“Efsane Golcü” deyince, ‘
hadi Pele’yi, Maradona’yı, George Best’i, Gerd Müller’i anladık da Boris Vian
kim ola ki ?’ diyenler çıkabilir aranızdan.... Hatta, bu isimlerin hiçbirinin
lakabı ‘Emparatore’ falan değildi diye itiraz edenler de olabilir...
Oysa futbol öyle büyük
bir hipnozdur ki , kime kimlerin ne zaman ne dediğini harfi
harfine hiçbirimizin hatırlama şansı yoktur....Belki, bütün futbolcuların da
bir başka sıfatı olmuştur da sizin haberiniz olmamıştır....
Mesela size, "şeytan desem
Rıdvan diye , takoz desem Recep diye, taçsız kral desem Metin Oktay" diye
tamamlar çoğunuz cümleyi...Oysa biraz hınzırlık yapıp ayva desem hiçbirinizin
aklına Cengiz demek gelmez, gelemez çünkü yaşıyorsa Allah selamet, terk-i dünya
eylediyse rahmet versin, Ayva Cengiz güzel yurdumuzun batı illerinden birindeki
amatör kümelerde yıllarca hakemlik yapan nev-i şahsına münhasır spor
insanıydı...
En önemli özelliklerinden
biri de, verdiği kesin penaltı kararlarında efsane hakemimiz Doğan Babacan’ı bile açık ara geçmiş
olmasıydı Ayva Cengiz’in...Bir de babamın lisedeki öğrencilik yıllarından
arkadaşı olduğu için en çok gıllıgışlı cümleyi babam söylerdi saha kenarından
Ayva Cengiz’e maçları izlerken...Ben bu işten biraz ezilip sıkılırdım çocuk
aklımla o zamanlar ama babam hukuklarına binaen buna hakkı olduğunu düşünürdü...
1970’lerin ya sonu ya da 80’lerin tam başı falan...Memleketin üzerinden
‘kainat paşanın silindiri ve tank paletleri ’ geçeli daha dün gibi...Biz küçük
çocuklarız....Bulunduğumuz on bin nüfuslu ilçenin farklı yaş gruplarında
futbol takımları ve bu takımların her birinin daimi seyircileri
var...Bir de ‘Asiller’ isimli orkestrası var ki ilçemizin o dönemde , değme gruptan daha
nitelikli müzik yapmaktalar taa o zamanlarda bile...Bu başka bir yazının konusu
olsun...
Mevzuya dönersek, mealen
aktaralım, hani der ya Tezer Özlü ‘Çocukluğun Soğuk Geceleri’ isimli unutulmaz kitabında;
ne zaman, evlerin içinde kurumayı
bekleyen ıslak çamaşırları görsem, radyodan maç yayınları duysam kaçmak kaçmak
kaçmak isterim diye...Sanki tam da o zamanlar işte....
Hayatın kendi ritmince
aktığı, çocukların hala sokaklarda tozun toprağın içinde belenebildiği ve
şaşırtıcı biçimde bugünün internet bebelerinden çok daha mutlu olduğu günlerin
, daha çok da 70’lerin ikinci yarısının Türkiye’si öte yandan da...
İşte yurdumuzun batısında
yer alan bu şirin! ilçemizde de günlerden Pazar oldu mu ilçe takımının ya evde
ya deplasmanda maçı olurdu...Renkli
televizyon yayınları, otomatik çamaşır makineleri , kombiler, elektrikli
termosifonlar olmadığı için annelerin pazar sporu, çamaşır ve banyo olunca
babalar da kirişi kırıp ilçe takımının maçlarını izlemeye giderdi....
Yaşayanlar bilir, teke
tek kalındığında çocuklar için anneleri ikna etmek daha kolaydır her
zaman...Babanın ardından çocuklar da genellikle kısa kış günlerinde
annelerinden vakit geçirmeden izni koparır , aylak aylak dolanır sonra bir
şekilde ayakları onları maçın yapıldığı stada götürürdü....
Ben mesela Ayva Cengiz’i
o maçlarda tanıdım...Saçları olmadığı, kafası da dikkat çekici olduğu için Ayvaydı
lakabı zahir...Boris Vian ne zaman ‘emparatore’ oldu diyenler gördünüz mü
hayatta her şeyi bilemezsiniz...O zaman her bir şeye hemen itiraz etmeyin ....!
Eskiler ne demiş , sabır
acıdır meyvası tatlıdır....Sabredin....
Efendim, lafı uzatmayalım
Boris Vian’ın efsane futbolcu olmadığını tahmin edersiniz ki bendeniz de
biliyorum...Bu kadar çok şeyi bilen birinin Boris Vian’ı bilmemesi düşünülemez
bile...Değil mi ?
Bir yazar snopluğuyla
sizi, yani okurlarımı denemek istedim...
Bilirsiniz, bu okur denen kitle amorf
bir yapıdır...İçinde her tür insan bulunur...Kimi daha başlığa baktığında ‘hadi len duygu dışkılaması yapma ’ der
yoluna başka şeyle devam eder, kimi de ifade ve yazım hataları bulmak için
kıvranır da kıvranır... Tıpkı okul yıllarından hepimizin hatırladığı gibi ‘ben tam notu tarihimde hiçbir öğrencime
vermedim vermeyeceğim ’ diye midesine ağrılar giren öğretmenlere benzer okurun bu cinsi...
Oysa şu
üç günlük dünyada öğrencilerinden tam notu esirgeyen öğretmenler için
gelenekselleşen bir deyim bile yaratılmıştır: ‘Sen o tam notlarını kimselere verme de mezara götür’ diye....
Bir başka okur da vardır
ki onun için kestirme ve kısa cümleler
makbuldür...Bu okur cinsinin kafası nettir, hayatında siyah ve beyaz
vardır...Tuttuğu takım ve partiye dair, gittiği film veya oyun hakkında güzel
şeyler yazanlar favori isimleridir...Okuduğu köşe yazarları bellidir...
Mesela şu satırlara kadar
ilerleyen okurun hali pür melali de , fıkrada , ‘du bakali nolcek’ diye diye başına gelenleri yaşamak zorunda kalan
adama benzer....
Bir tiyatro sitesinde
yazı yazmaya cüret eden şahsın da bilmesi gerekenler vardır..Lafı dolandırmadan
‘gittiğimiz şu isimli oyunda dekor buydu,
oyuncular harikaydı, .yönetmen yaratıcıydı, seyirci şöyle mükemmeldi’
mealindeki cümleler her zaman okur bulur...
Okur için bilgi dediğiniz
şey reklama girmezse söyleyelim ‘bonibon’
şekeri gibi tatlı , işe yarar ve sindirimi kolay olmalıdır...
Okunup en fazla yarım saat içinde unutulan yazı da
ennnn makbuludür...!!!
Sırf bu yüzden Türk
entelijansiyesinin büyük ve yeri doldurulamaz ismi olan ve hınç almayı
sevmediğine inandığım bir ağabeyimizin son yirmi yıla ait bütün sinema
yazılarını , sevdim–sevmedim kelimeleriyle özetlenebilecek cümlelerini ,
sabahlara dek okumaktan helak olmuş durumdayım bendeniz de... Kendisinden çok
şey öğrendiğimi belirtmeme gerek olmadığını düşünüyorum...Saygılarımı
sunuyorum...
Orhan Veli 1950 yılında
öldüğünde 36 yaşındaydı...Boris Vian 1959 yılında öldüğünde de 39...İstanbul
Devlet Tiyatrosu Boris Vian imzalı ‘İmparatorluk Kuranlar’ oyununu sahneye
koymakla zaten büyük bir risk aldığı için bile peşinen bir takdiri hak
ediyor...Risk derken sakın yanlış anlamayın , çok şükür ki ülkemiz öyle eskisi
gibi fikrini özgürce ifade edenler için zor bir yer değil..! Benim riskten
kastettiğim Boris Vian’ın hayatı ve yazdıkları...Bir dönemin efsanesi olan ve
varoluşçuluk diye tanımlanan akımın lokomotifi olan Jean Paul Sartre’ı bile “avam ve sıradan” bulan bir isimden
bahsediyoruz Boris Vian diyerek...
Eh böyle bir ismin
yazdığı tiyatro oyununu da üç aşağı beş yukarı kestirmek mümkün....
İmparatorluk Kuranlar
tahmin edilebileceği gibi simgeler , eğretilemeler yani metaforlar
üzerine oturtulmuş bir oyun....Simge, sembol , eğretileme, gönderme, metafor,
istiare dediğin şey zaten tek başınayken bile büyük sıkıntıyken Boris Vian’ın
kaleminde saatli bombaya benzeyeceği aşikar....
Biz bu oyunu yine maaile , 16 Ekim’de Ankara
Akün Sahnesi’nde izledik...Dışarıda öyle bir yağmur, öyle bir yağmur vardı ki
bir ara İDO seferlerinde ihtiyaten uygulandığı gibi salondan can yelekleri
anonsu yapılabileceği hissine kapıldım...
Hoş bir hatırlatma da
yapalım ki, Ankara kelimesinin etimolojik anlamlarından biri de ‘gemi çıpası’
demektir...Aradaki ilişkiyi ve korkumun nedenini de siz kurun artık değerli okurlarım...
Sanatın, yayıncılığın bir
çok dalında yönetmen tartışmasız otoritedir...Doğrusu da budur...Egosu yüksek
bir çok insanın bir arada bulunduğu organizasyonlardaki kaotik yapıyı önlemenin
kesin yolu, topu yönetmene atmaktır...Hatta abartarak söyleyelim, ekip içindeki
isimlerin starlar da dahil yeme, içme , defi hacet, tütün ihtiyacı giderme
zamanlarına bile karışabilir yönetmen...Hakkıdır da...Bir yönetmenin durumu, bu
haliyle tam da bir spor takımının teknik direktörüne benzer...
Yönetmenin dramı bir
başka yanıyla da benzer teknik direktöre....Bütün koşturmacadan sonra ortaya
çıkan iş başarılı bulunursa genellikle yönetmenin adını kimseler anmaz
öncelikli olarak...Galip gelen takımın santrofuna övgüler yağdırırken teknik
direktörü çok sonra hatırlıyor olmaktan farklı değildir bu durum da...Oysa
ortaya çıkan eser başarısız bulunursa yönetmen ilk hedeftir yine tıpkı takımı
yenilen teknik direktör gibi....Riijkaaard’ı bulursanız size daha iyi
anlatabilir bu hissiyatı!!!! Bu gerçeği gayri adil bulabilirsiniz ama dünyadaki
bir çok işte vitrinin önündekiler başarılarda daha da parlarken
başarısızlıklarda fatura önce mutfağa kesilir...
İmparotorluk Kuranlar
oyununda , yönetmen oyuncu seçimi ve sahne düzeniyle kendisini bağlıyor ve
sonrasında da toparlayamıyor sanki...Hani yine futboldaki ‘dakika bir gol bir’
deyimi misali...
Tekrarlayalım ki Boris
Vian sahnelemek bir risktir hatta yanılmıyorsak Türkiye’de ödenekli
tiyatrolarda ilktir...O zaman yapılması gereken öncelikle vicdanı
simgeleyen ‘Şümürz’ karakterini daha anlaşılır kılmaktır...Merdiven imgesinin
anlattığı biçimde tavizlerle kurulan iyi yaşam ! kavramını da bütün boyutlarıyla çok daha net biçimde göze sokarak veya anlatmıyor gibi yaparken çok
iyi anlatarak vurgulamaktır...
Bütün bunları layıkınca yapamadan bir de
seçtiğiniz oyuncular konusunda yönetmen olarak tereddütler yaşarsanız Boris
Vian bir alev topuna dönebilir....Maalesef dönmüş de....
Bu durumda da Boris Vian’ın
süresiz kadro dışı kalma tehlikesi doğar....
Tehlike şurada ki, artık
seyircimiz genel olarak tiyatroya kikirdemeye , her şeye ama her şeye boş boş
gülmeye geliyor...Seyirci böyle olunca siz Boris Vian’ı sahnelerken de , komedi
dizilerinde yer almış oyuncuları bu tür oyunlara seçerken de bir değil bin kez düşünmek
zorundasınız.....Korkum şu ki, bu tür akim kalan hamleler yeni cesaretlerin
uzun süre önüne geçer...
Tekrarlayalım ; İşte o
zaman Boris Vian süresiz kadro dışı kalır...
Kusura bakılmasın ama
devlet tiyatrolarımız yeni bir Boris Vian oynayacak diye şu kavanoz dipli
dünyada bir yetmiş yıl daha bekleyip yaşayamam....
Adım Hıdır maruzatım
budur ...Arada sırada yolda belde görüp de “Sen bir de ‘Bir Savaş Hikayesi Oyunu’nu
yazacaktın “ diye beni taciz eden değerli okurlar...Ne yapalım araya çarşı
pazar girdi, çocukların okul toplantıları , apartman yöneticiliği girdi sırayı
bozduk...
Son sözüm de Bir Savaş
Hikayesi oyununu aynı gün izleme şanssızlığını yaşadığım sevgili komşum emekli
öğretmen büyüğüm Necla Hanım’a gitsin...Gerçi bu aralar onun da interneti gidip gidip
geliyormuş. Dolayısıyla bu yazıyı kimbilir ne zaman okur...Ankara’da son iki yıldır altyapı, elektrik ve kaldırım hamleleri
sıraya girdiği ve hepsi aynı yeri ayrı ayrı haftanın belirli günlerinde sırayla
kazıp öylesine kapattığı için aynı anda kablo tv, internet , elektrik hizmeti
alanların evlerinde bir sevinç bir coşku....
Sanırsınız ki yıl 2000,
GS tekrar Avrupa şampiyonu olmuş...
Sevgili büyüğüm Necla
Hanım da der ki , “Bir Savaş Hikayesi
oyununu yazarken Mithat Erdemli ‘nin oyunculuk ustalığına yeni yazında bir koca
paragraf ayır yoksa bir daha sana sütlü muhallebi ikram etmem” Şimdi ben de Necla Hocam’a şunu desem olur mu
: “ Sayın hocam, sayın hocam ben Mithat
Erdemli’yi Bir Savaş Hikayesi oyununda seyrettim de peki siz beş yıl önce
TRT’de yayınlanan Hisarbuselik isimli güzelim dramada baba rolünü üstlenen
Mithat Erdemli’yi izlediniz mi ? Onun ağzından oğluna söylediği ‘Severek evlenmek neymiş ulan, ben anneni
severek mi aldım? “ cümlesini duyduğunuzda neler hissettiniz ....? Tamam sütlü muhallebilerinizden vazgeçmem
hiç kolay değil ama yılların tiyatro otoritesine de işini öğretmeye kalkmayın
Necla Hocam... Kelime Oyunu’nu birlikte izlediğimiz akşamlarda siz çok kolay
olan soruyu bilemediğinizde cevabı çoktan bulduğum halde ben hiç pat diye
kendimi ortaya atıyor muyum ? Biz büyüklerimize saygıda ne kadar ihtimam
gösteriyorsak kendilerinden de benzer inceliği görmek hakkımız diye
düşünüyorum...Sütlü muhallebimi konuya dahil etmemenizi canı gönülden diliyorum!!!
Yazıyı buraya kadar
okuyanlara da bonus olsun; sevin
sevmeyin , dünya üzerindeki efsane golcülerden biri de Tanju’ydu...Tabi
deyimlerdeki gibi, insanoğlu çiğ süt emdiği için ayrıca Tanju evin kızı misali
yabancı topçu olmadığı için, onu yıllar sonra bir cümleyle bile olsa övmek,
hakkını teslim etmek hiçbirinizin aklına gelmez değil mi?
Thomas Hobbes miydi o ‘insan insanın kurdudur’ diyen....
Saygılar.....
( Murat Örem / 20 Ekim
2010 / Ankara ...)
-oyun kritiği olarak daha geniş biçimde tiyatrodunyasi.com’da ekim 2010’da ilk kez
yayınlanmıştır...-