*"114" ayrı ülkeden günlük ortalama "500" ziyaret !
*her cümle "5846" sayılı yasa korumasında !
*fotolar "ekseriyetle" büyütülebilir !
*sağ alttaki küçük dünya ?

8 Şubat 2013 Cuma

cem karaca ; sesine anadolu sığan derviş...


Çocuktum…Çok  bi çocuktum…



Erişkinliğe adım atmamla birlikte kazanacağım İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi  yıllarına çok vardı daha...Hayatımın ilk 17 yılını kesintisiz biçimde yaşadığım Susurluk’a gelmişti o da konser vermek için…O konser vermek için geldiğinde muhtemelen  iki haneli yaşlarda bile değildim...

İki haneli yaşlarda bile değildim ama 8 yaşından itibaren bir kardeşe bakmanın belli belirsiz sorumluluğu binmişti omuzlarıma…Öğretmen anne babamız sabah olunca okullarına giderlerdi ve biz de benden 4 yaş küçük kız kardeşimle birlikte kalırdık evde. Evlerin bu kadar konforlu olmadığı zamanlardı. Sabah kalktığınızda sobanın sesi gelirdi . Mutfak kuzey kutbu kadar soğuk olurdu  kış günlerinde bütün sobalı evler gibi…Böyle şubat başında, ortasında nisan sıcağı da pek yaşanmazdı…

                

Doğanın dengesi de yengesi de (!) böylesine bozulmamıştı herhalde daha…



Kardeşimle yalnız uyandığımız zamanlarda 8, 9, 10, 11, 12 yaşın sorumluluğuyla giderdim mutfağa…Kahvaltı masası genellikle sobalı odada hazır olurdu. Sobanın üstünde kaynayan çay ya da ıhlamur beklerdi tıslayarak… Kardeşimin iki lokma yemesine yardımcı olurdum…Sonra bir oyun başlardı aramızda…  Kahvaltı masasını toplaması benden masayı silmek senden”  derdik birbirimize…Kim en çok hangi işi yapardı şimdi hatırlamıyorum…Muhtemelen Ayşın hatırlar o işbölümünü…Ona sormadan yazıyorum bunları, cümlelerin ve hikayenin büyüsü bozulmasın diye…



Bir de orta halin biraz üstünde olan bütün evlerde bulunan siyah bir teyp olurdu yanıbaşımda…Erdal Öz’ün başında olduğu Arkadaş Kitaplar’ın onlarca kitabını okurken teypten de müzikler, ‘aranjmanlar’ dinlerdim…Müzik dinlerken inanılmaz bir mutlulukla okuduğum kitaplardaki Fedor Amca, Postacı Peçkin, Küçük Kara Balık, Çingene Masalları , Lastik Pabuçlar ve daha onlarca isim  böyle böyle o günlerde  kazındı hafızama…



Bütün bir ömür boyunca yararı ve mutluluğunu çok gördüğüm kelimelere dans ettirme yeteneğimi , insanları gözlerinin bebeğine baka baka ikna etme gücümü en çok  Erdal Öz’lü o kitaplara, onların muhteşem diline, çeviri başarılarına , sayfa düzenlemelerine ve bir de desenlerinin güzelliğine  borçluyum bugün bile…



O da yaşarken muhtemelen benim gibi böyle şöylere çok uzak olsa da söylemek zorundayım ki , cennet varsa eğer,  Erdal Öz bizim kuşağın okumayı yazmayı seven bütün çocuklarının oylarıyla oranın en kıymetli yerindedir…



Kitaplar okurken dinlediğim kasetlerde de ne garip şarkılar olurdu…Mesela bir şarkının başında telefon çalar esrarengiz bir ses ‘kocanız elimizde’ derdi…Şarkıyı söyleyen kadın da hikayeyi anlatır ve ‘kocam ellerinde rehin kaldı’ diye bitirirdi şarkıyı…



Oysa hepimiz,

kocaman bir ülke ,

bir büyük oyunun içinde

1980 yılının eylül ayında

rehin kalmayı yaşayacaktık daha…

                           

Türkiye’nin büyük bir anaforun içine girdiğinin ve turbun büyüğünün heybede olduğunun  farkında bile olmadığı günlerde 1970’li yılların naifliği içindeydik çoğumuz…



Hayatımdaki manidar pişmanlıklarımdan biridir…

Ivır zıvır her şeyi biriktiren, günlük hayatın tarihine anılara çok saygılı bir evde büyümeme rağmen o küçük pusulaları atmıştım/k çünkü…



O pusulalar şuydu ey okur ; Hani demiştim ya, anne babamız öğretmen oldukları ve okullarına gitmek zorunda oldukları için küçük bir çocukken kardeşime bakma sorumluluğu binmişti omuzlarıma diye…İşte o günlerde lisede öğretmen olan babamız her sabah küçük kağıtlara yazılar yazardı;  “Yavrularım sabah kalkınca sobanın önünü açın / kapatın, kahvaltınızı iyi yapın, kapıyı camdan bakmadan kesinlikle açmayın..” misali kısa ve anlaşılır cümlelerle…



Şimdi elimizde bu pusulalardan bir tanesi bile yok…

Oysa o kağıtların hepsinde kocaman ömürler vardı…

Oysa o kağıtların hepsinde neler neler vardı…



Barış Manço’yu, İlhan İrem’i, Edip Akbayram’ı yakından gördüğümü hatırlıyordum çocukluk yıllarımdan Susurluk sokaklarında gezerken. Cem Karaca da gelmişti işte…Ben de zaten o emektar teybimizde en çok Cem Karaca’yı dinlerdim… “Küçük kardeş bu sene Siyasala gidecek / paltoya para yok ki o da parka giyecek” diyordu… “Biz görmedik sen görürsün yavrum / didişmeden geçen bir gün mutlaka” diyordu… “Çekti gitti arabayla egzosuna boğuldum ..” diyordu…



Gümbür gümbür diyordu…

Cem Karaca diyordu…



Aradan çok yıllar geçti…

Ben büyüdüm…

Anne babam yaşlandı…

Hatta ben bile , benim kuşağım bile yaşlandı…

Çocuklarım yirmili yaşlara gider oldular neredeyse…



Cem Karaca öldüğünde büyük oğlum 10, küçük oğlum 6 yaşındaydı…

Barış Manço öldüğünde , büyük oğlum 5, küçük oğlum 1 yaşındaydı…



Ama bugün ikisi de, iki oğlum da  Cem Karaca’yı da, Barış Manço’yu da hem biliyorlar hem de dinliyorlar…



İyi biliyorlar…



Elbette çağ başka bir çağ…

Onlardan , o kuşaklardan,  bizim kuşağın Cem Karaca Barış Manço sevgisini beklemek hayal…Bunu beklemek hukukçuların çok sevip lastik ettiği deyimle ‘hayatın doğal akışına aykırı…”



Onlar, o kuşaklar “en çok kendinizi sevin” masallarıyla büyüyen bahtsız çocuklar çünkü…



Fakat ne mutlu ki ikisi de, Cem Karaca da , Barış Manço da  yaşıyor…

Çocuklarımın, çocuklarımızın kuşaklarında bile yaşıyor…

Ölümlerinin üzerinden onlarca yıl geçse de ikisi de yaşıyor…

Yaşayacak da…



Bu toplum onlarca yıl her ikisini de , Barış Manço’yu da Cem Karaca’yı da ayrı kampların silahşoru olarak görmek istese de bugün ikisini de aynı anda seven, özleyen milyonlar var…



Bu az şey midir ?

Çok şeydir…

Çok ama çok şeydir ….



3 yıl önce binbir özenle bir araya getirdiğim gönülden kurulmuş bir ekiple

( murat örem / alper beşe / furkan  gündoğan / deniz demir )  100’ün üzerinde ismi anmıştık bir program serisinde….

Cem Karaca da Barış Manço da ayrı ayrı  olmuştu elbette…

Aşağıda okuyacaklarınız bu program serisindeki Cem Karaca bölümünün  omurgasıdır….



Bu hafta sonu kendinize Cem Karaca ve Barış Manço ziyafeti çekin…



Anadolunun , bu toprakların her şeye rağmen ne kadar büyük bir zenginliğin sentezi olduğunu unutmadan….



