İki
önceki yazıda doğum günü vesilesiyle kendisinden saygı ve sevgiyle söz ettiğim Ataol
Behramoğlu’nun Rusçadan çevirisinde şunları demiş Şair İşçidir ... başlıklı şiirinin girişinde Vladimir
Mayakovski ;
“ Bağırırlar şaire:
'Bir
de torna tezgâhı başında göreydik seni.
Şiir de
ne? Boş iş. Çalışmak, harcınız değil demek ki...'
Doğrusu bizler için de en yüce değerdir
çalışmak.
Ve kendimi bir fabrika saymaktayım ben de.
Ve eğer bacam yoksa işim daha zor demektir
bu.
Bilirim hoşlanmazsınız boş lâftan
kütük yontarsınız kan ter içinde,
Fakat bizim işimiz farklı mı sanırsınız
bundan:
Kütükten
kafaları yontarız biz de...”
Dili
sivri , çok sivri bir şairdir
Mayakoski...
Kelimeleri
avcı bıçağı gibi keskin, tırtıklı ve
çift taraflıdır...
Otuz
yedi yıllık hayatına 1930 yılının ‘ayların en zalimi’ olarak
tanımlanan Nisan gününde kendi elleriyle
son vermesinde , bu keskin dilin ürküttüğü fincancı katırlarının da rövanş alma
çabasının payı olmuştur mutlaka...
Ne
diyordu girizgahını paylaştığımız Şair
İşçidir şiirinin bir yerinde Mayakovski “ Fakat
bizim işimiz farklı mı sanırsınız bundan:
Kütükten
kafaları yontarız biz de.....”
Bu
işler böyledir...
Dünyanın
her yerinde kültür, hakiki sanat,
edebiyat , sinema , müzik ve insanlar
olarak adaletli şartlarda yaşama özlemi ya tuzu kuruların ya da kendi çıkarlarından ,
geleceğinden vazgeçmiş meczupların (!) işi olarak görülmüştür....
Oysa
bir toplumu hakikaten yontan , yönlendiren , unutulmaz eserler bırakmak için
kendini ikinci plana atanların toplamıdır
sanat , kültür ve has edebiyat....
Şairin
dediği gibi, kütükten kafaları yontmak için kendinden tekrar tekrar
vazgeçmektir...
Kendinden
vazgeçenler tabiatın ortasında durup bakınırken “ burada hamhumşaralop şekilde imar
iznini kim verir, kaç paraya alınır bir dönüm cennet misali toprak parçası ...”
diye sormaz...Bu soru akıllarından bile geçmez...
Arabaları
yolda tık diye bozulunca akülerin kutup başlarını bir çırpıda bilemeyebilir bu
insanlar ama “ayın altında kağnılar gidiyordu / akşehir üstünden afyona doğru ...”
dizelerini mırıldanırken bir milletin verdiği istiklal savaşını yüreklerinde
hissederler...
Onlar
bir yaradana inansalar da inanmasalar da , cennetin dünyadaki herkesin birbirine köle
olmadan ortalama yaşam düzeyine ulaştığında olacağının hayalini
kurarlar...
Hayalle
yetinmeyip bunun için hacca giden gide(meye)n karınca misali çabalarlar...
Kendinden
vazgeçenler için nesneler yalnızca iyi yaşamak için araçlardır...Bir ev bir
araba bir gömlek bir telefon statüko göstergesi değildir...
Tanısınlar
tanımasınlar insana yapılan yatırımın arsalara evlere çıkar üzerine kurulu
ilişkilere yapılan yatırımdan çok daha kıymetli olduğunu bilirler onlar...
Cepleri
cüzdanları fukaradır (!) kimilerine göre
ama gönülleri ganidir...
O
kadar ganidir ki gönülleri , bazen hiç kesişmeyeceklerini sandıkları
hayatlardan bile sevilecek çok şey bulurlar...
“
güneşin sofrasında / dostların arasında ...” olmak
yeter onlara...
ama
kimilerine yetmez hiçbir şey “daha daha daha daha...” demekten
gayrı...gözleri karınlarından çok daha açtır onların...
Bir
çok toplumda sanat, kültür, edebiyat
sıradan insanlar için soğuk ve para kazandırmayan bir alandır...
Türkiye
için söylersek , eğitim sistemimiz de bu ağlanası gerçeği dönüştürmekten uzak
olmuştur...
Oysa
beyinsel olarak haz almak da, estetikten payına düşeni artırmak da hatta hatta
soru sorarak düşünmek de bütün insanlar için emek harcayarak zamanla öğrenilen
bir şeydir....
Nasıl
bir mekanik araç ilk günden itibaren kullanıldıkça açılırsa
insan
zihni de
düşündükçe,
soru
sordukça,
itiraz
ettikçe,
ayın
karanlık yüzünde neler olup bittiğini merak ettikçe
ve
bunları yanındakilerle paylaştıkça
aydınlanır....
Sorgulayan,
anlamaya çalışan, itiraz eden zihinler,
kayıtsız şartsız itaat etmeyi reddettikçe de ortaya daha güzel bir dünya
çıkar...
Sanat,
kültür, edebiyat , şiir ve tabi ki
kendinden geçen güzel insanlar önce bunun için vardır...
Bu
durum tam da Mayakovski’nin de dediği gibi ‘bedel ödeyeceğini ve mal mülkten payını
almayacağını bile isteye kütükten kafaları yontma’ işidir...
Nasıl
güneşin sıcak bir yaz akşamında turuncu bir yumurtaya dönüşmesini, yağmurun
karın mevsiminde yağmasını durduramazsak
yönetenler için düşünmeyi , üretmeyi , haz almayı , soru sormayı ,
itiraz etmeyi tümüyle engellemek de nafile bir çabadır...
İnanmayanlar dünya insanlık
tarihine tekrar tekrar bakabilir...
Koşulsuz
şartsız itaat edenlerin yanında itiraz edenler de mutlaka olacaktır...Çünkü medeniyetin
merdiveni itiraz edenlerin yüzü suyu hürmetine bir basamak bir basamak daha
çıkar....
Bu
basamaklar çıkılırken kimileri binlerce yıldır olduğu gibi sırça köşklerinden
insanları tasnif etmeyi yeğler, kimileri ihale şartnamesi hatmederek büyütür
gelir hanesini kar topu misali , kimileri de bir arsa daha bir dükkan daha
almanın derdine düşer...
Sayıları
çok daha az olan kimileri de sözünü
söylemezse içindeki narın çatlayacağını bilir ve büyük bedeller ödeyeceğini gönülden kabul
ederek kurar cümlelerini...Koyar
tavrını....
Bu
son gruptaki insanlar için iyi yaşamanın tek koşulu mal mülk sahibi olmak
değildir...
Onlar
bilirler ki ;
Sahip
olduğunuz hiçbir ev size gecenin bir vakti iki dize mırıldanamaz, “ben
her koşulda seninleyim...” diyemez...
Onlar
bilirler ki ; dedenin yediği ekşi erik gün gelecek torunun dişlerini
kamaştıracaktır...
Ne
diyor o güzelim türküde ;
“
sağım yalan solum yalan
giden yalan dönen yalan
döndüm baktım dünya yalan
senin
gibi senin gibi ...”
Bu
yalan dünyanın malı mülküne tamah etmek kimseyi sonsuza dek mutlu etmez...
Etmemiştir...
Etmeyecektir...
Bunu
söylemek ucuz halkçılık değildir...
Bunu
söylemek servet düşmanlığı değildir...
Bunu
söylemek et beyinli kafaların , kıt akılların anlamayacağını bile bile durduğun
yeri bir daha bir daha bir daha anlatmanın gereğidir...
(
murat örem / 2012 / 2013.../ ankara...)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder