*"114" ayrı ülkeden günlük ortalama "500"ziyaret ! *her cümle"5846" sayılı yasa korumasında ! *fotolar "ekseriyetle" büyütülebilir ! *sağ alttakiküçük dünya?
gittiği her yere
her zaman eli kolu dolu giren dedem bir paket de bana uzattı…
kocaman birpaket…açtım hemen kâğıdını yırta yırta…
paketin içinden ne çıktığını birazdan :)söyleyeyim…
öncesinde banal yayıncı jargonuylabiraz teaserdöndürelim…
bir çocuk için
en güzeligelen hediye paketini caarrrt
diye yırtmaktır…
çocuklar o
paketleri caart diye yırtarken genellikle büyüklerin içi gider…
onlar ister ki önce ipin fiyongu çözülsün sonra paket
itinayla açılsın falan…
oysa işin büyüsü
o
paketi caarrt diye yırtmaktır…
eskiden büyükler daha da üzülürdü bu paket kağıtlarının yırtılmasına
çünkü bir sıradan paket kağıdı bile kırk yerde kullanılırdı…
yoktu çünkü...yoktu...para varsa ürün yoktu...
ürün varsa genellikle alacak para yoktu....
…………..
ey anne babalar
; bu yazıdan sonra dikkat edin, çocuğunuz bir paketi caart diye yırtarak
açmıyorsa bilin ki çok fazla manevi yük altında bırakmışsınızdır onu…yapmayın…çocuktan büyük olmasını
beklemeyin…tamam koskocaman kadınların adamların çocuk gibi
davranmasına acı çeke çeke alıştık ama hiç olmazsa çocuklarınıza bu manevi baskıyı
çok erken yaşatmayın…evet, bence de çocuk da bir insandır ve ona insan gibi
davranılması esas olandır ama yetişkinle çocuk arasındaki farkı da
unutmadan…bu farkı unutmayın….unutmayın..
………..
bilenler bilir;
sakallı bıyıklı eşşek
kadar :)adam olsalar da bugün; ilk
gözağrımumur örsanvecan
eriğim arda erhan bir yanadır benim için dünyanın kalanı da öbür
yana…işte ben iki evladımın da ameliyatlı / sezaryenlidoğumunun
hemen arkasında gayet sakin biçimde elindekigazetelerisabaha kadar hatmetmiş
bir babayımdır…hele hele büyük oğlum umur
örsanınen ergen zamanlarında
yazlıkta bisikletten tepe üstü düşüp tır çarpmışa dönen halini toparlamak içingirdiği çok zorlu tibia kemiği ameliyatının gecesinde bile sabaha
kadar gazete hatmetmiş bir garip ademoğluyumdur ben…
okumak bir terapidir
hatta hastalıktır!!!benim
için…
hastalığımın
müsebbiplerinden:)biri de işte elinde
paketlerle gelen ve her karne döneminde zamanın en büyük kağıt paralarından
defalarca veren selahi örem dedemdir…ikimiz de bilirdik çünkü yarım saat içinde
o kağıt parayla balıkesirin en büyük kitapçısına gidip bir çuval kitapla
döneceğimi…dedem güle oynaya verirdi bir bahaneyle o parayı, ben koşar giderdim bir bahaneyle hemen
karşıdaki kitapçıya…sonra gelsin kitaplar kitaplar kitaplar….
işte dedem bize geldiği
gün elindeki paketi uzattığında az çok tahmin ediyordum içinden yine ne
çıkacağını…ve paketi caaart diye açtığımdakoca bir takım masal kitabı selamlamıştı
beni…10 kitaplık setti…zamanın imkansızlıklarına
göre muhteşem kitaplardı…kuşe kağıda basılmıştı ve hepsinde renkli resimler
vardı…kocaman yazıyordu her kitabın başında; Türk Masallarıdiye…ve her kitabın üzerinde de masalları
derleyen yazarın ismi duruyordu ;
“eflatun cem güney”
hayat bana,50 yaşın tam kapısında durduğum şu zamanlara
dek masal gibi güzelliklergösterdi bir çok insanın hayalini bile
kuramayacağı…
masal gibi yerler dünyalar gördüm…
masal gibi insanlar en
yakınım oldu…
en yakınımdakilere
masal gibi hayatlar yaşattım…
huyuyla suyuyla ,boyuyla posuyla
masallar kadar güzel iki erkekçocuğunun
babası olmak ne demektir iyi
bildim
hala da övünmek gibi olmasın iyi
biliyorum…
masallarla hikayelerle
bir evin nasıl güneşlendirildiğinide
çok iyi bilirim… yıllar boyunca, bir
kase yoğurt birçimdik tuz istemek için gelen komşuların arkadaşların sırf evimizin güneşinden sohbetinden
feyzlenmek için saatler sonra akılları bizde kala kala gönülsüz halde izin isteyip gittiği gündüzleri geceleri de çok yaşadım çok yaşattım…
ama aynı hayat gün
geldi bulutlu yüzünü de gösterdi ve itiraf edeyim daha çok benim eyvallahsız ve ukala taraflarım sebep oldu bunlara… pişman mıyım...asla ve kat'a pişman değilim...
masallarda da öyle değil midir…kibrinden burnu havadaki aslanı düştüğü büyük ağın içinden
zamanında küçümsediği fındık faresinin dişleri kurtarıverir günü gelince…
ama ne
olursa olsun aslan aslandır işte…!!!
burnu düşse yere,
tenezzül edip eğilip almaz...
aslan da böyle aslan olmuştur çünkü….
işte bu yüzden bana
masal demesin kimse…
masallar çocukluğumun anavatanıdır…
masallar;
aldığım binlerce kitapta emeği olan selahi örem dedemdir…
öğretmen maaşının
kallavi kısmıyla kitaplar alan annem müjgan öremdir…
masal gibi cümlelerle yavrularım diye notlar yazan babam
taşkın öremdir…
yıllar boyunca masal gibi bir evde, oyunlar okumalar anılarla büyüttüğüm
can eriklerim umur örsan öremdir…
arda erhan öremdir…
kim bana masal derse
iki elim kanda da olsa
elimden ne gelirse yaparım...
muhtemelen yüzünü hiç görmediğim ya da aylar önce ayaküstü bir kez üç dakika gördüğüm
gülden görgülü güler hanımın
emekleri de buna dahildir…
üç kişilik çekirdek görgülü ailesinin çabaları da buna dahildir…
harflerin kelimelerin ve masalların böyle tarifsiz bir büyüsü vardır işte... yüzünü bile görmediğiniz insanlarla büyük insanlık ailesine dahil eder sizi... bu bir gönül birlikteliğidir ve hiçbir beklentiniz yoktur....
gülden görgülü gülerin yıllar önce emek emek ve güzelim bir amatörlükle:) hayata soktuğuhttp://www.hikayemasal.com dabundan sonra da hiçbir beklenti içinde olmadan, tek bir talepte bulunmadan masallar okumak da bu gönül birlikteliğine her zaman dahildir….
mesela; her vesileyle berber koltuğuna oturmayı...
mesela; kalabalıklar içinde habire komiklik yaptığını sananları...
mesela; abicim bir kere geldik dünyaya yer içer sevişir gideriz bu dünyanın kahrı umrumuzda bile olmaz diyen tufeylileri ve onların boyundan büyük kendisi çok küçük laflarını...
hiç sevmedim...
bu yüzden ;
şehrin tozunu yutmuş bir aracı kullanmayı, cillop gibi olanına her zaman tercih ettim keyifle, yanıma oturan kibar ve alımlı hanımlar zaman zaman bik bik bik söylense de !!!
bu yüzden;
saçın ve sakalın o kendine özgü bakımlı serkeşliği hep daha çok hoşuma gitti...yıllardır kendim kestim saçımı sakalımı...
bu yüzden; amma da ciddi ve asık yüzlü bu adam lafları, amma da sentetik ve ucuzkomik bu adam laflarından hep daha yakın oldu bana...onur nişanesi olarak taşıdım hakkımdaki fazla ciddi adam yorumlarını....
hele hele "bir kere geldin bu dünyaya ye iç seviş bak dalgana..." diyen hedonistlere selamı bile kerhen ya verdim ya vermedim...kusma hissi uyandırdı çoğu...
eğer bu dünya
bir kere geldincilerin
bencil dünyası olsaydı;
ne ıtri olurdu,
ne kanuni,
ne ulubatlı hasan,
ne cahit arf,
ne kemal tahir
ne mustafa kemal...
bu isimlerin hepsi
bütün ömürlerini verdiler
ilkelerine, ideallerine, ülkülerine
"bakarım dalgama abicim...." demeden...
tamam bu dünya gam yükü değildir...
ama bu dünya vur patlasın çal oynasın hiç değildir...
bu dünyayı anlamlı kılan biraz da kahırlı imtihanlarıdır...
yeniden doğmak için
bir ömürde bile
defalarca ölmeyi
sükunetle bilmektir
bu dünya...
gerisi davulcu yellenmesidir...
boş iştir...
( murat örem / 24 ekim 2016 / ankara...)
-bu öğlen karşılaştım bu manzarayla...temizlemedim düşen yaprakların hiçbirini kontak anahtarını çevirirken...ben yol aldıkça birer ikişer uçtu hepsi sırayla..ve o yapraklar bir bir iki iki uçtukça necip fazıl'ın yukarıdaki büyük mısraları çakıldı zihnime...-
bilenler bilir, hiç sevmem televizyonu da izlemeyi de..habire tv izleyenleri de ayrı bir acıma duygusuyla selamlarım...radyoyla bağım da ilişkim de hukukum da apayrıdır...övünmek gibi olacaksa da olsun ama radyo hala başkadır hep başkadır benim için....
televizyonu eleştiren böyle cümleler kurunca çok itici olunduğunu biliyorum...son yıllarda tüm dünyayla birlikte ülkemizde de bir entel:) karşıtlığının alıp yürüdüğünü de bilakis yaşıyorum...ama fikrim bu...
televizyon inanın asbestten, tütünden bile daha zararlıdır...!!!
çünkü televizyon doğası gereği popüler olanı kendince belirlemek ve köpürtmek üzerine kurgular kendini...yıllar yıllar önce turgut özakman hocanın evinde, hocanın değerli eşinin demlediği çayı höpür höpür yudumlarken ve turgut hocanın yarım kiloluk paketlerdeki uzun samsunlarını, maltepelerini karşılıklı kütür kütür içerken bir cümle kurmuştu bana turgut hoca ;
"evlat, bir drama yazacaksan
bir senaryo oluşturacaksan
11 yaşı geçmeyeceksin..."
elbette mübalağa yapıyordu turgut hoca...
ama bir başka gerçeği de tersten çakarak anlatıyordu....
işte televizyon, doğası gereği bunu yapmak zorundadır...çıtayı hep ortalamada ve ortalamanın altındatutmak zorundadır...çünkü görüntü, doğası gereği daima tüketmeye programlıdır...feministleri ve kadın okurları kızdırma pahasına söyleyelim ki ; kadınlar en çok başka kadınlar için özen gösterirler görüntülerine, giyimlerine, makyajlarına...çünkü ortaya çıkan yeni görüntünün alıcısı da daha çok kadınlardır..!!! rekabet daha çok kadınlarladır çünkü...
televizyon da böyledir işte; kendi görüntüsünü bir başka görüntü üzerinden rekabete ve dolaşıma sokmayı hedefler...oysa bu kısır döngünün ve ortalamada kalmanın garantisidir!!!
televizyon dünyasında bütün bu olan bitenin istisnaları var mıdır ....
elbette vardır...ama çok çok azdır...
mesela bir iz tv belgesel kanalı gerçeğivar karşımızda...
yıllardır televizyonun başka bir mucizesidir iz tv...
arkasında da yılların ismi coşkun aral var iz tv'nin...
ama binlerin içinden kaç tane iz tv var ülkemizde hatta dünyada...
2, 3, 5 ? ? ?
neil postman hala aşılamamış bir iletişim bilimci olarak onlarca yıl önce bir kitap yazmıştır televizyon hakkında...ki neil postman öleli neredeyse 20 yıla gitmektedir... "televizyon, öldüren eğlence" adıyla dilimize de çevrilen kitabında inanılmaz saptamalar yapar neil postman...şunu da unutmayın neil postman bu kitabı yazdığında dünya daha 1980'lerdedir...ve o günlerden bugünleri görüp anlatmıştır postman, daha internetin şunun bunun hayali bile yokken...
postman'a göre televizyon yeni bir şey söylemez...asla risk almaz...kitlelerle ters düşmez...yalnızca imajı parlatır...bilmek söylemek akıl yürütmek değildir aslolan... yeni çağda görüntüyü iyi biçimde verebilmektir tek amaç...güzel dilimiz, türkçemiz esas gerçeği şöyle özetlemiştir oysa yüzlerce yıl önceden çok doğru biçimde; "zarfa değil mazrufa bak..." tembeller için günümüz türkçesine de çevirelim hemen biraz da can yücel tarzıyla; " ambalaja süse püse pakate kutuya değil, paketin içine bak..içindekilerin kıymetine bak "
yıllarca iletişim alanında yüksek lisansı tezi şusu busu da dahil çok ciddi emekler verip kitaplar da yazmış ve son yıllarda kendini daha çok çakıl taşlarının boyanıp ıslah edilmesine:) vererek yeni ufuklara yelken açmış kızkardeşim ayşın örem'in de döne döne bana da anlattığı ve makalelerinde de yazdığı gibi, televizyon kendini izleyenlere hep şunu söyler, kah fısıldayarak, kah kahkaha atarak ve kah biraz da sindirip korkutarak...mealen söyleyelim ; "sen beni izlerken hep güvendesin...hareket etmeyip karar almayıp benim sana söylediklerimi de dinleyip yaptığın sürece güvende(!) olacaksın...ne olursa olsun beni dinle...hep beni dinle...ben sana savaşları da, barışları da aşkları da ayrılıkları da oturduğun yerden zaten yaşatacağım...bunalıp umutsuzluğa kapıldığında da hemen reklamları izleteceğim sana...o reklamda neler yok ki...pastalar, dondurmalar, güzel kadınlar, arabalar, diş macunları, evler...."
işte neil postman, "televizyon, öldüren eğlence"kitabında tam da bunları anlatır...hem de öyle bir dille anlatır ki...okuduğunuzda çakılır kalırsınız...bir daha da televizyona aynı muhabbetle bakamaz olursunuz bu kitabı okuduktan sonra...biraz esprili benzetmeyle söylersek; yıllarca aşık olduğunuz hayatının tümünü bildiğinizi sandığınız kadın yada adamın aslında hiç de bilinmeyen tahmin etmediğiniz taraflarını öğrendiğinizde neler hissederseniz ve bir daha o bağı oluşturmak çok zorlaşırsa, benzer duygular gelişir işte postmanın kitabını okuduktan sonra televizyona karşı...!!!
bunları bilmek neyi değiştirir, seninkisi laf salatasımurat !!! diyenler için söyleyelim ki, bilmek bazen yalnızca kendini korumaya çabalamak için bile gereklidir...
bazen yeryüzüne öyle bir çağ gelir ki, ortalık toz dumandan görünmez olur...dünya, tarihi boyunca çok geçmiştir bu acılı tünellerden binlerce yıldır...dünya şerbetlidir de, her gelen yeni kuşak deneyimsizdir...!!! o yüzden olur bu savaşlar şunlar bunlar...yoksa her savaş mutlaka başlar ve biter...
kulakları çınlasın yalçın ergir abim-girin ergir.com'a muhteşem yazılar okuyup bu önerimi çok yad edeceksiniz-dünyanın ve insanlığın en güzel masumiyet yıllarının 1960'larla pik yaptığını ve 70'lerle birlikte adım adım sönümlendiğini ve artık kaf dağının ardında kaldığını yazıp söyler onlarca yaşanmışlığa ve gözleme de yaslanarak...
yalçın ergir gibi bir hayat erbabının lafının üzerine laf söylemek epeyi densizliktir...ben mesela kardeş kontenjanından:) bir iki kez bu densizliği yapmışlardanımdır...ama dünyamızın 60lar ve 70lerdeki masumiyet yılları tezine itiraz etmek için insanın çok televizyon izlemiş olması gerekir ki, çok şükür gruptan hiç olmadım...
evet, bence de dünya masumiyet yıllarını geride bırakmıştır...
nazımın dediği gibi "yıldızlar ve gençlik kadar" uzaktır artık...
böyle bir dünyada; dün gece bir anlığına da olsa başka bir gece yaşadım ben hem de televizyon:) karşısında...
bu duyguyu yaşatan güzel takımımız beşiktaşktı...
iyi niyetli olmadığı o kadar belli olan bir hakeme karşı yaptı bunu beşiktaş...yapamayabilirdi de...ama yaptı...ne yaptı...çıktı mücadele etti...ben buraya bunun için geldim dedi...olmayabilirdi de...ama ne der türkçemizin o güzel deyimi ; "umut kalacağına emek kalsın..." beşiktaş işte tam da bunu yaşattı bize televizyon karşısında....
son sözümüz de büyük usta şenol güneş hocaya olsun;
"inat ve kararlılık arasında tül kadar ince bir çizgi vardır hocam...sen ki sıradan bir spor insanı değilsin...arkanda onlarca yıl var sahanın her yerine bastığın...hayatın ve felsefenin her yerine dokunduğun...itiraf et ki, kalede bir kaleciyle maçlara çıkan beşiktaş sana da ayrı bir güven duygusu veriyordur birkaç maçtır...bizi tereciye tere satan komik faniler durumuna düşürme...sen ki o üç direğin arasına ömrünü vermiş adamsın...yıllarca evlat gibi tanıdığın tolgaya kıyamıyor olabilirsin...efendi çocuk...biz de kıyamıyoruz...ama beşiktaşa hiiiç kıyamıyoruz... şenol hocam, sen seviyorsun ya alıntılarla konuşmayı basın toplantılarında, o zaman bir alıntı da bizden olsun...
ne der victor hugo ;
" iyi olmak kolaydır...
zor olan adil olmaktır..."
istirham ederiz ki, adil olmaya devam et şenol hocamız...
istirham ederiz ki; " yenmeyi yenilmeyi hiç düşünmeyip her şartta sonuna kadar mücadele etmeye devam et güzel beşiktaşımız...."
uzaydan yumurta kılıklı bir kapsülle gelmiş mork...
orsın, uzayda bıraktığı, özlediği...
bir türlü ulaşamadığı....
bir de mindi var, mork'u evinde saklayan...
çocuk büyüyor...
çocuk büyüyor..
çocuk büyüyor...
mork da mindi de orsın da
çocukluğun dehlizlerine saklanıyor...
1980'lerin sonlarına doğru artık üniversiteli o çocuk...istanbul gibi kocaman şehirde...tevfik fikret'in diliyle söylersek"bin kocadan arta kalan bakire şehirde..."
birileri derse gidiyor...
o genç çocuk tiyatroya...
birileri kinge gidiyor
o genç çocuk sinemaya...
birileri birilerine gidiyor...
o genç çocuk memlekette bıraktığı
sarı damarlı mavi gözlüsüne...
bu kez, çemberlitaşta bir sinema akşamında karşısına çıkıyor çocukluğunun mork'u o genç adamın önüne....80'lerin sonuna doğru ilerliyor takvim...günaydın vietnam zamanları...haksız bir savaşın içinde, burada da saldıran tarafta olan abd'nin aksine insankereinsanadam kılığıyla çıkıyor mork...bilinen şeyler oluyor sonra filmde de...askerler çok severken, büyük tepki topluyor mikrofonun önündeki adamın samimiyeti, vietnamdaki abdli yöneticiler tarafından...
çünkü ;
savaşta bile insan/lık istenmiyor..
umut istenmiyor...
gülmek istenmiyor....
1990'ların başında, evli barklı bir adam artık yıllar önce siyah beyaz televizyonda mork ve mindiyi izleyen o çocuk...üniversiteli olmak bile geride kalmış..
sarı damarlı mavi gözlüsüyle , ankarada evli barklı bir adam...
ve bir gün, artık yerinde yeller esen ankaradaki derya sinemasında bir kez daha karşısına çıkıyor mork, evli barklı çocuk adamın...bu kez öğretmen john keating olup sıraların üstüne çıkıyor..
baktığınız yer değiştiğinde gördükleriniz de değişir !!!
diyor öğrencilerine...
zehirliyor çocukları yani...!!!!
kışkırtıyor çocukları yani...!!!
hem de bir öğretmen olarak....
o genç çocukların ruh dünyalarında ölü ozanlardolaşıyor...
oysa hayat şairliği ozanlığı kaldırmaz !!!
kaldırmamalı !!!
insan şiir yazmak yerine;
dna'sını bozma pahasına gıdalar üretmeli...
büyük binalar yapmalı, insanı ezen...
çocuklar portakalı markette görmeli ağaçta değil...
herkes daha çok para kazanmalı...
daha çok tüketmeli...
daha çok mış gibiyapmalı....
kapitalizm döne döne bu masalı söyler çünkü...
sonra can dostum filmiyle çıka geliyor çocukluğun mork'u...mork'u izleyen çocuk da çoktan büyümüş, artık iki erkek çocuğun babası...bir profesörle bir hizmetlinin adım adım yürüdüğü yolda insanı / insanlığı görüyoruz yine can dostum filminde...
60 küsur yıllık ömründe onlarca filmde rol alıyor robin williams...
hepsi bir çıtanın üzerinde olan onlarca film ve dizide....
ve hiçbirinde en ufak bir müptezellik yok...
ve çoğunda insan hikayeleri , insanlık hikayeleri var...
sonra tarih 2014 ağustosu olduğunda... bir flaş haber düşüyor ajanslara...
yeter bu kadar, "üstü kalsın" diyor robin williams...
dünya internette en çok onun adını arıyor 2014 verilerine göre......
ve ölümünden iki yıl sonra karısının mealen şu densiz kere densiz ve ruhsuz kere ruhsuz şu beyanatı düşüyor ekranlara;
" robin, zaten hastaydı... kendi gitmeseydi bile... iki yıl içinde ölürdü...."
şimdi anlaşıldı diyor bir ak saçlı adam...şimdi anlaşıldı...insan bu cümleyi kuracak biriyle onca yıl geçirdiyse, karım demek zorunda veya kocam demek zorunda kaldıysa...elbette şu cümleleri kurar da gider ;
" hayatta en kötü şey, yalnız bir insan olarak ölmektir diye düşünürdüm...değilmiş...
en kötü şey, kendini yapayalnız hissetmene sebep olan insanlarla biraradayken ölmekmiş..." ( robin williams/ 1951-2014)
çıt çıt çıt girdim şifreyi... pos makinesi fos çıktı.... mecburen bekliyoruz bir iki dakika...
hemen arkamdalar... hatta yanımdalar...
bir baba, yanında genç oğlu... baba benimle akran gibi... ama saçları çok daha siyah... gür bıyıklarına da mübalağasız vallahi iki adam :) asılır...
oğlan, bizim umurla arda arasında... ya 20 yaşında ya da tam kapıda... o da sakallı bıyıklı ama... genç adam sakalı bıyığı işte :)
oğlan sigara da alalım baba dedi... cüzdanına davrandı...
şık bir hareketle engelledi baba... çok mu paran...hele bir dur... diyerek...
hemen ardından da boyu boyunu geçen oğlunu parmaklarının ucuna basıp şap şap diye öptü baba...
döndüm baktım ikisine büyük mutluluk duyarak...
bir hoşuma gitti... bir hoşuma gitti... içime güneşler doğdu...
aynen devam üstadım dedim babaya aynen devam... sevginin en güzeli paylaşılandır... saklanmayandır... ve ertelenmeyendir.. diye de ekledim...
baba hemen bana döndü gülerek şunları söyledi , ben çok söyledim oğluma sigara içersen parasını veririm yeter ki bileyim ne yiyip içtiğini ve yeter ki yanımda içmesin... dedi....
güldüm ben de... olmadı şimdi bu ...dedim... ne olacak yanında da içse...
yok o kadar olmasın arada saygı kalsın...dedi baba...
iyi de arada bu kadar güzel sevgi varken o saygı zaten sonuna kadar yok mu... bir sigaraya mı rehin gidecek bu sevgi... dedim ben de...
durdu baba... biraz boşluğa baktı... saniyeler içinde iki adam asılacak bıyıklarıyla oynadı...
sen de haklısın gardaş ama biz töreyi bu kadar aştık... belki bir gün o da olur ... bakarız....dedi..
baktın ve kararını çoktan verdin... dedim ben de bu kez...
bir kez daha söyleyeyim... tütün ve alkol iyi şeyler değildir... çocuklara gençlere önerilecek şeyler hiç değildir...
ama tütün ve alkol üzerinden sevgi de saygı da olmaz...
babaların çocuklarını çocukların anne babalarını karı kocaların birbirini her vesileyle öptüğü dünya inanın daha güzel bir dünyadır...