İnsanları yumurta gibi birbirleriyle tokuşturmanın matah bir şey olmadığını da hiç ama hiç unutmadan…



Çünkü aynı program serisinde Barış Manço’yu andığımız bölümün sonunda şunu da demiştim ben ; Yaşadıkları yıllarda, dönem dönem karşı karşıya gelen iki büyük sesin  Barış Manço ve Cem Karaca’nın bir programda birbirlerinin gözlerinin içine bakarak karşılıklı  seslendirdikleri  Aşık Veysel  türküsü, uzlaşmayı öğrenen, ortak noktayı yakalayan Türkiye’nin zenginliği ve gururudur belki de…Kimbilir…



         Aşağıdaki yazıyı da , hayatı da biraz böyle okuyun…

         Hayat uzlaşmazlıkların, keskinliklerin, kavgaların  değil ,

dönüp dönüp birbirini anlamak isteme çabalarının sonucudur çünkü…



         Hayat inandığı yolda yürümeyi göze alanların hakettiği bir şeydir çünkü…

         ( murat örem / 8 şubat 2013 / ankara…
           fotoğraf / istanbul bandırma feribotu / 1987...)
                                               .................

SESİNE ANADOLU SIĞAN DERVİŞ ; CEM KARACA



Cem Karaca, 5 Haziran 1945'te Antakya'da dünyaya gelir. Annesi Toto Karaca ve babası Mehmet Karaca dönemin ünlü tiyatro sanatçılarıdır. Cem Karaca'nın da çocukluğu tiyatro kulislerinde geçer. Küçük Cem'in müzikle tanışmasında, annesinin teyzesi olan  Rosa Teyze’nin büyük payı olur ve Cem'e nota eğitimi verir. Bu dönemde operetlerin İstanbul sahnelerinde öne çıkması da Cem Karaca'nın müzikle ilişkisini daha da pekiştirir...Kuliste anne ve babasını beklerken defalarca izlediği operetler kulağında yer eder Cem Karaca’nın.....Küçük Cem büyüyecek,  yıllar sonra Ben Bir Ceviz Ağacıyım Gülhane Parkı’nda şarkısını da söyleyecektir...



Cem Karaca, ilkokuldan sonra Robert Kolej'e kaydolur. Artık yatılı bir öğrencidir...Okuduğu okulun avantajlarından sonuna kadar yararlanır Cem Karaca müzik zevkini geliştirmek için. Radyoda haftanın belli saatlerinde yayınlanan rock müzik programlarını da kaçırmadan dinler. Elvis Presley'in bütün dünyayı saran rüzgarı, Cem Karaca'ya da uzanır elbette....Aynı Cem Karaca,  yıllar sonra yabancı müziğe hayranlık duyduğu günlerin özeleştirisini yapacak ve bir şarkısında Ahmed Arif’in dizelerinde Maviye Çalar Gözlerin  diyecektir....



1962 yılında  Cem Karaca  henüz 17  yaşındadır...Sağlam bir kulağı vardır  ve iyi bir rock dinleyicisidir...Bir gün, vakit geçirmek için gittikleri bir yerde Karaca'nın arkadaşlarından biri,  onu şarkı söylemeye ikna eder. O gün sahnenin büyüsünü yaşayan  Cem Karaca ölümüne kadar bu aşkı içinden atamayacak ve birbirinden etkileyici şarkılarıyla önemli  mihenk taşlarından biri  olacaktır müzik tarihimizde....



Cem Karaca, bu ilk sahne deneyiminden sonra, kendisi gibi müziğe ilgili arkadaşlarıyla birlikte grup kurmaya karar verir. Böylece , adı hayatı boyunca Türkiye'nin önemli müzik gruplarıyla anılacak olan Cem Karaca'nın da içinde olduğu  ilk grup doğar: Dinamitler... Dinamitler'in provaları Cem Karaca'nın evinde yapılır. Popüler batı müziği parçalarından oluşan repertuar hazırlayan grup, Türkiye'de müziğin her dalında emekleri olan  İlham Gencer'in kapısını çalar. Gencer, bu hevesli gençleri beğenir ve destekler. Çeşitli yerlerde sahneye çıkmalarına ön ayak olur ilerleyen zamanlarda....



En büyük uğraşı artık müzik olan Cem Karaca,  annesinden ve yakın çevresinden destek görürken, babası oğlunun müzikle profesyonel ilişki kurmasını hoş karşılamaz. Baba Mehmet Karaca, oğlunun hariciyeci yani dışişlerinde çalışan biri  olmasını ister... Ancak müzikten vazgeçirmek için elinden geleni yapsa da Cem Karaca'nın inadı baskın gelir ve babası da bir süre sonra pes eder...Lübnanlı şair Halil Cibran’ın unutulmaz şiirinde de anlattığı gibi anne babalar yaydır ve çocukları da onların uzaklara attıkları oklar...Ok yaydan çıktıktan sonra anne babaya evlatlarını desteklemek düşmelidir.....Cem Karaca’nın seslendirdiği şarkılardan biri de şair Cahit Külebi’nin unutulmaz şiiri olur yıllar sonra...Senin dudakların pembe / ellerin beyaz / al tut ellerimi bebek / tut biraz....



İki yıla yakın, Dinamitler grubuyla  sahne alan Cem Karaca, 1965'in sonlarına doğru gruptan ayrılarak, ömrü çok kısa süren yeni bir grup kurar: Cem Karaca ve Bekledikleriniz... Grubun kısa sürede dağılmasının nedeni, Cem Karaca'nın, 70'li yıllarla birlikte Türkiye'de elektronik müziğin öncüsü olan Gökçen Kaynatan'ın grubuna katılmasıdır. Yine kısa süren bu ekip çalışmasından sonra Cem Karaca bir süre tiyatroyla ilgilenir. Annesinin tiyatrosunda küçük rollere çıkarken bir yandan da yeni bir grup kurma hazırlığına girişir. Yıllar sonra Cem Karaca’nın  kendi ifadesiyle, “papağan gibi Elvis Presley şarkıları çalan” bu grubun adı Jaguarlar olacaktır.



1964 yılının sonlarında kurulan Jaguarlar, Cem Karaca'nın askere gitmesiyle dağılır. Karaca askerliğini yapacağı yere  doğru yol alırken birkaç aylık evli bir gençtir. Askerlik hayatıysa Cem Karaca'nın müziğe bakışını değiştirir...“Daha önce benim Anadolu hakkında okul kitaplarından başka bir malumatım yoktu” der  Cem Karaca askerlik yıllarında Anadolu'yla tanıştıktan sonra...





İstanbul'da geçen çocukluk ve ilk gençlik yıllarından sonra ilk kez, Türkiye'nin farklı insanlarını ve kültürlerini tanıma imkanı bulur Cem Karaca. Türk Halk şiirinin ve müziğinin içindeki evrensel değerleri görmesi uzun sürmez....Artık yeni bir müziğin zamanıdır Cem Karaca ve Türkiye için....Aynı Cem Karaca yıllar sonra Kardaşlar grubuyla unutulmaz Dadaloğlu’nu seslendirecektir...



Cem Karaca askerlik sonrası bir süre daha tiyatroyla uğraşır. 1967 yılında, ileride Anadolu rock olarak anılacak olan müziğin ilk örneklerini verecek Apaşlar grubunu kurar. Daha doğru ifadeyle, 1960 yılında  kurulan ve 1963'ten sonra değişik isimlerle çalışmalarına devam eden grup,  Cem Karaca ve Apaşlar adıyla bir araya gelmiştir. Cem Karaca ve Apaşlar, o dönemde Türkiye'nin prestijli müzik yarışmalarından olan Altın Mikrofon yarışmasında ikincilik ödülünü alır.



Cem Karaca ve Apaşların  Altın Mikrofon ile başlayan  profesyonel dönemin ilk plağı piyasaya çıkar: Hudey. Yine bir halk ozanının, Pir Sultan Abdal'ın şiirini rock tarzında yorumlar Cem Karaca. Ayrıca sesini gür ve yer yer teatral  tonlamalarla kullanması da dikkat çeker.   Aynı yılın ağustos ayında ikinci plaklarını da kaydederler. Üçüncü plakları olan Ümit Tarlası'nı da birkaç ay sonra piyasaya sürerler.





Cem Karaca ve Apaşlar, plak satışlarından ve özellikle de Anadolu turnesinden biriktirdikleri parayla  Avrupa'ya gitmeye karar verir. Grubun Almanya'da yaptığı 45'liklerden ilk üçü, 1968 yılının Haziran'ının sonundan itibaren ikişer hafta aralıklarla piyasaya çıkar. Bu plaklar sırayla "İstanbul'u dinliyorum", "Oy Babo" ve "İstanbul" adlarını taşır. İstanbul'u Dinliyorum, tanınmış bir Orhan Veli şiiri, Oy Babo ise, toplumcu mesajları olan bir Aşık Mahzuni Şerif eseridir. 



1968 yılının Ağustos’unda Cem Karaca ve Apaşlar'ın üç 45'liği  daha piyasaya çıkar..."Emrah 1979", "Resimdeki Gözyaşları", "Tears". Resimdeki Gözyaşları, 1997 yılında Metin Kaçan'ın Ağır Roman isimli romanından Mustafa Altıoklar'ın sinemaya aktardığı filmin de müzikleri arasında yer alır.



Cem Karaca ve Apaşlar'ın alışılmadık biçimde yaptıkları müzik, geniş kitleler tarafından kabul görür ve başka grupların da Anadolu rock veya Türkçe sözlü rock müziğe yönelmelerini sağlar. Cem Karaca ve Apaşlar'ın müzik sektörüne getirdikleri bir yenilik de kayıt teknolojisinde olur....



Cem Karaca ile Apaşlar'ın yol arkadaşlığı  1970 yılında son bulur...Cem Karaca, Seyhan Karabay'la birlikte Kardaşlar grubunu kurar.. Cem Karaca ve Kardaşlar grubu bu dönemde önemli bir çizgiyi temsil eder. Toplumcu kimliği belirgin bir biçimde ön plana çıkan grup, ülkede yükselmekte olan işçi ve öğrenci hareketleri tarafından da yoğun olarak desteklenir.  Cem Karaca ve Kardaşlar'ın ilk plağı olan Dadoloğlu  kitleleri etkiler...



Daha fazla özgürlük ve yaşama şartları isteyen gruplar Dadaloğlu'nun şiirini fark etmişlerdir:  Ferman padişahın, dağlar bizimdir!



Cem Karaca, özellikle 1970'lerin ikinci yarısında, ideolojik kampların keskinleştiği dönemde, marş ve slogan olarak görülen  şarkılara  imza atar. Ancak genel olarak    müziği ve estetik düzeyi geri plana atmaz Cem Karaca. Aşık Emrah'la başladığı şiir besteleme serüvenine örneklerini de dinlettiğimiz  Ahmed Arif, Nazım Hikmet gibi şairlerle devam eder.....Cem Karaca denince unutulmaz olan şarkılardan biri de sözleri Bedri Rahmi Eyüboğlu’na ait Karadut şarkısıdır elbette....







Türkiye'deki siyasi ve ekonomik gelişmeler, 1970'lerin müzik dünyasında  da hemen karşılığını  bulur. Cem Karaca daha aktif bir siyasi duruşa kayma eğilimindedir ve Kardaşlar grubundan ayrılarak  müzik kariyeri ve kaderini bugün bile yaşayan bir efsane olan  Moğollar'la birleştirme kararını alır.



Cem Karaca ve Moğollar 1974'te büyük bir patlama yapar. Bugün de hala popülerliğini koruyan Namus Belası, bütün listeleri alt üst ederek uzun süre yerini terk etmemek üzere bir numaraya yerleşir.



Namus Belası'nın ülkeyi kasıp kavurduğu günlerde grubun üyesi  Cahit Berkay Fransa'ya gitme kararı alır. Bunun üzerine Cem Karaca, Moğollar'ın basçısı Taner Öngür'ü de yanına alarak 1974 nisanında Dervişan grubunu kurar. Dervişan'la birlikte Cem Karaca en keskin  dönemini yaşamaya başlayacaktır. Çalışmalarının neredeyse hepsinde dolaylı yoldan veya doğrudan var olan sisteme eleştiriler vardır... Politik gerginliğin ve kamplaşmaların dorukta olduğu bu yıllarda Cem Karaca daha da keskin taraftadır artık... Cem Karaca'nın Dervişan'la birlikte 1975 yılında söylediği  Tamirci Çırağı, da unutulmazlar  arasına girer...



1970'lerin ikinci yarısıyla çok daha sertleşen siyasi ortam  Cem Karaca'nın müziğinde görülür.... 1975 yılından ,  bütün seslerin  susturulduğu 12 Eylül 1980'e kadar  Parka, 1 Mayıs Marşı, İşçi Marşı, Şeyh Bedrettin Destanı , Beni Siz Delirttiniz , İhtarname gibi politik eserleriyle  öne çıkar Cem Karaca. Aktif olarak seçim çalışmalarına katılır. Ancak gerginleşen siyaset ortamıyla gruptan kopmalar olur ve Cem Karaca'nın hayatına yeni bir grup katılır: Edirdahan.



Edirdahan, Türkiye’nin batısından doğusuna seslenmeyi sembolize eden Edirne ve Ardahan’ın birleşmiş halidir...Cem Karaca, Edirdahan'la birlikte Anadolu rock'ın yanı sıra, rock-opera denilebilecek ve içlerinde Safinaz  adlı yirmi dakikalık çalışmanın da yer aldığı plaklara imza atar.



.

Takvim 12 Eylül 1980'i gösterdiğinde, adı siyasetle aynı cümlede geçmiş herkes gibi Cem Karaca da arananlar içindedir. Almanya'dadır ve başına gelecekleri bildiği için ülkeye dönmeyi reddeder. Bunun üzerine vatandaşlıktan  çıkarılır. Artık “gurbet” yılları başlamıştır Cem Karaca için de. Yıl 1987 olduğunda aradan geçen yedi koca sene, herkes gibi Cem Karaca’yı da yaşlandırmış, olgunlaştırmış ve keskinliklerini törpülemiştir...



1987 yılında dönemin başbakanının da çabalarıyla yurduna geri döner Cem Karaca...Programın başında dinlettiğimiz Çok Yorgunum şarkısı da ülkesinden uzaktaki özlem yıllarının eseridir....Ddönüşten sonra  çıkardığı albümde yer alan bir başka  Cem Karaca şarkısının sözleri de şair  Orhan Veli Kanık imzasını taşır...Bedava Yaşıyoruz Bedava.



Cem Karaca 1990'lı yıllarda, yine muhalif  müzik yapacağının işaretlerini verir ama döneme de uygun olarak daha dolaylı sürdürür muhalif tavrını. 1992 yılında  yeniden Cahit Berkay'la çalıştığı Nerde Kalmıştık albümünde yer alan Raptiye Rap Rap  isimli Cem Karaca şarkısı , bu bakımdan ilgi çekici bir örnektir. Cem Karaca bu şarkısında darbelerle,  ekonomik ve siyasi krizlerle dolu Türkiye tarihine de , Türk siyasetinin yarım asırlık figürlerine de  müziğiyle eleştiriler getirmektedir yine .....

.

Cem Karaca, 1994 yılında çıkardığı Cemaz-ül-evvel  albümünden itibaren,  eski şarkılarını, kimi zaman yeni düzenlemelerle sunar. 2004 yılında çıkan Söz Vermiş Şarkılar adlı albümde, Murathan Mungan'ın sözlerini yazdığı ve daha önce Yeni Türkü grubu tarafından seslendirilen Göç Yolları adlı şarkıyı seslendirir.



Bu çalışmanın çıkmasından kısa süre sonra , geride kalanlara hoşçakalın diyenler arasındadır  Cem Karaca da ....Tarih  8 Şubat 2004’tür....Elli dokuz yıllık ömür yolculuğu son limandadır....



59 yıllık  hayata yüzlerce eser  sığdırmış, Türkiye'nin yakın tarihine müziğiyle yön verip  ayna tutmuş bir ismi, Cem Karaca'yı andık bugün Canlar Ölesi Değil diyerek....Programın sonunda  Necdet Şen’in Derkenar isimli kendi sitesinde de yer alan yazısından çok kısa bir bölümü paylaşmak istiyoruz...Şunları demiş,  Cem Karaca’yı her zaman gönlünde çok ayrı bir yere koymuş olan  Necdet Şen :



“Ne zaman Cem Karaca'yı görsem televizyon ekranında, ne zaman konserine gitsem, ne zaman kasetini koysam dinlesem, umarsız bir hastalık gibi gelip geçen gençliğim gelir aklıma. ...(...) Leblebi gibi, lokum gibi, ramazan pidesi, boza, cevizli sucuk, çaya batırılmış bisküvi ve irmik helvası gibi, ıhlamur ağaçları, tozlu yollar, tekir sarman arap kediler, sehpa örtüleri, içli türküler gibi, minik neco'nun ait olduğu o uzak dünyadan artakalan değerli bir hatıradır benim için Cem Karaca. Ayrı ayrı patikalarda ama yine de birlikte yürüdük biz bu uzun yolu. Daha gidecek çook yolumuz var.”



(murat örem 2010/değerli alper beşe’nin tarifsiz katkılarıyla…)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder