalarının biçim özelliklerinden yararlanan Edip Cansever,  insanı trajik bir varlık olarak anlatır. Yirminci yüzyılda Avrupa felsefesinde önemli bir yeri olan varoluşçuluk akımına felsefe dışından, şiirle destek verir Edip Cansever. Yerleşik ve dört başı mamur bir felsefe dilinin ve anlayışının  oluşmadığı toplumlarda, şiirin  felsefe söyleminin eksiklerini tamamladığını söylemek mümkünse Edip Cansever, bunu başaran çok değerli bir isimdir.



Tragedyalar kitabında  insanlığın yeni ve öncekilerden zorlu bir trajik döneme girdiğini belirtir Edip Cansever. Olan bitenin sanata yansımasıyla ilgili de şöyle söyler: “Ben bu trajik süreci, acının daha yeğin bir acıyla, yenilginin daha zorlu bir yenilgiyle, yer değiştiregeldiği bir insanlık yazgısı olarak düşünemiyorum. Böyle olsaydı zenginliğinden çok şeyler yitirirdi trgedya. Bana kalırsa o, kendini küllerinden bir daha bir daha yaratan Phoneix örneği, insanlığın da yeniden doğuşunu, direncini, yaşama tutkusunu hazırlayan korkulu bir düş alanı olmalı.



Birçok edebiyatçıya göre Edip Cansever’in İkinci Yeni’yle olan yol arkadaşlığındaki kopma Tragedyalar kitabıyla olmuştur. Cansever, diyalog yöntemindeki  Tragedyalar’dan sonra Çağrılmayan Yakup’ta monologlara yönelir. Ortak özellikleri yalnızlık olan ve toplumun çeşitli kesimlerinden gelen insanları konuşturur şiirlerinde. Bu şiirler  farklı bir okumayla upuzun bir  bütünün parçaları gibi düşünülebilir ama aynı şiirler tek başlarına da, mutluluklardan uzağa düşmüş yalnız kişilerin iç dökmeleri , sayıklamaları ve kendince isyanları  gibidir . Edip Cansever imzalı bir başka unutulmaz şiir de Bitti O Sevda   ismini taşır ....



bitti o sevda kesildi çığlıkları martıların

su gibi bitti, suya karşıt gibi bitti

itti kıyıyı adına deniz dediğimiz şey

unuttuk ikimiz de her türlü yetinmezliği

kaybetti kumarda gözlerim

kaybetti kumarda gözleri.



bir koru rüzgarlandı göğüs boşluğumuzda sanki

uzaklaştı ağaçlar birbirlerinden

yakınlaştı ağaçlar birbirlerine

yani her soluk alıp verişimizde bizim

bir mekik gibi kalbin

bir mekiği gibi kalbim

işleyip durdu bu yitikliği yeniden.



ne kaldı

farkında mısın bilmem

gündüzler..

gündüzler biraz azaldı...”



Edip Cansever,  “Tek Sesli Şiirden Çok Sesli Şiire” başlıklı yazısında, şiirde çıktığı yolculuğu ve varmak isteyip istemediği hiçbir zaman çok  belli olmamış limanı şöyle anlatır; “  Mısra işlevini yitirdi; şiiri şiir yapan bir birim olarak yürürlükten kalktı. Eski rahatlığını, o sessiz, kıpırtısız düzenindeki rahatlığını boşuna arıyor şimdi. Öfkelerin, bunlukların, başkaldırmaların dışında kendini yineliyor daha çok. Ne denli güçlü olursa görünürse görünsün, duygularımızı, gerilimlerimizi, düşünce coşkularımızı başlatıcı öğe, bir ölçü olmaktan çoktan çıktı. İnsanı, insanla gelen en çağdaş sorunları karşılayamaz oldu. Öyleyse şiiri okumalı, şiiri, usla biriktirmeli artık; mısra ile değil. Diyeceğim, ille de bir ölçü gerekliyse bu, düşünsel-ussal bir ölçü olmalı. Tek sesli şiirden, çok sesli bir  şiire yönelişteki en kapsamlı ölçü de budur sanırım.



Edip Cansever, şiirde ele aldıklarını yeni bir biçimle ortaya koyma gerekliliği duyan bir şair olmuştur. Dizeden vazgeçişin altında yatan bir neden de budur. Hep denildiği gibi Edip Cansever’in dili, bir çeşit felsefi dile yatkındır. Soyutlamayı, konularını tek tek olaylardan, kişilerden çıkartıp onları kavram düzeyine yaymayı bilir ve severek başarır bunu. Tragedyalar ve Çağrılmayan Yakup’ta uzun yıllar, yaşanmışlıklar ve şiirler içinde derleyip biriktirdiklerini , Ben Ruhi Bey Nasılım, Bezik Oynayan Kadınlar ve Oteller Kenti adlı kitaplarında harmanlar. Diyalogların, monologların, betimlemelerin, resmetmenin, psikolojik çözümlemelerin iç içe geçtiği dev bir şiir yaratır . Ben Ruhi Bey Nasılım, tek kişinin tragedyasını, Bezik Oynayan Kadınlar, kurdukları  dünyadan dışarı çıkmayı bilinçli olarak reddeden insanları anlatır.



Bezik Oynayan Kadınlar, içinde penceresiz bir odayı da barındıran, dört kişinin ve onların düşlerinin, kırgınlıklarının, mutsuzluklarının yaşadığı bir evde geçer. Bütün günler birbirinin aynı ve tekdüzedir. Aynı sürahi, aynı bardaklar, ışığın içkilerde hep aynı şekilde kırılışı, bezik tahtasının bazen sert bazen yumuşak ama hep aynı düzen içinde yükselen sesi, o sesin aynalarda çoğalması aynıdır....

 Açılmamış bir şarap şişesiydim

Ki öyle kaldım

Acımı köpürtmedim

İçime sağdım

Gözyaşlarımı göstermedim

Ki sildim

Özgürlüğüm beni tutsak düşürdü

Başaramadım

İçimde kara kara bulutlar sallandı

Ki sallandılar

Dışarı yağamadım

Ve yenildim ve sustum ....



Edip Cansever’in hayattayken yayımlanan son kitabı Oteller Kenti adıyladır ve 1985 tarihini taşır. 1960’ların ortalarından itibaren bir siyasi partiye üye olmakla birlikte,  aktif siyasetle ilgilenmek  yerine, toplumsal hareketleri simgesel  şiiriyle desteklemeyi yeğlemiştir daima Edip  Cansever.



12 Eylül 1980  darbesinin dünyadan kopardığı , her bireyinin  ayrı ayrı  içine kapanıp  kendini yalnız hissettiği  toplumda, Edip Cansever de kendisini , hiçbir yere ait olmayan bir otel müşterisi gibi hisseder artık.



Birtakım adamların kır yolları sandığı / O müthiş yalnızlık / Bir sen vardın. Vardın da / Neden iki kişiydim dizeleri, şairin ve toplumun içinde bulunduğu durumu anlatır....



Edip Cansever 1986 Mayısında tatil için gittiği Bodrum’da beyin kanaması geçirir. 28 Mayıs 1986 tarihinde, tedavi için getirildiği İstanbul’da ölür . Dostu Cemal Süreya, Edip Cansever’in ölümünün ardından şöyle yazar:



Yeşil ipek gömleğinin yakası / Büyük zamana düşer / Her şeyin fazlası zararlıdır ya / Fazla şiirden öldü Edip Cansever



Cemal Süreya bu şiirle ilgili olarak aktardığı bir anısında mealen şunları söylemiştir; Ben aslında bu şiirin ilk iki dizesi olan Yeşil ipek gömleğinin yakası / Büyük zamana düşer cümlesini daha önce yazmıştım. Bir gün Edip aradı ve bu cümleyi çok beğendiğini söyledi. Bu dizeler ve şiir , sonrasında  Edip’ e yazılmış oldu böylece…



Sevgili okur , "vaktinden önce anlamanın şaşkınlığı mı / vaktinde anlamanın sevinci mi / ya da biraz geç kalmanın o gereksiz tedirginliği mi / hangisi / ama belli ki sonundayız her şeyin”    dizeleri Edip Cansever’indir…



"Gökyüzü gibi şu çocukluk / hiç bir yere gitmiyor" cümlesi yine Edip  Cansever’indir



“Ben gidince hüzünler bırakırım” diyen, "ne kalır benden geriye, benden sonrası kalır asıl bu kalır /  on yerde adım geçse geçmese dağlardan tepelerden inen bir düzlüktüm, anlaşılır"    diyerek noktayı koyan da Edip Cansever’dir….



Biz de Türk şiirinin ve İkinci Yeni’nin çok değerli isimlerinden biri olan Edip Cansever’i andığımız yazıda  noktayı koymadan önce unutulmaz bir Edip Cansever şiiri olan Mendilimde Kan Sesleri ‘nden bölümler  sunmak istiyoruz  ;

 
Her yere yetişilir  
Hiçbir şeye geç kalınmaz ama  
Çocuğum beni bağışla  
Ahmet Abi sen de bağışla  
Boynu bükük duruyorsam eğer  
İçimden öyle geldiği için değil  
Ama hiç değil  
Ah güzel Ahmet abim benim  
İnsan yaşadığı yere benzer  
O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer  
Suyunda yüzen balığa  
Toprağını iten çiçeğe  
Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine  
Konyanın beyaz  
Antebin kırmızı düzlüğüne benzer  
Göğüne benzer ki gözyaşları mavidir  
Denize benzer ki dalgalıdır bakışları  
Evlerine, sokaklarına, köşebaşlarına  
Öylesine benzer ki  
Ve avlularına  
.........  
Ve bir gün birinin adres sormasına benzer  
Sorarken sorarken üzünçlü bir görüntüsüne  
Camcının cam kesmesine, dülgerin rende tutmasına  
Öyle bir cıgara yakımına, birinin gazoz açmasına  
Minibüslerine, gecekondularına  
Hasretine, yalanına benzer
Anısı işsizliktir
Acısı bilincidir
Bıçağı gözyaşlarıdır kurumakta olan
Gülemiyorsun ya, gülmek
Bir halk gülüyorsa gülmektir
……….
Ve zaman dediğimiz nedir ki Ahmet Abi
Biz eskiden seninle
İstasyonları dolaşırdık bir bir
O zamanlar Malatya kokardı istasyonlar
Nazilli kokardı
Ve yağmurdan ıslandıkça Edirne postası
Kıl gibi ince İstanbul yağmurunun altında
Esmer bir kadın sevmiş gibi olurdun sen
Kadının ütülü patiskalardan bir teni
Upuzun boynu
Kirpikleri
Ve sana Ahmet Abi
uzaktan uzaktan domates peynir keserdi sanki
Sofranı kurardı
Elini bir suya koyar gibi kalbinden akana koyardı
Cezaevlerine düşsen cıgaranı getirirdi
Çocuklar doğururdu
Ve o çocukların dünyayı düzeltecek ellerini işlerdi bir dantel gibi
O çocuklar büyüyecek
O çocuklar büyüyecek
O çocuklar...
Bilmezlikten gelme Ahmet Abi
Umudu dürt
Umutsuzluğu yatıştır
……..
Ah güzel Ahmet Abim benim
Gördün mü bak
Dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar
Ve dağılmış pazar yerlerine memleket
Gelmiyor içimden hüzünlenmek bile
Gelse de
Öyle sürekli değil
Bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün
O kadar çabuk
O kadar kısa
İşte o kadar.
Ahmet Abi, güzelim, bir mendil niye kanar
Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar
Mendilimde kan sesleri.
                 

( murat örem / ankara / 2010-2013) 
sevgili alper'in de emeklerini yad ederek....