Çocuktum…Çok bi
çocuktum…
Erişkinliğe adım atmamla birlikte kazanacağım İstanbul
Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi yıllarına çok vardı daha...Hayatımın ilk 17 yılını kesintisiz biçimde
yaşadığım Susurluk’a gelmişti o da konser vermek için…O konser vermek için geldiğinde muhtemelen iki
haneli yaşlarda bile değildim...
İki haneli yaşlarda bile değildim ama 8 yaşından
itibaren bir kardeşe bakmanın belli belirsiz sorumluluğu binmişti
omuzlarıma…Öğretmen anne babamız sabah olunca okullarına giderlerdi ve biz de
benden 4 yaş küçük kız kardeşimle birlikte kalırdık evde. Evlerin bu kadar
konforlu olmadığı zamanlardı. Sabah kalktığınızda sobanın sesi gelirdi . Mutfak
kuzey kutbu kadar soğuk olurdu kış günlerinde bütün sobalı evler gibi…Böyle şubat başında, ortasında
nisan sıcağı da pek yaşanmazdı…
Doğanın dengesi de yengesi de (!) böylesine bozulmamıştı
herhalde daha…
Kardeşimle yalnız uyandığımız zamanlarda 8, 9, 10, 11, 12 yaşın
sorumluluğuyla giderdim mutfağa…Kahvaltı masası genellikle sobalı odada hazır
olurdu. Sobanın üstünde kaynayan çay ya da ıhlamur beklerdi tıslayarak…
Kardeşimin iki lokma yemesine yardımcı olurdum…Sonra bir oyun başlardı
aramızda… “Kahvaltı masasını toplaması benden masayı silmek senden” derdik birbirimize…Kim en çok hangi işi
yapardı şimdi hatırlamıyorum…Muhtemelen Ayşın hatırlar o işbölümünü…Ona
sormadan yazıyorum bunları, cümlelerin ve hikayenin büyüsü bozulmasın diye…
Bir de orta halin biraz üstünde olan bütün evlerde
bulunan siyah bir teyp olurdu yanıbaşımda…Erdal Öz’ün başında olduğu Arkadaş
Kitaplar’ın onlarca kitabını okurken teypten de müzikler, ‘aranjmanlar’ dinlerdim…Müzik dinlerken inanılmaz bir mutlulukla
okuduğum kitaplardaki Fedor Amca, Postacı Peçkin, Küçük Kara Balık, Çingene
Masalları , Lastik Pabuçlar ve daha onlarca isim böyle böyle o günlerde kazındı hafızama…
Bütün bir ömür boyunca yararı ve mutluluğunu çok
gördüğüm kelimelere dans ettirme yeteneğimi , insanları gözlerinin bebeğine
baka baka ikna etme gücümü en çok Erdal
Öz’lü o kitaplara, onların muhteşem diline, çeviri başarılarına , sayfa
düzenlemelerine ve bir de desenlerinin güzelliğine borçluyum bugün bile…
O da yaşarken muhtemelen benim gibi böyle şöylere çok
uzak olsa da söylemek zorundayım ki , cennet varsa eğer, Erdal Öz bizim kuşağın okumayı yazmayı seven
bütün çocuklarının oylarıyla oranın en kıymetli yerindedir…
Kitaplar okurken dinlediğim kasetlerde de ne garip
şarkılar olurdu…Mesela bir şarkının başında telefon çalar esrarengiz bir ses ‘kocanız elimizde’ derdi…Şarkıyı
söyleyen kadın da hikayeyi anlatır ve ‘kocam
ellerinde rehin kaldı’ diye bitirirdi şarkıyı…
Oysa hepimiz,
kocaman bir ülke ,
bir büyük oyunun içinde
1980 yılının eylül ayında
rehin kalmayı yaşayacaktık daha…
Türkiye’nin büyük bir anaforun içine girdiğinin ve
turbun büyüğünün heybede olduğunun farkında
bile olmadığı günlerde 1970’li yılların naifliği içindeydik çoğumuz…
Hayatımdaki manidar pişmanlıklarımdan biridir…
Ivır zıvır her şeyi biriktiren, günlük hayatın tarihine
anılara çok saygılı bir evde büyümeme rağmen o küçük pusulaları atmıştım/k çünkü…
O pusulalar şuydu ey okur ; Hani demiştim ya, anne
babamız öğretmen oldukları ve okullarına gitmek zorunda oldukları için küçük
bir çocukken kardeşime bakma sorumluluğu binmişti omuzlarıma diye…İşte o
günlerde lisede öğretmen olan babamız her sabah küçük kağıtlara yazılar
yazardı; “Yavrularım sabah kalkınca sobanın önünü açın / kapatın, kahvaltınızı
iyi yapın, kapıyı camdan bakmadan kesinlikle açmayın..” misali kısa ve
anlaşılır cümlelerle…
Şimdi elimizde bu pusulalardan bir tanesi bile yok…
Oysa o kağıtların hepsinde kocaman ömürler vardı…
Oysa o kağıtların hepsinde neler neler vardı…
Barış Manço’yu, İlhan İrem’i, Edip Akbayram’ı yakından
gördüğümü hatırlıyordum çocukluk yıllarımdan Susurluk sokaklarında gezerken.
Cem Karaca da gelmişti işte…Ben de zaten o emektar teybimizde en çok Cem
Karaca’yı dinlerdim… “Küçük kardeş bu
sene Siyasala gidecek / paltoya para yok ki o da parka giyecek” diyordu… “Biz görmedik sen görürsün yavrum /
didişmeden geçen bir gün mutlaka” diyordu… “Çekti gitti arabayla egzosuna boğuldum ..” diyordu…
Gümbür gümbür diyordu…
Cem Karaca diyordu…
Aradan çok yıllar geçti…
Ben büyüdüm…
Anne babam yaşlandı…
Hatta ben bile , benim kuşağım bile yaşlandı…
Çocuklarım yirmili yaşlara gider oldular neredeyse…
Cem Karaca öldüğünde büyük oğlum 10, küçük oğlum 6
yaşındaydı…
Barış Manço öldüğünde , büyük oğlum 5, küçük oğlum 1
yaşındaydı…
Ama bugün ikisi de, iki oğlum da Cem Karaca’yı da, Barış Manço’yu da hem biliyorlar
hem de dinliyorlar…
İyi biliyorlar…
Elbette çağ başka bir çağ…
Onlardan , o kuşaklardan, bizim kuşağın Cem Karaca Barış Manço sevgisini
beklemek hayal…Bunu beklemek hukukçuların çok sevip lastik ettiği deyimle ‘hayatın doğal akışına aykırı…”
Onlar, o kuşaklar “en
çok kendinizi sevin” masallarıyla büyüyen bahtsız çocuklar çünkü…
Fakat ne mutlu ki ikisi de, Cem Karaca da , Barış Manço
da yaşıyor…
Çocuklarımın, çocuklarımızın kuşaklarında bile yaşıyor…
Ölümlerinin üzerinden onlarca yıl geçse de ikisi de yaşıyor…
Yaşayacak da…
Bu toplum onlarca yıl her ikisini de , Barış Manço’yu da
Cem Karaca’yı da ayrı kampların silahşoru olarak görmek istese de bugün ikisini
de aynı anda seven, özleyen milyonlar var…
Bu az şey midir ?
Çok şeydir…
Çok ama çok şeydir ….
3 yıl önce binbir özenle bir araya getirdiğim gönülden
kurulmuş bir ekiple
(
murat örem / alper beşe / furkan
gündoğan / deniz demir ) 100’ün üzerinde
ismi anmıştık bir program serisinde….
Cem Karaca da Barış Manço da ayrı ayrı olmuştu elbette…
Aşağıda okuyacaklarınız bu program serisindeki Cem
Karaca bölümünün omurgasıdır….
Bu hafta sonu kendinize Cem Karaca ve Barış Manço
ziyafeti çekin…
Anadolunun , bu toprakların her şeye rağmen ne kadar
büyük bir zenginliğin sentezi olduğunu unutmadan….
İnsanları yumurta gibi birbirleriyle tokuşturmanın matah
bir şey olmadığını da hiç ama hiç unutmadan…
Çünkü aynı program serisinde
Barış Manço’yu andığımız bölümün sonunda şunu da demiştim ben ; Yaşadıkları yıllarda, dönem dönem
karşı karşıya gelen iki büyük sesin
Barış Manço ve Cem Karaca’nın bir programda birbirlerinin gözlerinin
içine bakarak karşılıklı
seslendirdikleri Aşık Veysel türküsü, uzlaşmayı öğrenen, ortak noktayı
yakalayan Türkiye’nin zenginliği ve gururudur belki de…Kimbilir…
Aşağıdaki
yazıyı da , hayatı da biraz böyle okuyun…
Hayat
uzlaşmazlıkların, keskinliklerin, kavgaların
değil ,
dönüp dönüp birbirini anlamak isteme
çabalarının sonucudur çünkü…
Hayat
inandığı yolda yürümeyi göze alanların hakettiği bir şeydir çünkü…
(
murat
örem / 8 şubat 2013 / ankara…
fotoğraf / istanbul bandırma feribotu / 1987...)
fotoğraf / istanbul bandırma feribotu / 1987...)
.................
SESİNE ANADOLU SIĞAN DERVİŞ ; CEM KARACA
SESİNE ANADOLU SIĞAN DERVİŞ ; CEM KARACA
Cem Karaca, 5 Haziran 1945'te Antakya'da dünyaya gelir.
Annesi Toto Karaca ve babası Mehmet Karaca dönemin ünlü tiyatro sanatçılarıdır.
Cem Karaca'nın da çocukluğu tiyatro kulislerinde geçer. Küçük Cem'in müzikle
tanışmasında, annesinin teyzesi olan Rosa Teyze’nin büyük payı olur ve Cem'e nota
eğitimi verir. Bu dönemde operetlerin İstanbul sahnelerinde öne çıkması da Cem
Karaca'nın müzikle ilişkisini daha da pekiştirir...Kuliste anne ve babasını
beklerken defalarca izlediği operetler kulağında yer eder Cem Karaca’nın.....Küçük
Cem büyüyecek, yıllar sonra Ben Bir Ceviz Ağacıyım Gülhane Parkı’nda
şarkısını da söyleyecektir...
Cem Karaca, ilkokuldan sonra Robert Kolej'e kaydolur.
Artık yatılı bir öğrencidir...Okuduğu okulun avantajlarından sonuna kadar yararlanır
Cem Karaca müzik zevkini geliştirmek için. Radyoda haftanın belli saatlerinde
yayınlanan rock müzik programlarını da kaçırmadan dinler. Elvis Presley'in
bütün dünyayı saran rüzgarı, Cem Karaca'ya da uzanır elbette....Aynı Cem Karaca,
yıllar sonra yabancı müziğe hayranlık
duyduğu günlerin özeleştirisini yapacak ve bir şarkısında Ahmed Arif’in
dizelerinde Maviye Çalar Gözlerin
diyecektir....
1962 yılında Cem
Karaca henüz 17 yaşındadır...Sağlam bir kulağı vardır ve iyi bir rock dinleyicisidir...Bir gün,
vakit geçirmek için gittikleri bir yerde Karaca'nın arkadaşlarından biri, onu şarkı söylemeye ikna eder. O gün sahnenin büyüsünü
yaşayan Cem Karaca ölümüne kadar bu aşkı
içinden atamayacak ve birbirinden etkileyici şarkılarıyla önemli mihenk taşlarından biri olacaktır müzik tarihimizde....
Cem Karaca, bu ilk sahne deneyiminden sonra, kendisi
gibi müziğe ilgili arkadaşlarıyla birlikte grup kurmaya karar verir. Böylece , adı
hayatı boyunca Türkiye'nin önemli müzik gruplarıyla anılacak olan Cem Karaca'nın
da içinde olduğu ilk grup doğar: Dinamitler... Dinamitler'in
provaları Cem Karaca'nın evinde yapılır. Popüler batı müziği parçalarından
oluşan repertuar hazırlayan grup, Türkiye'de müziğin her dalında emekleri olan İlham
Gencer'in kapısını çalar. Gencer, bu hevesli gençleri beğenir ve
destekler. Çeşitli yerlerde sahneye çıkmalarına ön ayak olur ilerleyen
zamanlarda....
En büyük uğraşı artık müzik olan Cem Karaca, annesinden ve yakın çevresinden destek
görürken, babası oğlunun müzikle profesyonel ilişki kurmasını hoş karşılamaz. Baba
Mehmet Karaca, oğlunun hariciyeci yani dışişlerinde çalışan biri olmasını ister... Ancak müzikten vazgeçirmek
için elinden geleni yapsa da Cem Karaca'nın inadı baskın gelir ve babası da bir
süre sonra pes eder...Lübnanlı şair Halil Cibran’ın unutulmaz şiirinde de
anlattığı gibi anne babalar yaydır ve
çocukları da onların uzaklara attıkları oklar...Ok yaydan çıktıktan
sonra anne babaya evlatlarını desteklemek düşmelidir.....Cem Karaca’nın
seslendirdiği şarkılardan biri de şair Cahit Külebi’nin unutulmaz şiiri olur
yıllar sonra...Senin dudakların pembe /
ellerin beyaz / al tut ellerimi bebek / tut biraz....
İki yıla yakın, Dinamitler grubuyla sahne alan Cem Karaca, 1965'in sonlarına doğru
gruptan ayrılarak, ömrü çok kısa süren yeni bir grup kurar: Cem Karaca ve Bekledikleriniz... Grubun
kısa sürede dağılmasının nedeni, Cem Karaca'nın, 70'li yıllarla birlikte
Türkiye'de elektronik müziğin öncüsü olan Gökçen
Kaynatan'ın grubuna katılmasıdır. Yine kısa süren bu ekip çalışmasından
sonra Cem Karaca bir süre tiyatroyla ilgilenir. Annesinin tiyatrosunda küçük
rollere çıkarken bir yandan da yeni bir grup kurma hazırlığına girişir. Yıllar
sonra Cem Karaca’nın kendi ifadesiyle, “papağan gibi Elvis Presley şarkıları
çalan” bu grubun adı Jaguarlar
olacaktır.
1964 yılının sonlarında kurulan Jaguarlar, Cem
Karaca'nın askere gitmesiyle dağılır. Karaca askerliğini yapacağı yere doğru yol alırken birkaç aylık evli bir
gençtir. Askerlik hayatıysa Cem Karaca'nın müziğe bakışını değiştirir...“Daha önce benim Anadolu hakkında okul
kitaplarından başka bir malumatım yoktu” der Cem Karaca askerlik yıllarında Anadolu'yla
tanıştıktan sonra...
İstanbul'da geçen çocukluk ve ilk gençlik yıllarından
sonra ilk kez, Türkiye'nin farklı insanlarını ve kültürlerini tanıma imkanı
bulur Cem Karaca. Türk Halk şiirinin ve müziğinin içindeki evrensel değerleri
görmesi uzun sürmez....Artık yeni bir müziğin zamanıdır Cem Karaca ve Türkiye
için....Aynı Cem Karaca yıllar sonra Kardaşlar
grubuyla unutulmaz Dadaloğlu’nu seslendirecektir...
Cem Karaca askerlik sonrası bir süre daha tiyatroyla
uğraşır. 1967 yılında, ileride Anadolu
rock olarak anılacak olan müziğin ilk örneklerini verecek Apaşlar grubunu kurar. Daha doğru
ifadeyle, 1960 yılında kurulan ve
1963'ten sonra değişik isimlerle çalışmalarına devam eden grup, Cem Karaca ve Apaşlar adıyla
bir araya gelmiştir. Cem Karaca ve Apaşlar, o dönemde Türkiye'nin prestijli
müzik yarışmalarından olan Altın
Mikrofon yarışmasında ikincilik ödülünü alır.
Cem Karaca ve Apaşların Altın Mikrofon ile
başlayan profesyonel dönemin ilk plağı
piyasaya çıkar: Hudey. Yine
bir halk ozanının, Pir Sultan Abdal'ın şiirini rock tarzında yorumlar Cem
Karaca. Ayrıca sesini gür ve yer yer teatral tonlamalarla kullanması da dikkat çeker. Aynı yılın ağustos ayında ikinci plaklarını
da kaydederler. Üçüncü plakları olan Ümit
Tarlası'nı da birkaç ay sonra piyasaya sürerler.
Cem Karaca ve Apaşlar, plak satışlarından ve özellikle
de Anadolu turnesinden biriktirdikleri parayla Avrupa'ya gitmeye karar verir. Grubun
Almanya'da yaptığı 45'liklerden ilk üçü, 1968 yılının Haziran'ının sonundan
itibaren ikişer hafta aralıklarla piyasaya çıkar. Bu plaklar sırayla "İstanbul'u dinliyorum",
"Oy Babo" ve "İstanbul" adlarını
taşır. İstanbul'u Dinliyorum, tanınmış bir Orhan Veli şiiri, Oy Babo ise,
toplumcu mesajları olan bir Aşık Mahzuni Şerif eseridir.
1968 yılının Ağustos’unda Cem Karaca ve Apaşlar'ın üç
45'liği daha piyasaya çıkar..."Emrah 1979", "Resimdeki
Gözyaşları", "Tears". Resimdeki Gözyaşları, 1997 yılında
Metin Kaçan'ın Ağır Roman isimli
romanından Mustafa Altıoklar'ın sinemaya aktardığı filmin de müzikleri arasında
yer alır.
Cem Karaca ve Apaşlar'ın alışılmadık biçimde yaptıkları
müzik, geniş kitleler tarafından kabul görür ve başka grupların da Anadolu rock veya Türkçe sözlü rock
müziğe yönelmelerini sağlar. Cem Karaca ve Apaşlar'ın müzik sektörüne
getirdikleri bir yenilik de kayıt teknolojisinde olur....
Cem Karaca ile Apaşlar'ın yol arkadaşlığı 1970 yılında son bulur...Cem Karaca, Seyhan
Karabay'la birlikte Kardaşlar
grubunu kurar.. Cem Karaca ve Kardaşlar grubu bu dönemde önemli bir çizgiyi
temsil eder. Toplumcu kimliği belirgin bir biçimde ön plana çıkan grup, ülkede
yükselmekte olan işçi ve öğrenci hareketleri tarafından da yoğun olarak
desteklenir. Cem Karaca ve Kardaşlar'ın
ilk plağı olan Dadoloğlu kitleleri etkiler...
Daha fazla özgürlük ve yaşama şartları isteyen gruplar
Dadaloğlu'nun şiirini fark etmişlerdir: Ferman padişahın, dağlar bizimdir!
Cem Karaca, özellikle 1970'lerin ikinci yarısında,
ideolojik kampların keskinleştiği dönemde, marş ve slogan olarak görülen şarkılara imza atar. Ancak genel olarak müziği
ve estetik düzeyi geri plana atmaz Cem Karaca. Aşık Emrah'la başladığı şiir
besteleme serüvenine örneklerini de dinlettiğimiz Ahmed Arif, Nazım Hikmet gibi şairlerle devam
eder.....Cem Karaca denince unutulmaz olan şarkılardan biri de sözleri Bedri
Rahmi Eyüboğlu’na ait Karadut
şarkısıdır elbette....
Türkiye'deki siyasi ve ekonomik gelişmeler, 1970'lerin
müzik dünyasında da hemen karşılığını bulur. Cem Karaca daha aktif bir siyasi duruşa
kayma eğilimindedir ve Kardaşlar grubundan ayrılarak müzik kariyeri ve kaderini bugün bile yaşayan
bir efsane olan Moğollar'la birleştirme kararını alır.
Cem Karaca ve Moğollar 1974'te büyük bir patlama yapar.
Bugün de hala popülerliğini koruyan Namus
Belası, bütün listeleri alt üst ederek uzun süre yerini terk etmemek
üzere bir numaraya yerleşir.
Namus Belası'nın ülkeyi kasıp kavurduğu günlerde grubun üyesi
Cahit Berkay Fransa'ya gitme kararı
alır. Bunun üzerine Cem Karaca, Moğollar'ın basçısı Taner Öngür'ü de yanına
alarak 1974 nisanında Dervişan
grubunu kurar. Dervişan'la birlikte Cem Karaca en keskin dönemini yaşamaya başlayacaktır.
Çalışmalarının neredeyse hepsinde dolaylı yoldan veya doğrudan var olan sisteme
eleştiriler vardır... Politik gerginliğin ve kamplaşmaların dorukta olduğu bu
yıllarda Cem Karaca daha da keskin taraftadır artık... Cem Karaca'nın
Dervişan'la birlikte 1975 yılında söylediği Tamirci
Çırağı, da unutulmazlar arasına
girer...
1970'lerin ikinci yarısıyla çok daha sertleşen siyasi ortam
Cem Karaca'nın müziğinde görülür....
1975 yılından , bütün seslerin susturulduğu 12 Eylül 1980'e kadar Parka,
1 Mayıs Marşı, İşçi Marşı, Şeyh Bedrettin Destanı , Beni Siz Delirttiniz ,
İhtarname gibi politik eserleriyle öne çıkar Cem Karaca. Aktif olarak seçim
çalışmalarına katılır. Ancak gerginleşen siyaset ortamıyla gruptan kopmalar
olur ve Cem Karaca'nın hayatına yeni bir grup katılır: Edirdahan.
Edirdahan, Türkiye’nin batısından doğusuna seslenmeyi
sembolize eden Edirne ve Ardahan’ın birleşmiş halidir...Cem Karaca,
Edirdahan'la birlikte Anadolu rock'ın yanı sıra, rock-opera denilebilecek ve içlerinde
Safinaz adlı yirmi dakikalık çalışmanın da yer aldığı plaklara
imza atar.
.
Takvim 12 Eylül 1980'i gösterdiğinde, adı siyasetle aynı
cümlede geçmiş herkes gibi Cem Karaca da arananlar içindedir. Almanya'dadır ve
başına gelecekleri bildiği için ülkeye dönmeyi reddeder. Bunun üzerine
vatandaşlıktan çıkarılır. Artık “gurbet”
yılları başlamıştır Cem Karaca için de. Yıl 1987 olduğunda aradan geçen yedi
koca sene, herkes gibi Cem Karaca’yı da yaşlandırmış, olgunlaştırmış ve keskinliklerini
törpülemiştir...
1987 yılında dönemin başbakanının da çabalarıyla yurduna
geri döner Cem Karaca...Programın başında dinlettiğimiz Çok Yorgunum şarkısı da ülkesinden uzaktaki özlem yıllarının
eseridir....Ddönüşten sonra çıkardığı
albümde yer alan bir başka Cem Karaca
şarkısının sözleri de şair Orhan Veli
Kanık imzasını taşır...Bedava Yaşıyoruz Bedava.
Cem Karaca 1990'lı yıllarda, yine muhalif müzik yapacağının işaretlerini verir ama
döneme de uygun olarak daha dolaylı
sürdürür muhalif tavrını. 1992 yılında yeniden Cahit Berkay'la çalıştığı Nerde Kalmıştık albümünde yer
alan Raptiye Rap Rap isimli Cem Karaca şarkısı , bu bakımdan ilgi
çekici bir örnektir. Cem Karaca bu şarkısında darbelerle, ekonomik ve
siyasi krizlerle dolu Türkiye tarihine de , Türk siyasetinin yarım asırlık figürlerine
de müziğiyle eleştiriler
getirmektedir yine .....
.
Cem Karaca, 1994 yılında çıkardığı Cemaz-ül-evvel albümünden itibaren, eski şarkılarını, kimi zaman yeni
düzenlemelerle sunar. 2004 yılında çıkan Söz
Vermiş Şarkılar adlı albümde, Murathan Mungan'ın sözlerini yazdığı ve
daha önce Yeni Türkü grubu tarafından seslendirilen Göç Yolları adlı şarkıyı seslendirir.
Bu çalışmanın çıkmasından kısa süre sonra , geride
kalanlara hoşçakalın diyenler
arasındadır Cem Karaca da ....Tarih 8 Şubat 2004’tür....Elli dokuz yıllık ömür
yolculuğu son limandadır....
59 yıllık hayata yüzlerce
eser sığdırmış, Türkiye'nin yakın
tarihine müziğiyle yön verip ayna tutmuş
bir ismi, Cem Karaca'yı andık bugün Canlar Ölesi Değil diyerek....Programın
sonunda Necdet Şen’in Derkenar isimli kendi sitesinde
de yer alan yazısından çok kısa bir bölümü paylaşmak istiyoruz...Şunları demiş,
Cem Karaca’yı her zaman gönlünde çok
ayrı bir yere koymuş olan Necdet Şen :
“Ne zaman Cem Karaca'yı görsem
televizyon ekranında, ne zaman konserine gitsem, ne zaman kasetini koysam
dinlesem, umarsız bir hastalık gibi gelip geçen gençliğim gelir aklıma.
...(...) Leblebi gibi, lokum gibi, ramazan pidesi, boza, cevizli sucuk, çaya
batırılmış bisküvi ve irmik helvası gibi, ıhlamur ağaçları, tozlu yollar, tekir
sarman arap kediler, sehpa örtüleri, içli türküler gibi, minik neco'nun ait
olduğu o uzak dünyadan artakalan değerli bir hatıradır benim için Cem Karaca.
Ayrı ayrı patikalarda ama yine de birlikte yürüdük biz bu uzun yolu. Daha
gidecek çook yolumuz var.”
(murat örem 2010/değerli alper beşe’nin tarifsiz katkılarıyla…)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder