*"114" ayrı ülkeden günlük ortalama "500" ziyaret !
*her cümle "5846" sayılı yasa korumasında !
*fotolar "ekseriyetle" büyütülebilir !
*sağ alttaki küçük dünya ?

4 Ocak 2013 Cuma

Bitmeyen Yolun Nihavend Yolculuğu ; Çocukluk...







Unutulmaz şiirinde büyük bir iyimserlikle “Yaş otuz beş yolun yarısı eder” dese de  yalnızca kırk altı yaşındayken  bu dünyadaki konukluğu sona eren Cahit Sıtkı Tarancı,  çocukluğu da şu dizelerle anlatır ;

“Affan Dede'ye para saydım
sattı bana çocukluğumu
artık ne adım var ne yaşım
bilmiyorum kim olduğumu
hiçbir şey sorulmasın benden
haberim yok olan bitenden...”

Büyüdükçe hepimiz için Kaf Dağı’nın ardı kadar ulaşılmaz olan çocukluk günleri hangimizin zihninde, yüreğinde, gönlünde dikenler ve güller açtırmamıştır ki yaşarken ?

Hangimizin, hiç ummadığı bir anda karşılaştığı küçük  mutluluklarla ayakları yerden kesilmedi, beklenmedik bir tepkinin ardından dünyası kararmadı çocukluk günlerinde ?  “ Büyüyelim, hemen büyüyelim...”  diye diye gün sayarken,   büyüdük  koca adamlar, kadınlar, anneler, babalar, dayılar, amcalar, teyzeler, halalar olduk...

Büyüdük...
İyi mi oldu kötü mü oldu, kararını herkes kendi verebilir.

Çocukluk, varlık ve yokluktan en fazla etkilenilen dönemidir insanlığın. Mesela, babanızın tuttuğu takım galip gelmişse, işi gücü orta karar yolunda gidiyorsa, anneniz günlük telaşının hakkından iyi kötü gelebiliyorsa sizin de çocukluğunuz en azından büyük sıkıntılar, hüzünler ve acılarla geçmeyebilir. Evin içinde aylak aylak dolanmanız göze batmayabilir, isteklerinizin bir kısmı mırın kırın edilmeden karşılanabilir.

Ancak, hayatın yükü yormuşsa etrafınızdaki büyükleri sizin de payınıza farklı zorluklar düşebilir çocuk yaşınızda. Aziz Üstel bir yazısında çocukluğa dair şunları söylemişti: 

“ Bugün ellisini devirmiş herkesin çocukluğu üç aşağı beş yukarı birbirine benzer. Ben tabii erkek çocuklarından söz ediyorum. Her bir yanı “yassahlarla” çevrili bir dünyadan söz ediyorum. Korkularla dolu bir dünyadan.

Bundan yıllar önce, aktör Şener Şen’in evinde oturmuş sohbet ederken, gözlerini gözlerime dikip: “Yahu Aziz, biliyor musun benim çocukluğum halı desenleri ezberlemekle geçti” demişti. “Ne demek bu?” “Bizimkiler beni bi yere misafirliğe götürdüler mi, ‘Başını yerden kaldırma... Önüne bak... Kimsenin yüzüne bakma...’ diye tembihlerlerdi, sıkı sıkıya! Ben de o yüzden gözlerimi yere çiviler, halılara bakardım. Çok iyi bilirim, hangi halı Yağcıbedir, hangisi Milas, hangisi Kayseri” demişti.

Benim anamla babam da beni, kırk yılda bir de olsa, birinin evine yemeğe giderlerken kollarına takarlardı, sepet gibi! O da davet sahibi, “Yahu Aziz’i görmeyeli yıl oldu... Getirsenize çocuğu da” dediği için, yoksa kendi istediklerinden değil ha! Neyse, daha evden çıkarken, annem emir yağdırmaya başlardı: “ Sakın açım deme... Sana ‘biraz daha almaz mısın?’ diye sorarlarsa, ‘hayır efendim, doydum!’ diyeceksin. Sana soru sorulmadan kimseyle konuşmayacaksın. Lafa sakın ama sakın karışmayacaksın...” Yahu yemeğe gidiyoruz! Evin sahibi “Aç mısın oğlum?” derse, karnım zil çalarken “Tokum!” mu diyeceğim? Yani insan ne diyeceğini şaşırıyor birader! Babama gelince, o da, sırf konuşmuş olmak için atılırdı: “Öyle karı gibi gülmek de yok ha!”

 Şimdi bu emirleri alt alta yazın; şöyle bi göz atın!  Eğer siz de çocuklarınızı bi yere götürürken böyle saçma sapan yasaklar koyuyor, onları misafirliğe değil de cezaevine götürüyormuşcasına yanınızda sürüklüyorsanız, analık babalık sınavından çaktınız ki, sıfır almacasına.

Bırakın çocuklarınız çocukluklarını yaşasın! Zaten çocukluk dediğin kaç yıl sürer ki? Daha ne olduğunu anlamadan sorumluluk üstüne sorumluluk biner sırtına, çocukluk da uçar gider pencereden!

Ey anneler babalar hepimiz çocuk olduk ve çocukluk günlerimiz pencereden uçtu gitti...

Şairin dediği gibi, yıldızlar kadar uzak o günler, hepimize.

Geriye yaşananlar kaldı.
Yaşanmışsa, yaşanabilmişse soğuk kış gecelerinde anneanneler, babaanneler, dedelerle geçirilen huzurlu akşamlar kaldı. Belki yorgun argın eve gelen babanın asık yüzünün arkasına gizlenen korkular kaldı. Keyifli bir akşamda evladım diyen sesi kaldı...Annelerimizin bulaşık ve çamaşırdan pürüzlenmiş elleriyle saçımızı okşarken çıkan ve tınısı hiçbir şeye benzemeyen sesin gölgesi kaldı.

Acılar, sevinçler, büyük mutluluklar, korkular, tembihler, “Eve gidince görüşürüz/hesaplaşırız” bakışları kaldı....

Edip Cansever’in “ gökyüzü gibi şu çocukluk / hiçbir yere gitmiyor “ dizeleri kaldı....

Ey anneler babalar, ey anne baba olan bizler  , hepimiz çocuk olduk  ve çağ artık başka bir çağ...Çocuklar bizim çocukluk günlerimiz kadar sessiz, silik, avare değil...Girecekleri binlerce imtihanları , uzun upuzun yolları var...

Zor günleri , yılları  var...Bir de biz, daha da  zorlaştırmayalım bu günleri dersek siz ne dersiniz ?

( murat örem /  ocak 2012
 fotoğraf / umur örsan örem / arda erhan örem / gönen / 2009 )

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder