- trabzon / atatürk köşkü/2007
yıl 1998….
güneşli mi kasvetli mi olduğuna karar
verememiş “ekim” günü…iki numaralı evlat arda erhan doğalı yalnızca günler olmuş…“bebek” daha adı…daha da güzel bir ifadeyle “umurun
kardeşi…” günler geçmiş ama daha adını koymamışız evdeki bebeğin…durumu
yadırgayıp takılanlar var ; okula
kaydetmeniz için bir adı olması lazım diye…hatta akraba olmayıp haddini de bilmeyip; “istenmeden
mi oldu…bu bebeğin adı olmayacak mı” diye sorularla kendini komik sanan densizler de var…densize ne yapılır…? ya yok
sayar yürür gidersin ya da
izmirlilerin tabiriyle asfalyaların attıysa keyfin de yerindeyse öyle kallavi
bir cümle edersin ki kırk kaleci çıkaramaz attığın röveşatayı…ben ikinci gruptan oldum daha çok! mesela,
bu soruya tam da şöyle bir cevap vermişliğim vardır densizlerin gözünün
içine baka baka; herkes aklının darası kadar espri yapsın, hadi hemen iç çayını düş yoluna, selametle…misali…
aslında evdeki bebeğe hemen isim
koymayarak taammüden yaptığım ilk evlat umur
örsanda da olduğu gibi bu konuda önceliği annesine bırakmaktı… umurun
kardeşi olan bebeğin ilk ismini de yine o koyacak, ben de sonra ikinci ismi ekleyecektim...ikinci
isim daha çok kağıt üstünde kalacaktı ama olsun varsındı..ben de, isimler belli olduktan sonra gerekenleri yapacaktım nüfus cüzdanı
şu bu diye...
burada bir parantez açalım; bence, aylarca taşıyıp bin ezayla doğurduğu bebeğinin
ismini koymak öncelikle annenin hakkı…bunun tartışılacak bir tarafı yok ve ben bu kararımı iki evladımda da gönülden uyguladım…geleneksel toplumların
üzerinde gölge gibi duran, bebeğin ismini ailenin en büyüğü koysun,
dedeye nineye ayıp olur bir de onların adı da olsun misali manevi zorlamalara da çok karşıyım…hatta amiyane
tabirle söylersem bu feodal anlayışa enikonu ayar oluyorum…
parantezi kapatarak devam edelim, işte bu
nedenlerle arda erhanın şimdilik evdeki adı hala, bebek veya umurun
kardeşi…bu tanımı günlerdir daha bastıra bastıra
söylüyoruz evde çünkü umur biraz sıkıntılı…biraz huysuz…biraz demek lafın
gelişi tabi ki:) evdeki dengeler ister istemez değişmiş...habire her türlü sesi ve kokuyu
çıkaran yeni bir canlı var evde ve bu umurun beslediği balıklara,
civcivlere falan da benzemiyor… evdeki yeni canlı:) habire rol çalıyor…daima ve daimi bir ilgi istiyor, mama istiyor…meme
istiyor…uyutulmak istiyor…uyandırılmak istiyor…bez istiyor…istiyor da
istiyor…umur da alışmış yıllar boyunca annesinin babasının halasının yalnızca onunla ilgilenmesine…hal
böyle olunca büyükler falan umura döndürüyor sürekli sahne ışıklarını gönlü
olsun diye…power rangersler alınıyor sıra sıra dizi dizi…ama bakıyorum yetmiyor
bunlar…hala çok gergin ve mutsuz umur…hala kara kara bakıyor umurun o güzelim
ela / yeşil gözleri…
bir gün iş dönüşü, çok bunaldığım ve bir çözüm yolu aradığım
anlarda yıllardır farkında olmadan yaptığım gibi gözümü kısıp boynumu eğiyorum
ve topa daha sert gir murat
örem, koşulsuz şartsız umurun
yanında olduğunu çok belli ederek topa daha sert gir diyorum kendi kendime…zaten hep
sahadayım da biraz daha farklı davranmak gerekiyor artık…ama benim de tatlı bir
derdim var… yaşıtlarıma ve ülke ortalamasına kıyasla hakikaten çok yüksek ekonomik standartlarda çalıştığım anadolu
ajansıyla centilmence el sıkışıp kendimce daha fazla önemsediğim bir
başka kuruma geçmenin telaşındayım…bir yıldır hem devam eden işimde çalışmış hem de elli tane
sınavdan geçmişim…son virajdayım…mülakatta kaybedersem anadolu ajansında devam edeceğim, bu konuda hiçbir sorun yok ama gönlüm akmış
artık başka bir yere…laf aramızda fırsatını buldukça çok yere akan bir gönül
oldu benimki de yarım asırdır:) tebdili
mekanda ferahlık varmış diyenlerin
sesi de habire kulağımda…hasılı kelam dokuz ayın çarşambası bir güne
sığmış işte…
ben umur için topa daha sert gireceğim fakat arda
erhan hakikaten öyle güzel bir bebek ki daha doğduğu andan itibaren
gözünde kaşında yüzünde hatta etrafında bir hare var…yusyuvarlak altın top gibi
kafası nasıl mütenasip nasıl uyumlu…o kafanın üzerinde sapsarı tel tel
saçlar…kibrit çöpü gibi incecik
parmaklar…ardanın ellerinin, gitar mitar derken norveçli balıkçıların! hart hart ellerine benzemesine daha zaman
var:) gözleri yumuk yumuk…daha gözlerinin masmavisi baskınlaşmamış ama
tıpkı umur gibi ardanın da renkli gözlü
olma ihtimali çok yüksek…çünkü iki dedesi de öyle…baba tarafım da hakeza...gamsızlığımdan olacak,
yıllar sonra fark etmiştim ama
çocukların annelerinin gözleri de mavi mavi boncuk boncuk zaten...yine yıllar sonra iyiden iyiye fark edecektim, o mavi boncuk gözlerin çok bunalttığımda bir bahaneyle saniyeler içinde nasıl gri ve kocaman kuyulara dönüvereceğini....
umurun ilk yıllarında yani kendi çocuğum da dahil, bebeklerle öyle agu magu lagalugası yapmamış
hatta yapanları da hiç sevmemiş bir adam olarak ben bile tav oluyorum evdeki
bebeğin bu çok sevimli hallerine ama tutuyorum kendimi…gözüm habire umurda,
habire frende…umurun karnını kıskançlıktan daha da ağrıtmanın alemi yok
!!!
-gittiği yerde huzur içinde yatası bedia
örem babaannem aylar sonra bizi ve çocukları ilk gördüğünde , koca balıkesirlilerin o içten ağzıyla bir ani ani ani çekmiş, sonra da şu cümleyi etmişti; “kurutmuşsunuz bu çocuğu…kardeşini kıskanmaktan çöpe dönmüş umurum
benim…gözünün feri sönmüş…hiç mi dikkat etmediniz…olur mu hiç böyle…” boşa değildi babaannemin bu serzenişi…üçer
beşer yıl arayla üç erkek evlat yetiştirmiş olmanın tecrübesiyle edivermişti bu
cümleleri…babaannem beni zaten hep çok sevdi de, ben de onu apayrı sevdim de, liseli zamanlarımızdan beri evine birlikte girip çıktığımız çocukların annesini de çok ayrı sevdiği için
etmişti bu içten cümleyi…-
- umurun karnının ağrıyıp çöpe döndüğü zamanları-
umurun karnı daha az ağrısın diye topa daha sert
gireceğim ya, bir gün öncesinde annesini de haberdar ederek zamanı gelince aldım umuru karşıma açtım ağzımı kocaman
kocaman ve argo argo başladım anlatmaya…
aradan neredeyse 20 yıl geçti ama
kelimelerimizin sırası bile aklımda;
“ umur, oğlum, bu herif de artık bizimle yaşamak zorunda…ne
atılır ne satılır…zaten
tipsiz de bir herif…tipini de geçtim,
verdiği zarardan ben bile bıktım…kokusu ayrı kakası ayrı zırlaması ayrı…
annenden ve bizden de çaldığı zamanları ayrı…bak oğlum senden daha çok sinir
oluyorum ben bu tipsiz herife…ama biz iyi insanlarız…iyi insanlar
kendilerine ihtiyaç duyulduğunda arkalarını dönmezler…ve onun bebek olarak bize
çok ihtiyacı var…nasıl akvaryumundaki balığının da sana ihtiyacı vardı,
işte onun gibi bir şey…bebekler kendi
başına yaşayamaz…büyümesi de lazım…ne kadar çabuk büyürse bize olan yükü o
kadar çabuk azalır…istersen
şimdilik ikimiz de hiç sevmeyelim onu ama kötü de davranmayalım…hatta oyunlarda onu yok
sayalım…keyfimizi kaçırmasın…biz baba oğul olarak yine gezer tozarız…o da kendi
halinde büyür…ama biz iyi insanlar olarak , onun ne ihtiyacı varsa
karşılarız…aç bırakmayız altına ettiğinde falan da ağzımıza geleni
söyleriz…kusura bakmasın…ne hali varsa görür…biz onu sevmeyelim…annen de daha
fazla ilgilendiğinde annenin onu daha çok sevdiğini düşünme bunu yapmak zorunda
çünkü o da iyi bir insan…ama
umur, bu tipsiz herif büyüdükçe kendini sevdirmeyi
başarırsa da bunu birbirimize
söyleyelim…kendini sevdirirse o kazanır…ne dersin
umurcum…”
ben bu cümleleri sıraladıkça baktım bir ışık
geldi umurun yüzüne…yavaş yavaş dağıldı yüzündeki bulutlar…küçüklüğünden
beri, bin çekirdek işlemciyle çalışan
zehir gibi beyninde kimbilir saniyeler içinde neleri tarttı umur daha o yaşındaki haliyle…ama yüzüne bir ışık
geldi…tamam baba aslında ben de senin gibi bu
bebeği sevmiyorum ama yine de tatlı bir tarafı var sanki…dedi…tatlı kelimesini de ikinci t harfini
yutarak söyledi ve o tonlaması bile aklımda…umurdan bu cümleyi duyduğumda içimden
içimden olacak bu iş murat örem dedim…kocaman
simsiyah bir tabakada küçücük bir delik açtık…şimdi mesele o deliği büyütüp
içeri girecek ışığı artırmada…ama o kocaman siyah tabakayı birden yırtarsak
nasıl gözler ani ışıktan dolayı bir süre görmez olursa, bu deliği büyütürken hiç ama hiç acele etmemek
lazım.. usulca ve yumuşak bir sesle devam ettim ben yine;
“ umur sen benim ilk oğlumsun…
ilk gözağrımsın…
bu tipsiz bebek seni asla GEÇEMEZZZ…
çünkü o büyürken sen de büyüyeceksin!
ve sen hep DAHA BÜYÜK
olacaksın…
ben de
en çok seni seveceğim…
bunu hiç unutma…
ama şunu da unutma, bu tipsiz herif biraz büyüdüğünde sana iyi
oyun arkadaşı olabilir…o
yüzden kendini sevdirirse biz de zamanla onu severiz…sevdirmezse kendi bilir… eğer
senin gibi akıllı biriyse bunu başarır…başaramazsa da kendine bakıp yemeğini
yiyip çişini yapacak yaşa geldiği için, bize yük olmadan bir kenarda yaşar gider…”
umur yine saniyeler içinde düşündü ve
sonra ;
baba şimdilik sevmesek bile haksızlık
edemeyiz…
insanlara şans vermek lazım…
hem o benim kardeşim…
ne de olsa sizin de ikinci oğlunuz…
benim GERÇEK fikrim
bu… dedi...
bu cümleleri kelimesi kelimesine kurduğunda ve benim kelimesiyle fikrim kelimesi arasına GERÇEK kelimesini tam yerine şak diye yerleştirdiğinde yalnızca 4 buçuk
yaşındaydı umur…şu anda yazarken bile tepeden tırnağa titretiyor beni bu
feylesof cümlesi umurumun…
aslında umur karnının ağrımasında çok haklıydı…kuzguna yavrusu anka görünürmüş
amma, hakikaten şu yaşıma kadar
gördüğüm on binlerce bebekten çok daha güzel ve albenisi başka olan bir bebekti arda erhan... iki
çocuğumuz da büyürken onları gözlemleme şansı olan herkesten de onlarca kere
duyduk ki;
umur örsan güzel bir bebek ve çocuktu
ama
arda erhan çok çok güzel bir bebek ve çocuktu...
-2002 aydın çine yolu çöp şiş sefası-
sonra aradan yıllar geçti…
o tipsiz bebek:) kendini herkese
sevdirmeyi de başardı…
evde, okulda, sokakta, gitar başında, hayatta
herkes sevdi onu…
anneleri yıllar boyunca zaten hep hazırdı onları yalnızca sevmeye…
eh ben de babaları olarak evlatlarını seven ve çok emek veren
baba oldum…
- kavun kafa ardayla ahlatlıbel zamanları / 2004-
daha 4 buçuk yaşındayken filozof gibi “baba şimdilik sevmesek bile ona haksızlık
edemeyiz…insanlara şans vermek lazım…”
diyen umur örsan da benim o cümlelerimden sonra gün gün
rahatlayarak çok sevdi kardeşini…güzel mi güzel bir ağabey oldu….
ve arda erhan da hep içtenlikle ilikledi
ağabeyi umur örsanın önünde akıl fikir insanlık ve gönül ceketini…neredeyse 20 yıl içinde beş kere bile kavga
ettiklerini, birbirlerine yan baktıklarını ters bir cümle kurduklarını görmedik
biz, umur örsanla arda erhanın anne
babaları olarak…elbette ikisi de melek değildi…ilk yıllarında umurun ardayı
iğnelemeleri de çoktu biraz da benim hınzırlığımdan da güç alarak…o kadarı da
kadı kızında bile olmalı zaten….
belki de, anne babaları olarak ikimiz, yağmur kar güneş deniz dağ
demeden her fırsatta birbirimizle didişmeyi öylesine geleneksel! hale getirmiştik ki çocuklara sıra
gelmedi, biz onlardan bencilce rol çaldık…ikisi de yıllardır anne
babalarının geleneksel olimpik didişmelerinden:) öylesine bunalıp doymuşlardı ki ya
ihtiyaç duymamışlardı birbirleriyle didişmeye:) ya da sıra gelmemişti :) buna rağmen ergenlikleri dahil en ufak bir terbiyesizlikleri şımarıklıkları edebsizlikleri olmadı ikisinin de...yapsalardı da haklarıydı...
ben bu çocuklara , iki evladıma nasıl ciğerimden pereştiş olmam...
nasıl...
sonra aradan yıllar geçti…
develer tellal oldu…
pireler berber oldu…
umur örsan, üniversitenin
mezuniyet kapısında duran sakallı
bıyıklı çok yakışıklı bir genç adam
oldu…arda
erhan, yani büyükbabaları ibrahim balkanın o çok güzel ve sevgi dolu tanımlamasıyla berbat süleyman diye sevdiği arda
erhan da üniversite kapısından içeri
giren ama ağabeyine göre çok daha az:)
sakallı ve bıyıklı ve en
az ağabeyi kadar yakışıklı bir genç adam
oldu…ikisinin de yakışıklılığının yanında babalarının ne mutlu ki esamisi bile okunmaz oldu....
abi kardeş/eskişehir / eylül 2016/
umur
örsan ve arda erhan gün gün büyürken, babaları
da yaşadı yaş aldı kocaldı…saçının sakalının beyazları siyahlarını kat kat geçti...murat
örem de neredeyse “ çok şükür çok şükür ölsem de gam yemem
artık …” yaşlarına geldi…
sonra aradan yıllar geçti…
develer tellal oldu…
pireler berber oldu…
murat
örem de en iyi kalpli üvey ana, ankarayı bekledi…
türkiyeyi
bekledi…
türkçesiyle
yarenlik etti…
aradan yıllar geçtikçe okumaya yazmaya kendini
bildiğinden beri meftun bir adam olarak yaşananları hatırlayabildiği kadarıyla ve kendi
dahil kimseye iltimas geçmeden ve kimseleri
birikmiş duygularla hedefe
koymadan kaleme / klavyeye daha
sık alır oldu murat örem…
istedi ki ; bu yazıları okuyanlar
bir evin penceresinden içeri insani merakla bakmanın tatlı
hazzıyla yetinmesin…olan
bitenlerden kendilerince dersler çıkarsın…istedi ki murat örem , yarın kendileri de anne baba
olduklarında, torun torba sahibi olma yoluna girdiklerinde bu cümlelerden bir
ikisi küpe diye kalsın kulaklarında okuyanların, okurların…buna rağmen okurlar
içinden sen bu olayları yanlış hatırlayıp taraflı anlatıyorsun kendini
kayırıyorsun diyenler varsa da
onlara da itirazlarına da kapısı bacası her daim açık murat öremin…
ne demiş eskiler; halep oradaysa arşın burada:)
aslında ve çünkü sevgili
okurlar
isimler mekanlar zamanlar değişse de
aslında hayat hep aynı şeyi söyler…
ve karl marksın onlarca yıl önce dediği gibi
“anlatılanlar aslında hepimizin hayatıdır / hepimizin hikayesidir…”
ardanın tabiriyle dolambaçlı ama çok keyifli yazıyı bitirip torbanın ağzını
bağlarken şunu da ekleyeyim;ben çok mutlu bir baba oldum…çok çok çok mutlu bir baba…iki evladımla sohbetimi de ettim, sitemi de yaşadım kavgayı da gördüm...her şeyi hep sarih ve sahih yaşadım ikisiyle de....aramıza kim katılmak istediyse de çarpmadık kapıyı kimsenin suratına...bütün bunlara ve yeryüzü ve gökyüzü ve tarih şahittir, kosmos şahittir…onlarca yılı geçirdiğim anneleri de şahittir…
- eylül 2016 / ankara / botanica / iki oğul bir baba-
ama yine de bana sorarsanız ,
bir
erkek bu kadar zalim bir dünyaya çocuk
getirmeye vesile olmamalı…
fakat
bir kez getirdiyse eğer, iliğine
kemiğine kadar da baba olmalı…
benim yapmaya çalıştığım yalnızca bu oldu…
bundan sonra da bu olacak...
bütün faniler gibi elbette hatalarım da
olmuştur hem de çok…
zaten hatasız olsaydık zaafsız olsaydık bu dünyada
işimiz neydi…
insan hatalı olsun, zaaflı olsun kabulümdür…
hatta daha çok kabulümdür…
hatalı insan daha güzeldir çünkü...
yeter ki insan olsun...
ve insan yeter ki kötü olmasın…
basit olmasın…
bencil olmasın…
cahil kalmakta diretmesin…
ol yaşanmış
hikayenin bu bab’ı da şimdilik buraya kadar değerli kar’i…
kıssalar bizden, hisseler çıkarmak da sizden…
inanın hiçbir şey yerinde durmuyor…
gün dediğin ne ki, bakıyorsun akşam olmuş…
ömür dediğin ne ki, bakıyorsun perdede “the
final cut” yazmış…
geriye yalnızca anılar anlatılanlar ve harfler kalıyor…
o kadar!!!
****
( murat örem / /07 ekim 2016 / ankara…)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder