*"114" ayrı ülkeden günlük ortalama "500" ziyaret !
*her cümle "5846" sayılı yasa korumasında !
*fotolar "ekseriyetle" büyütülebilir !
*sağ alttaki küçük dünya ?

28 Ocak 2013 Pazartesi

önemli olan demiri tavında dövebilmektir...önemli olan kınayı düğüne vaktinde yetiştirebilmektir...



Öğrenciler için kısa ya da uzun olsun her tatil soluk alma  zamanıdır... Ayrılmış ya da evli olsalar da anne baba olmanın çok keyifli ama bir o kadar zor yanlarından biri de çocukların okul dönemiyle başlar çünkü...

Hele bir de derslere olan ilgileri,  inişli çıkışlı ve  biraz da vurdumduymaz bir yol izlemeye başlamışsa evlatların ergenlik dönemleriyle birlikte...Birazcık çaba ve sorumluluk duygusuyla, rahatlıkla hakkından gelinecek derslerde peş peşe alınan düşük notlar da, işin üzerine tuz biber eker deyim yerindeyse...

Oysa çocuklarımız da bilmelidirler ki,  gelecekteki başarıları  yalnızca kendilerinin olacak,  anne babalarının değil. Çünkü istisnaları saymazsak  hiçbir anne baba evlatlarının başarıları ve kazandıkları para üzerinden kendi geleceğinin hayalini kurmaz...

Bunu evlatlar da anlar zamanla  ama genellikle  Bad’el harab ül Basra olur, iş işten ya geçer ya da toparlaması deveye hendek atlatmaktan zor bir hal alır....

Önemli olan,  demiri tavında dövmektir....
Önemli olan kınayı düğüne vaktinde yetiştirebilmektir...

Anne babalar için,  eğitim hayatındaki sorumluluklarını iyi kötü bilen, çaba harcayan ve harcadığı çabanın sonucunda da mutlu ve başarılı olan çocuklara sahip olmanın hazzı,  kelimelerle ifade edilemez...

Tabi ki hepimiz okul sıralarından geçtik...
İçimizde birinci olanlar da vardı ama  eski bir deyimle beşten şaşma altıyı  aşma  tekerlemesini kendine rehber edinenlerimiz çoğunluktaydı...
Bazı anne babalar çocuklarının üzerinden kendi geçmişlerini temize çekmek istese de büyüklerin çocuklarının eğitimiyle ilgili kaygıları genellikle haklı nedenlere dayanır...

Elbette şu hayatta her zaman her öğrencinin en yüksek notları alması gerekmez. Biz anne babalar, büyükler de çoğunlukla böyle bir saplantının içinde olmayız.

Buraya kadar değindiklerimiz madalyonun bir yüzü ancak bir çok olayda olduğu gibi bu alanda da madalyonun ters  yüzünden yansıyan gerçekler  de var....    

Eğitim ve öğretim kavramları değişen dünyada  her gelen günle yeniden tanımlanıyor. Bundan yalnızca 10 yıl önceye kadar bile öğreten ve öğrenen arasındaki ilişki çok daha belirgin ve hiyerarşikken bu sınırların geçirgenliği ve değişkenliği tahmin edilemeyecek kadar artmış durumda...

Eski dönemlerin,  öğreten ve öğrenen kişileri arasındaki sınır  inceldikçe  bilgiye dayalı  geleneksel otoritenin kurulması da güçleşiyor artık...

Meselenin bam teli de tam burası...

Bu gerçeği, öğretmenlerin dışında bizler de  anne baba olarak yaşıyoruz. Eskiden, öğrenme dediğimiz olgunun en büyük unsuru tecrübe etmek, deneyim kazanmaktı... Tecrübe de daha çok  yaşlanmakla kendiliğinden  kazanılan pratik olduğu için anne babalar bildiklerini çocuklarına anlatırken kendiliğinden  otorite kurabiliyor  bu durum çocuğun anne babaya duyduğu saygıyı  ve çekinme duygusunu da artırıyordu...

Fakat yeni durum çok farklı, çok çok farklı...

Teknoloji hayatımızın her alanına girdikçe herhangi bir teknolojik aleti doğduğu günden itibaren gören ve kullanan çocuklarımızın karşısında bizler öğreten  değil öğrenen insanlar oluyoruz artık  gün gün...Sırf bu nedenlerden dolayı bile,  eski günlerdeki klasik manadaki  otoriteyi  kurmak pek de mümkün değil biz büyükler ve anne babalar için....

Mesela, ayarları bozulan telefon veya bilgisayarınızı kendiniz mi düzeltiyor, yüzlerce televizyon kanalını sizler mi ayarlıyorsunuz büyükler olarak yoksa işin içinden çıkamayarak her fırsatta evladım yetiş  diye yardım mı istiyorsunuz bugün...

Hal böyle olunca da ortaya yeni ve hepimizin acemisi olduğu bir başka gerçeklik çıkıyor. Öğrenen  ve  öğrenmeye daha çok ihtiyaç duyan  grup  anne babalar,  öğretmenler , büyükler olurken öğreten ve bilgilerine ihtiyaç duyulanlar da çocuklarımız oluyor...

Böyle bir dünyada da eskinin öğreten öğrenen ilişkisi değişirken hepimizi yeni adımlar, yeni imtihanlar ve yeni bilinmezler bekliyor.

Yeni çağ anne babalarımızın, öğretmenlerimizin bizi yetiştirdikleri çağ değil çünkü. Artık bilginin dayandığı en büyük güç yaşlanmak ve tecrübe etmek de değil. Bu durumda çocuklarımızla aramızdaki duvarları kaldırmak da, yeni bir ilişki gerçeğine yürümek de önce bu gerçeği görmekten ve kabullenmekten geçiyor.

Evet biz büyüklerin hala öğretecek çok şeyi var küçüklere ama eskisinden farklı olarak onların da bize öğretecek şeyleri günden güne artıyor.

         Yeni denklemler kurulurken,  eskinin formülleri emin olun ki eskisi kadar işe yaramayacak...

Hatta gün gelecek hiç işe yaramayacak....
Bu yüzden önemli olan demiri tavında dövmektir...
Bu yüzden önemli olan düğüne kınayı vaktinde yetiştirebilmektir...
Evlat yetiştirmekse demiri tavında dövmekten de , düğüne kınayı vaktinde yetiştirmekten de daha önemsiz değildir...
Çok ama çok daha önemlidir...

( murat örem / ocak 2012-2013../ ankara...)

24 Ocak 2013 Perşembe

"....dürtme içimdeki narı / üstümde beyaz gömlek var..."



Şairlerin hası tüm dil, kültür ve  medeniyetlerde çok özel insanlar olmuştur kıymet bilenler için...İyi ve hakiki şiirin verdiği haz da hiçbir şeye değişilmez...



 İyi şiir,  dünyaya ve her şeye bambaşka pencereden bakan ve daha da önemlisi  bunu akla hayale gelmeyecek zenginlikte ifade edebilen şairlerin söyleyip yazdıklarıdır...



Bir kültürün binlerce yıllık imbiğinden süzülenler, hayatın dehlizlerine çarpa çarpa kendine gelen haleti ruhiyeler,  şairin prizmasından “rengahenk” yansıdığında ortaya çıkar o mısralar, kafiyeler, dörtlükler...



 ‘ ...ne içindeyim zamanın ne de  büsbütün dışında / yekpare geniş bir anın parçalanmaz akışında...”  diyen Ahmet Hamdi Tanpınar, felsefeyi, edebiyatı, fizik ve metafiziği , tasavvufu , hayatı, ölümü ve sonsuzluğu birkaç kelimede ve unutulmaz biçimde anlatıvermiştir...



Şiir , bir yanıyla sınırları  (da)  aşma çabasıdır...



Bu yüzden şairler de her fani gibi ölür ama şiirin hası kalır...



Has şiirin farklı kültür ve dillere ulaşmasının önündeki en büyük engellerden biri de  çeviri sorunudur. Kaba , hoyrat, genellemeci , ayrımcı ve haddini aşan  bir ifadenin ürünü olsa da şu deyimi edebiyat ve çeviriye yakın bir çok insan bilir ; “ Çeviri kadın gibidir...Güzeli sadık olmaz...Sadık olanı da güzel değildir...”



Türkçe iyi ve hakiki şiirlerin, has şairlerin dili olmuştur tarih boyunca.... Yunus Emre , Necip Fazıl, Nazım Hikmet,  Şeyh Galip, Orhan Veli  , Mehmet Akif , Ahmet Erhan, Cemal Süreya, Yahya Kemal, Can Yücel , Ahmet Haşim, Oktay Rifat, Edip Cansever, Ahmet Telli, Cahit Sıtkı Tarancı, Ahmet Muhip Dıranas , Gülten Akın, Pir Sultan Abdal, Özdemir Asaf , Karacaoğlan  ve daha yüzlerce ismi ana dilinden, dilimizden, Türkçemizden okumak çok  şeydir  kadir kıymet bilenler için...



Bir de dünyanın has şairleri  vardır elbette...Mesela Baudelaire,  mesela Valery, mesela  Lorca, Brecht, Eliot, Shekespeare, mesela Eluard, Aragon, Yevtuşenko, Anna Ahmadova , Bahtiyar Vahapzade, Atila Jozef, Yorgo Seferis,  Mayakovski, Halil Cibran, Pablo Neruda.... tam da bu gruptandır...



Bu gruba dahil olan bir başka hakiki dünya şairi de Konstantin Kavafis’tir...



Konstantin Kavafis’in unutulmaz  şehir”  şiiri,  Cevat Çapan tarafından da Türkçeye mükemmel çevrilmiş ve birden fazla isim tarafından bestelenip söylenmiştir ülkemizde...



Hayatının önemli kısmının geçtiği Mısır’ın İskenderiye kentinden yola çıkarak yazdığı,  “şehir” şiirinin bir yerinde şunları söyler Konstantin Kavafis  anlamak isteyenin  ciğerine işleyen kelimelerle;



“ ...yeni bir ülke bulamazsın,

başka bir deniz bulamazsın.
bu şehir arkandan gelecektir.
sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın,
aynı mahallede kocayacaksın;
aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
dönüp dolaşıp

bu şehre geleceksin sonunda.
başka bir şey umma...”



 Şairlerin hası tüm dil, kültür ve medeniyetlerde çok özel insanlar olmuştur kıymet bilenler için...



İyi ve hakiki şiirin verdiği haz da hiçbir şeye değişilmez...



İyi ve hakiki şiiri televizyonların kötü dizilerinde bulamazsanız...

Bulduklarınız da birkaç iyi adamın çabası olsa da yetmez...



Yetmeyecektir...



Seçim meydanlarında da kimseler anmaz Behçet Necatigil’i....

Gazetelerin magazin sayfalarında da –iyi ki- sıra gelmez onlara...



Evlerin ve okulların içinde şiir okumayan sevmeyen babalar,  anneler ve öğretmenlerin yetiştirdiği çocuklarla gençlerle de “ 21. yüzyıl da  uzaktan geçen bir tren  olursa herkes için hepimiz için kimseler timsah gözyaşı dökmesin ama...”



E mi ?



( murat örem/2012 ocak /2013 ocak/ankara...)

-başlıktaki alıntı / birhan keskin - 
-fotoğraf / murat altunkaynak / murat örem'in masasındaki süs narı-

23 Ocak 2013 Çarşamba

"Emperatore" lakaplı efsane golcü Boris Vian süresiz kadro dışı...





“Efsane Golcü” deyince, ‘ hadi Pele’yi, Maradona’yı, George Best’i, Gerd Müller’i anladık da Boris Vian kim ola ki ?’ diyenler çıkabilir aranızdan.... Hatta, bu isimlerin hiçbirinin lakabı ‘Emparatore’ falan değildi diye itiraz edenler de olabilir...

Oysa futbol öyle büyük bir hipnozdur  ki , kime kimlerin ne zaman ne dediğini harfi harfine hiçbirimizin hatırlama şansı yoktur....Belki, bütün futbolcuların da bir başka sıfatı olmuştur da sizin haberiniz olmamıştır....

Mesela size, "şeytan desem Rıdvan diye , takoz desem Recep diye, taçsız kral desem Metin Oktay"  diye tamamlar çoğunuz cümleyi...Oysa biraz hınzırlık yapıp ayva desem hiçbirinizin aklına Cengiz demek gelmez, gelemez çünkü yaşıyorsa Allah selamet, terk-i dünya eylediyse rahmet versin, Ayva Cengiz güzel yurdumuzun batı illerinden birindeki amatör kümelerde yıllarca hakemlik yapan nev-i şahsına münhasır spor insanıydı...

En önemli özelliklerinden biri de, verdiği kesin penaltı kararlarında efsane hakemimiz Doğan Babacan’ı bile açık ara geçmiş olmasıydı Ayva Cengiz’in...Bir de babamın lisedeki öğrencilik yıllarından arkadaşı olduğu için en çok gıllıgışlı cümleyi babam söylerdi saha kenarından Ayva Cengiz’e maçları izlerken...Ben bu işten biraz ezilip sıkılırdım çocuk aklımla o zamanlar ama babam hukuklarına binaen buna hakkı olduğunu düşünürdü...

1970’lerin ya sonu ya da  80’lerin tam başı falan...Memleketin üzerinden ‘kainat paşanın silindiri ve tank paletleri ’ geçeli daha dün gibi...Biz küçük çocuklarız....Bulunduğumuz on bin nüfuslu ilçenin farklı yaş gruplarında futbol takımları ve bu takımların her birinin daimi seyircileri var...Bir de ‘Asiller’ isimli orkestrası var ki ilçemizin o dönemde , değme gruptan daha nitelikli müzik yapmaktalar taa o zamanlarda bile...Bu başka bir yazının konusu olsun...

Mevzuya dönersek, mealen aktaralım, hani der ya Tezer Özlü ‘Çocukluğun Soğuk Geceleri’ isimli unutulmaz kitabında; ne zaman, evlerin içinde kurumayı bekleyen ıslak çamaşırları görsem, radyodan maç yayınları duysam kaçmak kaçmak kaçmak isterim diye...Sanki tam da o zamanlar işte....

Hayatın kendi ritmince aktığı, çocukların hala sokaklarda tozun toprağın içinde belenebildiği ve şaşırtıcı biçimde bugünün internet bebelerinden çok daha mutlu olduğu günlerin , daha çok da 70’lerin ikinci yarısının Türkiye’si öte yandan da...

İşte yurdumuzun batısında yer alan bu şirin! ilçemizde de günlerden Pazar oldu mu ilçe takımının ya evde ya  deplasmanda maçı olurdu...Renkli televizyon yayınları, otomatik çamaşır makineleri , kombiler, elektrikli termosifonlar olmadığı için annelerin pazar sporu, çamaşır ve banyo olunca babalar da kirişi kırıp ilçe takımının maçlarını izlemeye giderdi....

Yaşayanlar bilir, teke tek kalındığında çocuklar için anneleri ikna etmek daha kolaydır her zaman...Babanın ardından çocuklar da genellikle kısa kış günlerinde annelerinden vakit geçirmeden izni koparır , aylak aylak dolanır sonra bir şekilde ayakları onları maçın yapıldığı stada götürürdü....

Ben mesela Ayva Cengiz’i o maçlarda tanıdım...Saçları olmadığı, kafası da dikkat çekici olduğu için Ayvaydı lakabı zahir...Boris Vian ne zaman ‘emparatore’ oldu diyenler gördünüz mü hayatta her şeyi bilemezsiniz...O zaman her bir şeye hemen itiraz etmeyin ....!

Eskiler ne demiş , sabır acıdır meyvası tatlıdır....Sabredin....

Efendim, lafı uzatmayalım Boris Vian’ın efsane futbolcu olmadığını tahmin edersiniz ki bendeniz de biliyorum...Bu kadar çok şeyi bilen birinin Boris Vian’ı bilmemesi düşünülemez bile...Değil mi ?

Bir yazar snopluğuyla sizi, yani okurlarımı denemek istedim...

Bilirsiniz, bu okur denen kitle amorf bir yapıdır...İçinde her tür insan bulunur...Kimi daha başlığa baktığında ‘hadi len duygu dışkılaması yapma ’ der yoluna başka şeyle devam eder, kimi de ifade ve yazım hataları bulmak için kıvranır da kıvranır... Tıpkı okul yıllarından hepimizin hatırladığı gibi ‘ben tam notu tarihimde hiçbir öğrencime vermedim vermeyeceğim ’ diye midesine ağrılar giren  öğretmenlere benzer okurun bu cinsi...

Oysa şu üç günlük dünyada öğrencilerinden tam notu esirgeyen öğretmenler için gelenekselleşen bir deyim bile yaratılmıştır: ‘Sen o tam notlarını kimselere verme de mezara götür’ diye....

Bir başka okur da vardır ki onun için kestirme ve kısa  cümleler makbuldür...Bu okur cinsinin kafası nettir, hayatında siyah ve beyaz vardır...Tuttuğu takım ve partiye dair, gittiği film veya oyun hakkında güzel şeyler yazanlar favori isimleridir...Okuduğu köşe yazarları bellidir...

Mesela şu satırlara kadar ilerleyen okurun hali pür melali de , fıkrada , ‘du bakali nolcek’ diye diye başına gelenleri yaşamak zorunda kalan adama benzer....

Bir tiyatro sitesinde yazı yazmaya cüret eden şahsın da bilmesi gerekenler vardır..Lafı dolandırmadan ‘gittiğimiz şu isimli oyunda dekor buydu, oyuncular harikaydı, .yönetmen yaratıcıydı, seyirci şöyle mükemmeldi’ mealindeki cümleler her zaman okur bulur...

Okur için bilgi dediğiniz şey reklama girmezse söyleyelim ‘bonibon’ şekeri gibi tatlı , işe yarar ve sindirimi kolay olmalıdır...

Okunup en fazla yarım saat içinde unutulan yazı da ennnn makbuludür...!!!

Sırf bu yüzden Türk entelijansiyesinin büyük ve yeri doldurulamaz ismi olan ve hınç almayı sevmediğine inandığım bir ağabeyimizin son yirmi yıla ait bütün sinema yazılarını , sevdim–sevmedim kelimeleriyle özetlenebilecek cümlelerini , sabahlara dek okumaktan helak olmuş durumdayım bendeniz de... Kendisinden çok şey öğrendiğimi belirtmeme gerek olmadığını düşünüyorum...Saygılarımı sunuyorum...

Orhan Veli 1950 yılında öldüğünde 36 yaşındaydı...Boris Vian 1959 yılında öldüğünde de 39...İstanbul Devlet Tiyatrosu Boris Vian imzalı ‘İmparatorluk Kuranlar’ oyununu sahneye koymakla zaten büyük bir risk aldığı için bile peşinen bir takdiri hak ediyor...Risk derken sakın yanlış anlamayın , çok şükür ki ülkemiz öyle eskisi gibi fikrini özgürce ifade edenler için zor bir yer değil..! Benim riskten kastettiğim Boris Vian’ın hayatı ve yazdıkları...Bir dönemin efsanesi olan ve varoluşçuluk diye tanımlanan akımın lokomotifi olan Jean Paul Sartre’ı bile “avam ve sıradan” bulan bir isimden bahsediyoruz Boris Vian diyerek...

Eh böyle bir ismin yazdığı tiyatro oyununu da üç aşağı beş yukarı kestirmek mümkün....

İmparatorluk Kuranlar tahmin edilebileceği gibi simgeler , eğretilemeler yani metaforlar üzerine oturtulmuş bir oyun....Simge, sembol , eğretileme, gönderme, metafor, istiare dediğin şey zaten tek başınayken bile büyük sıkıntıyken Boris Vian’ın kaleminde saatli bombaya benzeyeceği aşikar....

 Biz bu oyunu yine maaile , 16 Ekim’de Ankara Akün Sahnesi’nde izledik...Dışarıda öyle bir yağmur, öyle bir yağmur vardı ki bir ara İDO seferlerinde ihtiyaten uygulandığı gibi salondan can yelekleri anonsu yapılabileceği hissine kapıldım...

Hoş bir hatırlatma da yapalım ki, Ankara kelimesinin etimolojik anlamlarından biri de ‘gemi çıpası’ demektir...Aradaki ilişkiyi ve korkumun nedenini de  siz kurun artık değerli okurlarım...

Sanatın, yayıncılığın bir çok dalında yönetmen tartışmasız otoritedir...Doğrusu da budur...Egosu yüksek bir çok insanın bir arada bulunduğu organizasyonlardaki kaotik yapıyı önlemenin kesin yolu, topu yönetmene atmaktır...Hatta abartarak söyleyelim, ekip içindeki isimlerin starlar da dahil yeme, içme , defi hacet, tütün ihtiyacı giderme zamanlarına bile karışabilir yönetmen...Hakkıdır da...Bir yönetmenin durumu, bu haliyle tam da bir spor takımının teknik direktörüne benzer...

Yönetmenin dramı bir başka yanıyla da benzer teknik direktöre....Bütün koşturmacadan sonra ortaya çıkan iş başarılı bulunursa genellikle yönetmenin adını kimseler anmaz öncelikli olarak...Galip gelen takımın santrofuna övgüler yağdırırken teknik direktörü çok sonra hatırlıyor olmaktan farklı değildir bu durum da...Oysa ortaya çıkan eser başarısız bulunursa yönetmen ilk hedeftir yine tıpkı takımı yenilen teknik direktör gibi....Riijkaaard’ı bulursanız size daha iyi anlatabilir bu hissiyatı!!!! Bu gerçeği gayri adil bulabilirsiniz ama dünyadaki bir çok işte vitrinin önündekiler başarılarda daha da parlarken başarısızlıklarda fatura önce mutfağa  kesilir...

İmparotorluk Kuranlar oyununda , yönetmen oyuncu seçimi ve sahne düzeniyle kendisini bağlıyor ve sonrasında da toparlayamıyor sanki...Hani yine futboldaki ‘dakika bir gol bir’ deyimi misali...

Tekrarlayalım ki Boris Vian sahnelemek bir risktir hatta yanılmıyorsak Türkiye’de ödenekli tiyatrolarda ilktir...O zaman yapılması gereken öncelikle  vicdanı simgeleyen ‘Şümürz’ karakterini daha anlaşılır kılmaktır...Merdiven imgesinin anlattığı biçimde tavizlerle kurulan iyi yaşam ! kavramını da  bütün boyutlarıyla çok daha net biçimde göze sokarak veya anlatmıyor gibi yaparken çok iyi anlatarak vurgulamaktır...

Bütün bunları layıkınca yapamadan bir de seçtiğiniz oyuncular konusunda yönetmen olarak tereddütler yaşarsanız Boris Vian bir alev topuna dönebilir....Maalesef dönmüş de....

Bu durumda da Boris Vian’ın süresiz kadro dışı kalma tehlikesi doğar....

Tehlike şurada ki, artık seyircimiz genel olarak tiyatroya kikirdemeye , her şeye ama her şeye boş boş gülmeye geliyor...Seyirci böyle olunca siz Boris Vian’ı sahnelerken de , komedi dizilerinde yer almış oyuncuları bu tür oyunlara seçerken de bir değil bin kez düşünmek zorundasınız.....Korkum şu ki, bu tür akim kalan  hamleler yeni cesaretlerin uzun süre önüne geçer...

Tekrarlayalım ; İşte o zaman Boris Vian süresiz kadro dışı kalır...

Kusura bakılmasın ama devlet tiyatrolarımız yeni bir Boris Vian oynayacak diye şu kavanoz dipli dünyada bir yetmiş yıl daha bekleyip yaşayamam....

Adım Hıdır maruzatım budur ...Arada sırada yolda belde görüp de “Sen bir de ‘Bir Savaş Hikayesi Oyunu’nu yazacaktın “ diye beni taciz eden değerli okurlar...Ne yapalım araya çarşı pazar girdi, çocukların okul toplantıları , apartman yöneticiliği girdi sırayı bozduk...

Son sözüm de Bir Savaş Hikayesi oyununu aynı gün izleme şanssızlığını yaşadığım sevgili komşum emekli öğretmen büyüğüm Necla Hanım’a gitsin...Gerçi  bu aralar onun da interneti gidip gidip geliyormuş. Dolayısıyla bu yazıyı kimbilir ne zaman okur...Ankara’da son iki yıldır altyapı, elektrik ve kaldırım hamleleri sıraya girdiği ve hepsi aynı yeri ayrı ayrı haftanın belirli günlerinde sırayla kazıp öylesine kapattığı için aynı anda kablo tv, internet , elektrik hizmeti alanların evlerinde bir sevinç bir coşku....

Sanırsınız ki yıl 2000, GS tekrar Avrupa şampiyonu olmuş...

Sevgili büyüğüm Necla Hanım da der ki , “Bir Savaş Hikayesi oyununu yazarken Mithat Erdemli ‘nin oyunculuk ustalığına yeni yazında bir koca paragraf ayır yoksa bir daha sana sütlü muhallebi ikram etmem”  Şimdi ben de Necla Hocam’a şunu desem olur mu : “ Sayın hocam, sayın hocam ben Mithat Erdemli’yi Bir Savaş Hikayesi oyununda seyrettim de peki siz beş yıl önce TRT’de yayınlanan Hisarbuselik isimli güzelim dramada baba rolünü üstlenen Mithat Erdemli’yi izlediniz mi ? Onun ağzından oğluna söylediği ‘Severek evlenmek neymiş ulan, ben anneni severek mi aldım? “ cümlesini duyduğunuzda neler hissettiniz ....? Tamam sütlü muhallebilerinizden vazgeçmem hiç kolay değil ama yılların tiyatro otoritesine de işini öğretmeye kalkmayın Necla Hocam... Kelime Oyunu’nu birlikte izlediğimiz akşamlarda siz çok kolay olan soruyu bilemediğinizde cevabı çoktan bulduğum halde ben hiç pat diye kendimi ortaya atıyor muyum ? Biz büyüklerimize saygıda ne kadar ihtimam gösteriyorsak kendilerinden de benzer inceliği görmek hakkımız diye düşünüyorum...Sütlü muhallebimi konuya dahil  etmemenizi canı gönülden diliyorum!!!

Yazıyı buraya kadar okuyanlara da  bonus olsun; sevin sevmeyin , dünya üzerindeki efsane golcülerden biri de Tanju’ydu...Tabi deyimlerdeki gibi, insanoğlu çiğ süt emdiği için ayrıca Tanju evin kızı misali yabancı topçu olmadığı için, onu yıllar sonra bir cümleyle bile olsa övmek, hakkını teslim etmek hiçbirinizin aklına gelmez değil mi?

Thomas Hobbes miydi o ‘insan insanın kurdudur’ diyen....
Saygılar.....

( Murat Örem / 20 Ekim 2010 / Ankara ...)
-oyun kritiği olarak daha geniş biçimde tiyatrodunyasi.com’da ekim 2010’da ilk kez yayınlanmıştır...-

bulut varsa güneş de var , rüzgar varsa liman da var, insan varsa umut da....



                             
 “Bir insanı, gerçekten uyuyorsa uyandırmak mümkün olur...Ancak   uyumayıp, uyku taklidi yapıyorsa, dünyanın bütün gayretlerini sarf etseniz, nafiledir” özdeyişi insanlık  ve Hindistan tarihinin yüz akı Mahatma Gandhi’ye ait...

 Edebiyat tarihimizi, halk edebiyatı ve divan edebiyatını iyi  bilenler  hatırlayacaktır ki semboller, simgeler, eğretileme ve göndermeler bizim de toplumsal hayatımızın, insan ilişkilerimizin  temel unsurudur.

Hayat kimilerine göre, tesadüf gibi görünen denklemlerin ortaya çıkardıklarıyla yaşanır. Oysa tesadüfün yanında tevafuk da vardır inananlar için... Tesadüfte denk gelmek varken, tevafukta adına hayat ve yaradan denen ilahi gücün denk getirmesi de  söz konusudur...

 İnsanlar, birbirlerinden hatta kendilerinden bile habersiz olarak onlarca yıl yaşayabilir, soluk alıp verebilir. Sonra bir gün, bir vesileyle tanırlar birbirlerini, kendilerini....

Aslında;
Hayat değil, maskeler yorar insanı...
Maskelerin altında soluksuz kalan yüzler yorar...
Kabullenmeler, teslim olmalar, çizilen sınırlar yorar...
Daima gülmek zorunda olan suretler,
‘yıkılmadım heppp ayaktayım’  replikleri yorar...
Oysa,  yıkılmak, üzülmek, ağlamak insana dairdir...
Düştüğü yerden kalkmak da insana dairdir...
Hatta gün gelip bir süre kalkamamak da...

Her şeyin hızla plastikleştiği bir çağda bütün bir ömür rol yapmaya çalışmaktır insanı en çok yoran. Herkes büyürken kirlenir az ya da çok. Mesele, büyüdükçe büyüdükçe bu kirliliği benimsemek ya da sorgulamak arasında durulan yerdedir....

 Zordur, kişinin zamanı geldiğinde en ağır ve en acımasız soruları bir ok gibi kendine de çevirmesi yıllar geçip gitmişken maskelerle...

Zordur, hem soruları sormak hem de verilen yanıtları yürekte ve akılda taşımak yeni bir yol kavşağında...

Sonra, günler yıllar geçer...
Paylaşılır, anlatılır, ağlatılır, didişilir.
Vicdan azapları yaşanır.
Çok istenirse, çok istenirse paylaşmak güzeldir...
Her şeye değerdir.
Sevmek, özlemek, özlenmek, kıymetlenmek de güzeldir.

Bir şarkıyı, içinde duya duya karşılıklı mırıldanmak muhteşemdir. İşte o zaman “Yeşil pencerenden bir gül at bana / ışıklarla dolsun kalbimin içi” diye seslenebilmek ve   ayaz kışın içinde kocaman bir öbek karın altından çıkan ‘kardelenler’ misalidir hayat...

İnsan sorularının, cevaplarının, umutlarının, yalnızlıklarının, hayal kırıklıklarının, düşüp düşüp de yine ayağa kalkmalarının toplamıdır çünkü....

İnsan muammalarının da toplamıdır.

Sevgilerinin, özlediklerinin, kızdıklarının, yaşadıklarının, özlemlerinin toplamıdır insan.

Bir insan,  uzaklardan  bir başka insanı,  ışıklı bin bir bahçenin içinde yüzerken de sevebilir, yıllardır taşıdığı maskesinden vazgeçip aslına kesinkes dönmeye karar verdiğinde de...

 Sevmek, bağışlamak, özür dilemek küçültmez insanı, eksiltmez...

 Yaşamak dediğimiz gerçeklik kah fırtına boranda, kah yakıcı güneş altında seyrü seferse, kimsenin peşin peşin dalgalara, fırtınalara teslim olmaya, pes etmeye hakkı da yoktur.

Aslolan ; en güneşli havada bile  bir gün yeni bir fırtınanın çıkacağını da  unutmamakta veya en karlı tipili havalarda bile gün gelip mutlaka güneşi göreceğine inanmaktır...

“ Kara gün kararıp kalmaz” diyebilmektir...

İnsan her şeye yeniden başlayabilir...
Her şey olur, her şey biter, geriye hayat kalır o güzelim şarkıda da söylendiği gibi...

Şairin dediği gibi,  yaşamak,  boğazdan lıkır lıkır geçen suyun, maviliğin, pencereden görünen gökyüzünün, çiçek açmış bademin, güneşli odanın, çamurlu sokağın, beyazın, siyahın, yeşilin, pembenin kıymetini bilebilmektir biraz da.

Yaşamak düştüğün yerden yeniden yeniden kalkabilmektir...
Yaşamak , “Bulut varsa güneş de var, rüzgar varsa liman da var, insan varsa umut da!”  diyebilmektir...

         ( murat örem / ocak 2011 / ankara...)