*"114" ayrı ülkeden günlük ortalama "500" ziyaret !
*her cümle "5846" sayılı yasa korumasında !
*fotolar "ekseriyetle" büyütülebilir !
*sağ alttaki küçük dünya ?

8 Ekim 2016 Cumartesi

umur, "baba şimdilik sevmesek bile haksızlık edemeyiz…o benim kardeşim…hem de ikinci oğlunuz…benim GERÇEK fikrim bu…" dediğinde yalnızca 4 buçuk yaşındaydı...


   - trabzon / atatürk köşkü/2007

yıl 1998….

güneşli mi kasvetli mi olduğuna karar verememiş  “ekim”   günü…iki numaralı evlat arda erhan doğalı yalnızca günler olmuş…“bebek”  daha  adı…daha da güzel bir ifadeyle  umurun kardeşi…”  günler geçmiş ama daha adını koymamışız evdeki bebeğin…durumu yadırgayıp  takılanlar var ; okula kaydetmeniz için bir adı olması lazım diye…hatta  akraba olmayıp haddini de bilmeyip; “istenmeden mi oldu…bu bebeğin adı olmayacak mı” diye sorularla  kendini komik sanan densizler de var…densize ne yapılır…? ya  yok sayar  yürür gidersin  ya da  izmirlilerin tabiriyle asfalyaların attıysa keyfin de  yerindeyse öyle  kallavi  bir cümle edersin ki kırk kaleci çıkaramaz attığın röveşatayı…ben  ikinci gruptan oldum daha çok!   mesela,  bu soruya tam da şöyle bir cevap vermişliğim vardır densizlerin gözünün içine baka baka; herkes aklının darası kadar espri yapsın, hadi  hemen iç çayını düş yoluna,  selametle…misali…


aslında evdeki bebeğe hemen isim koymayarak  taammüden  yaptığım ilk evlat umur örsanda da olduğu gibi bu konuda önceliği annesine bırakmaktı… umurun kardeşi   olan bebeğin  ilk ismini de yine o  koyacak, ben de sonra ikinci ismi ekleyecektim...ikinci isim daha çok kağıt üstünde kalacaktı ama olsun varsındı..ben de, isimler belli olduktan sonra gerekenleri yapacaktım nüfus cüzdanı şu bu diye...

burada bir parantez açalım; bence, aylarca taşıyıp bin ezayla doğurduğu bebeğinin ismini koymak öncelikle  annenin hakkıbunun tartışılacak bir tarafı yok ve ben bu kararımı iki evladımda da gönülden uyguladım…geleneksel toplumların üzerinde gölge gibi duran, bebeğin ismini ailenin en büyüğü koysun, dedeye nineye ayıp olur bir de onların adı da olsun misali manevi zorlamalara da çok karşıyım…hatta amiyane tabirle söylersem bu feodal anlayışa enikonu ayar oluyorum


parantezi kapatarak devam edelim, işte bu nedenlerle arda erhanın şimdilik evdeki adı hala, bebek veya umurun kardeşi…bu tanımı günlerdir daha bastıra bastıra söylüyoruz evde çünkü umur biraz sıkıntılı…biraz huysuz…biraz demek lafın gelişi tabi ki:) evdeki dengeler ister istemez değişmiş...habire her türlü sesi ve kokuyu çıkaran yeni bir canlı var evde ve bu umurun beslediği balıklara, civcivlere  falan da benzemiyor…  evdeki yeni canlı:)  habire rol çalıyor…daima ve daimi   bir ilgi istiyor, mama istiyor…meme istiyor…uyutulmak istiyor…uyandırılmak istiyor…bez istiyor…istiyor da istiyor…umur da alışmış yıllar boyunca annesinin babasının  halasının yalnızca onunla ilgilenmesine…hal böyle olunca büyükler falan umura döndürüyor sürekli sahne ışıklarını gönlü olsun diye…power rangersler alınıyor sıra sıra dizi dizi…ama bakıyorum yetmiyor bunlar…hala çok gergin ve mutsuz umur…hala kara kara bakıyor umurun o güzelim ela / yeşil gözleri…

bir gün iş dönüşü,   çok bunaldığım ve bir çözüm yolu aradığım anlarda yıllardır farkında olmadan yaptığım gibi gözümü kısıp boynumu eğiyorum ve topa daha sert  gir murat  örem,  koşulsuz şartsız umurun yanında olduğunu çok belli ederek topa daha sert gir  diyorum kendi kendime…zaten hep sahadayım da biraz daha farklı davranmak gerekiyor artık…ama benim de tatlı bir derdim var… yaşıtlarıma ve ülke ortalamasına kıyasla hakikaten çok yüksek   ekonomik standartlarda çalıştığım anadolu ajansıyla centilmence el sıkışıp kendimce daha fazla önemsediğim bir başka kuruma geçmenin telaşındayım…bir yıldır hem devam eden işimde  çalışmış hem de elli tane sınavdan geçmişim…son virajdayım…mülakatta kaybedersem anadolu ajansında devam edeceğim,  bu konuda hiçbir sorun yok ama gönlüm akmış artık başka bir yere…laf aramızda fırsatını buldukça çok yere akan bir gönül oldu benimki de yarım asırdır:)  tebdili mekanda ferahlık varmış diyenlerin  sesi de habire kulağımda…hasılı kelam dokuz ayın çarşambası bir güne sığmış  işte…


ben umur için topa daha sert gireceğim fakat arda erhan hakikaten öyle güzel bir bebek ki daha doğduğu andan itibaren gözünde kaşında yüzünde hatta etrafında bir hare var…yusyuvarlak altın top gibi kafası nasıl mütenasip nasıl uyumlu…o kafanın üzerinde sapsarı tel tel saçlar…kibrit çöpü gibi incecik  parmaklar…ardanın ellerinin,  gitar mitar derken norveçli balıkçıların! hart hart ellerine benzemesine daha zaman var:) gözleri yumuk yumuk…daha gözlerinin masmavisi baskınlaşmamış ama tıpkı umur gibi ardanın da renkli gözlü  olma ihtimali çok yüksek…çünkü iki dedesi de öyle…baba tarafım da hakeza...gamsızlığımdan olacak, yıllar sonra fark etmiştim  ama çocukların annelerinin gözleri de mavi mavi boncuk boncuk zaten...yine yıllar sonra iyiden iyiye fark edecektim, o mavi boncuk gözlerin çok bunalttığımda bir bahaneyle  saniyeler içinde nasıl gri ve kocaman kuyulara dönüvereceğini....



umurun ilk yıllarında  yani kendi çocuğum da dahil,   bebeklerle öyle agu magu lagalugası yapmamış hatta yapanları da hiç sevmemiş bir adam olarak ben bile tav oluyorum evdeki bebeğin bu çok sevimli hallerine ama tutuyorum kendimi…gözüm habire umurda,  habire frende…umurun karnını kıskançlıktan daha da ağrıtmanın alemi yok !!! 

-gittiği  yerde huzur içinde yatası  bedia örem babaannem  aylar sonra bizi  ve çocukları ilk gördüğünde , koca balıkesirlilerin  o içten ağzıyla  bir   ani ani ani çekmiş,  sonra da şu cümleyi etmişti; “kurutmuşsunuz bu çocuğu…kardeşini kıskanmaktan çöpe dönmüş umurum benim…gözünün feri sönmüş…hiç mi dikkat etmediniz…olur mu hiç böyle…”   boşa değildi babaannemin bu serzenişi…üçer beşer yıl arayla üç erkek evlat yetiştirmiş olmanın tecrübesiyle edivermişti bu cümleleri…babaannem beni zaten hep çok sevdi de, ben de onu apayrı sevdim de,  liseli zamanlarımızdan beri evine  birlikte girip çıktığımız  çocukların annesini de çok ayrı sevdiği için etmişti bu içten cümleyi…-


                              - umurun karnının ağrıyıp çöpe döndüğü zamanları- 

umurun karnı daha az ağrısın diye topa daha sert gireceğim ya, bir gün öncesinde annesini de haberdar ederek zamanı gelince  aldım umuru karşıma açtım ağzımı kocaman kocaman ve argo argo başladım   anlatmaya…


aradan neredeyse 20 yıl geçti ama kelimelerimizin  sırası bile aklımda;
“ umur, oğlum, bu  herif de artık bizimle yaşamak zorunda…ne atılır ne satılır…zaten tipsiz de bir herif…tipini de geçtim,  verdiği zarardan ben bile bıktım…kokusu ayrı kakası ayrı zırlaması ayrı… annenden ve bizden de çaldığı zamanları ayrı…bak oğlum senden daha çok sinir oluyorum ben bu tipsiz herife…ama biz iyi insanlarız…iyi insanlar kendilerine ihtiyaç duyulduğunda arkalarını dönmezler…ve onun bebek olarak bize çok ihtiyacı var…nasıl akvaryumundaki balığının da sana ihtiyacı vardı, işte  onun gibi bir şey…bebekler kendi başına yaşayamaz…büyümesi de lazım…ne kadar çabuk büyürse bize olan yükü o kadar çabuk azalır…istersen şimdilik ikimiz de hiç  sevmeyelim onu ama kötü de davranmayalım…hatta oyunlarda onu yok sayalım…keyfimizi kaçırmasın…biz baba oğul olarak yine gezer tozarız…o da kendi halinde büyür…ama biz iyi insanlar olarak , onun ne ihtiyacı varsa karşılarız…aç bırakmayız altına ettiğinde falan da ağzımıza geleni söyleriz…kusura bakmasın…ne hali varsa görür…biz onu sevmeyelim…annen de daha fazla ilgilendiğinde annenin onu daha çok sevdiğini düşünme bunu yapmak zorunda çünkü o da iyi bir insan…ama umur,  bu tipsiz herif büyüdükçe kendini sevdirmeyi başarırsa da  bunu birbirimize söyleyelim…kendini sevdirirse o kazanır…ne dersin umurcum…” 
  
                       


                                                  

ben bu cümleleri sıraladıkça baktım bir ışık geldi umurun yüzüne…yavaş yavaş dağıldı yüzündeki bulutlar…küçüklüğünden beri,  bin çekirdek işlemciyle çalışan zehir gibi beyninde kimbilir saniyeler içinde neleri tarttı umur  daha o yaşındaki haliyle…ama yüzüne bir ışık geldi…tamam baba aslında ben de senin gibi bu bebeği sevmiyorum ama yine de tatlı bir tarafı var sankidedi…tatlı kelimesini de ikinci t harfini yutarak söyledi ve o tonlaması bile aklımda…umurdan bu cümleyi duyduğumda içimden içimden  olacak bu iş murat örem dedim…kocaman simsiyah bir tabakada küçücük bir delik açtık…şimdi mesele o deliği büyütüp içeri girecek ışığı artırmada…ama o kocaman siyah tabakayı birden yırtarsak nasıl gözler ani ışıktan dolayı bir süre görmez olursa, bu  deliği büyütürken hiç ama hiç acele etmemek lazım.. usulca ve yumuşak bir sesle devam ettim ben yine;
 “ umur sen benim ilk oğlumsun…

ilk gözağrımsın…

bu tipsiz bebek seni  asla GEÇEMEZZZ…

çünkü o büyürken sen de büyüyeceksin! 

ve sen hep DAHA  BÜYÜK  olacaksın…

ben de   en çok seni seveceğim…

bunu hiç unutma…

ama şunu da unutma, bu tipsiz herif  biraz büyüdüğünde sana iyi oyun  arkadaşı olabilir…o yüzden kendini sevdirirse biz de zamanla onu severiz…sevdirmezse kendi bilir… eğer senin gibi akıllı biriyse bunu başarır…başaramazsa da kendine bakıp yemeğini yiyip çişini yapacak yaşa geldiği için, bize yük olmadan bir kenarda yaşar gider…”

umur yine saniyeler içinde düşündü  ve sonra ;    
baba şimdilik sevmesek bile haksızlık edemeyiz…
insanlara şans vermek lazım…
hem o benim kardeşim…   
ne de olsa sizin de ikinci oğlunuz…
benim  GERÇEK fikrim bu…   dedi...

bu cümleleri kelimesi kelimesine kurduğunda  ve benim kelimesiyle fikrim kelimesi arasına GERÇEK kelimesini  tam yerine şak diye yerleştirdiğinde yalnızca 4 buçuk   yaşındaydı umur…şu anda yazarken bile tepeden tırnağa titretiyor beni bu feylesof cümlesi umurumun…

aslında umur karnının ağrımasında çok haklıydı…kuzguna yavrusu anka görünürmüş  amma,   hakikaten şu yaşıma kadar gördüğüm on binlerce bebekten çok daha güzel ve albenisi  başka olan bir bebekti arda erhan... iki çocuğumuz da büyürken onları gözlemleme şansı olan herkesten de onlarca kere duyduk ki;
umur örsan güzel bir bebek ve çocuktu
 ama arda erhan çok çok güzel bir bebek ve çocuktu...


                                        -2002 aydın çine yolu çöp şiş sefası-

sonra aradan yıllar geçti…

o tipsiz bebek:) kendini herkese sevdirmeyi de başardı…
evde, okulda, sokakta, gitar başında, hayatta herkes sevdi onu…
anneleri yıllar boyunca zaten hep  hazırdı onları yalnızca sevmeye…
eh ben de babaları  olarak evlatlarını seven ve çok emek veren baba oldum…


                              - kavun kafa ardayla ahlatlıbel zamanları / 2004-

daha 4 buçuk yaşındayken filozof gibi  “baba şimdilik sevmesek bile ona haksızlık edemeyiz…insanlara şans vermek lazım…”  diyen umur örsan da benim o cümlelerimden sonra gün gün rahatlayarak  çok sevdi  kardeşini…güzel mi güzel  bir ağabey oldu….



ve arda erhan da hep içtenlikle ilikledi ağabeyi umur örsanın önünde akıl fikir insanlık ve gönül ceketini…neredeyse 20 yıl içinde beş kere bile kavga ettiklerini, birbirlerine yan baktıklarını ters bir cümle kurduklarını görmedik biz, umur örsanla arda erhanın  anne babaları olarak…elbette ikisi de melek değildi…ilk yıllarında umurun ardayı iğnelemeleri de çoktu biraz da benim hınzırlığımdan da güç alarak…o kadarı da kadı kızında bile olmalı zaten….
 
belki de, anne babaları olarak  ikimiz, yağmur kar güneş deniz dağ demeden  her fırsatta birbirimizle  didişmeyi öylesine geleneksel!  hale getirmiştik ki çocuklara sıra gelmedi, biz onlardan bencilce rol çaldık…ikisi de yıllardır  anne babalarının geleneksel olimpik didişmelerinden:)  öylesine bunalıp doymuşlardı ki ya ihtiyaç duymamışlardı birbirleriyle didişmeye:) ya da sıra gelmemişti :) buna rağmen ergenlikleri dahil en ufak bir terbiyesizlikleri şımarıklıkları edebsizlikleri olmadı ikisinin de...yapsalardı da haklarıydı... 

ben bu çocuklara , iki evladıma nasıl ciğerimden  pereştiş olmam...
nasıl...


sonra aradan yıllar geçti…
develer tellal oldu…
pireler berber oldu…

umur örsan, üniversitenin  mezuniyet kapısında duran  sakallı bıyıklı  çok yakışıklı bir genç adam oldu…arda erhan, yani büyükbabaları ibrahim balkanın o çok güzel ve sevgi dolu tanımlamasıyla  berbat süleyman diye sevdiği arda erhan  da üniversite kapısından içeri giren ama ağabeyine göre çok daha az:)  sakallı ve bıyıklı  ve en az ağabeyi kadar yakışıklı  bir genç adam oldu…ikisinin de yakışıklılığının yanında babalarının ne mutlu ki esamisi bile okunmaz oldu....

                                             abi kardeş/eskişehir / eylül 2016/

umur örsan ve arda erhan gün gün büyürken,  babaları  da yaşadı  yaş aldı kocaldı…saçının sakalının beyazları siyahlarını kat kat geçti...murat örem  de neredeyse  “ çok şükür çok şükür ölsem de gam yemem artık …” yaşlarına geldi…


sonra aradan yıllar geçti…
develer tellal oldu…
pireler berber oldu



murat örem de en iyi kalpli üvey ana,  ankarayı bekledi…
türkiyeyi bekledi…
türkçesiyle yarenlik etti…

aradan yıllar geçtikçe okumaya yazmaya kendini bildiğinden beri meftun bir adam olarak yaşananları   hatırlayabildiği kadarıyla ve kendi dahil kimseye iltimas geçmeden ve kimseleri  birikmiş duygularla  hedefe koymadan  kaleme / klavyeye daha sık alır oldu murat örem…

istedi ki ; bu yazıları  okuyanlar  bir evin penceresinden içeri insani merakla bakmanın tatlı hazzıyla  yetinmesin…olan bitenlerden kendilerince dersler çıkarsın…istedi ki  murat örem , yarın kendileri de anne baba olduklarında, torun torba sahibi olma yoluna girdiklerinde bu cümlelerden bir ikisi küpe diye kalsın kulaklarında okuyanların, okurların…buna rağmen okurlar içinden  sen bu olayları  yanlış hatırlayıp taraflı anlatıyorsun kendini kayırıyorsun  diyenler varsa da onlara da itirazlarına da kapısı bacası her daim açık murat öremin… 

ne demiş eskiler;  halep oradaysa arşın burada:)

aslında ve çünkü  sevgili okurlar
isimler mekanlar zamanlar değişse de
aslında hayat hep aynı şeyi söyler…
ve karl marksın onlarca yıl önce dediği gibi
“anlatılanlar aslında hepimizin hayatıdır /  hepimizin hikayesidir…”


ardanın tabiriyle dolambaçlı ama çok keyifli yazıyı bitirip torbanın ağzını bağlarken şunu da ekleyeyim;ben çok mutlu bir baba oldum…çok çok çok mutlu bir baba…iki evladımla sohbetimi de ettim, sitemi de yaşadım kavgayı da gördüm...her şeyi hep sarih ve sahih yaşadım ikisiyle de....aramıza kim katılmak istediyse de çarpmadık kapıyı kimsenin suratına...bütün bunlara ve yeryüzü ve gökyüzü ve tarih şahittir, kosmos şahittir…onlarca yılı geçirdiğim anneleri de şahittir…
                               -  eylül 2016 / ankara / botanica / iki oğul bir baba-

ama yine de bana sorarsanız ,
bir erkek  bu kadar zalim bir dünyaya çocuk getirmeye vesile olmamalı…
fakat bir kez getirdiyse eğer,  iliğine kemiğine kadar da baba olmalı…

benim yapmaya çalıştığım yalnızca bu oldu…
bundan sonra da bu olacak...
bütün faniler gibi elbette hatalarım da olmuştur hem de çok…

zaten hatasız olsaydık zaafsız olsaydık bu dünyada işimiz neydi…
insan hatalı olsun, zaaflı olsun kabulümdür…
hatta daha çok kabulümdür…
hatalı insan daha güzeldir çünkü...
yeter ki insan olsun...

ve insan yeter ki kötü olmasın…

basit olmasın…

bencil olmasın…

cahil kalmakta diretmesin…


ol yaşanmış  hikayenin bu bab’ı da şimdilik buraya kadar değerli kar’i…
kıssalar bizden, hisseler çıkarmak  da sizden…

inanın hiçbir şey yerinde durmuyor…
gün dediğin ne ki,  bakıyorsun akşam olmuş…
ömür dediğin ne ki, bakıyorsun perdede “the final cut” yazmış…

geriye yalnızca anılar anlatılanlar ve harfler kalıyor…
o kadar!!!
                                                           ****

                 ( murat örem / /07 ekim 2016 / ankara…) 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder