susurlukta lisedeydim…
yine böyle yaz
günlerinde gelmişti ramazan…
liseli aklımla bir daha yine böyle yaz günlerindeki ramazan için en az 30 yıl ve daha
fazlası var, bakalım o günleri görebilecek miyim/z diye çok
sormuştum kendi kendime…
yaşayanlar
görüyormuş…
gördüm…
gördük…
o günlerde elbette dört kişilik çekirdek örem ailesi içindi bu soru
işaretli beklentim ve kaygım…aradan 34 - 35 yıl geçti ve neredeyse
birebir aynı döneme denk gelen ramazanı çok şükür ki eksiksiz olarak görmek
üzereyiz…
elbette arada o dört
kişiye katılanlar oldu, çocuklar torunlar geldi…ama o çekirdek örem ailesindeki dört
kişi de bir yeni ramazana daha sağ salim geldi gelir işte…
liseli
günlerimde arada sırada oruç tutardım…
hem
de bu uzun yaz günlerinde…
bilenler bilir…
ben bir şeyi yapacaksam
ille de en zorunu yaparım…
dikine dikine olanı yaparım…
çok tepem atarsa da
al atını….der yürür giderim…
oruç tutmanın yanında
aynı ramazan ayının içinde bir iki kez vasıfsız
amele kontenjanından günlük
işçi / amele olarak bakla toplamaya gitmişliğim/iz de vardır hasan
bulut kardeşimin rehberliğinde….
bir traktörün kasasına
sabahın alacasında doluşmuş, gitmiş
gitmiş gitmiştik bakla toplamak için…en çok kadınları hatırlıyorum 30 küsur yıl
öncesinden…saçları tülbentle bağlı elleri çopur çopur kadınları, anneleri…nazım
hikmet’in dediği gibi anamız
avradımız yârimiz olan kadınları….
biz tabi daha traktörün
kasasında bile o kadar muhallebi çocuğu görünmüştük ki o kadınlara, yani o zaman bize göre büyük olan teyzelerimize, koca
gün boyunca hepsinin çok insanlığını gördük…bugün bile sevdiklerimin yanında,
çok kızıp bunaldığımda , bu toprakların
insanlarına yeri geldiğinde hala ağız
dolusu sitem etsem de, nihayetinde ben çok severim
ülkemin kadınlarını…anadolunun kadınlarını...en çok onları severim…
o kadınlar ki inandılar
mı güvendiler mi yanındakilere, bir
kavgaya gözü kapalı girerler hepsi…ve hasan hüseyinin dediği gibi yiğittirler…merttirler ülkemin
kadınları…
bir çok şeyin
bugün bile kadınlara
bırakılsa
daha az hoyrat
olacağını düşünürüm…
evdeki hayatın
tanziminden , iş hayatının gaddarlığına kadar…
ama
kadın da kadın olacak…
anne
de anne olacak…
ben mesela, hiç
duymadım annemden ben çalışan
kadınım şunu da yapamam bunu da tutamam ona da gelemem cümlesini…50
yaşıma geldim hiç duymadım…yıllarca içiçe
dolu dolu iki aile bir arada olduğumuz meral teyzemden de hiç görüp duymadım…
her şeyi tıkır tıkır ve
of demeden içtenlikle sevgiyle yaparlarken, bizleri tiril tiril giydirip
yedirip içirirken, iyi insan ve çok başarılı öğretmen olmanın da ilmini
yaparlarken, dağ gibi de durdular önce kocalarının yanında…sonra evlatlarının torunlarının
yanında ikisi de…
dağ gibi durdular
kardeşlerinin yanında…
sağlıklarında anne
babalarının arkalarında…
o üç erkek kardeş, bu
iki ablaya öyle çok şey borçludurlar ki…
amele
günlüğümüze dönersek ;
bakla toplamaya gittiğimiz
yerde bir teftişçi vardı
elbette…patron adına hepimizi denetleyen…onun vardır mutlaka bir adı da …isimleriyle
cisimleriyle o kendine özgü karakter
zaaflarıyla en çok orhan kemal romanlarında yaşar bu adamlar hala…
biz baklaları toplarken
ellerimiz dikenler içinde hatır hatır oldukça o teyzeler kadınlar yanımıza
gelip ellerimizi koruyup sarmak için
çaputlar vermişti…su getirmişlerdi içmek için değil ama yüzümüze çarpmak için…başımıza güneş geçmesin diye akıllar gazete
külahları vermişlerdi…
gün bittiğinde biz de
bitmiştik…
üzerimdeki kahverengi
sümerbank tişörtüm,
kuruyan terin tuzundan beyaza kesmişti…
ellerim kanar olmuştu…
yüzüm şam şeytanına dönmüştü…
ama paramı da kazanmıştım…
traktörün kasasına bu
kez dönüş için binerken o sabahki acemiliğim bile azalmıştı…eve döndüğümde
hemen banyonun kapısını göstermişti müjgan hocanım öyle alayı vala
yapmadan…hiç de şımartmadan…ve ben anlamıştım koca gün oruçlu oruçlu
saatlerce çalışırken ekmek parasının nasıl kazanıldığını…emeğin ne
olduğunu…hayatın ne olduğunu…
yine hala hatırlarım
lisenin son günleri olduğu için ıhlamur kokulu ramazan akşamlarında
akranlarımla birlikte susurluk
sokaklarında dolaşmalarımı…hatta o dolaşmaların öncesinde teravih
namazlarına gitmelerimi…
ergenliğin her şeyi
yaşama ve merak etme telaşıyla yapardık bir çok şeyi…ve evimizde bana ne
yap denirdi ne yapma denirdi…usul usul akan bir suyun yatağını bulması
gibi gönlüme, aklıma, vicdanıma bırakılmıştı çok şey…
bunun ne büyük bir nimet olduğunu hep
söyleyip yazdım…
ömrümün sonuna kadar da onur duyacağım
bu iklimden…
anne babamdan…
bugün bile hala
aklımdadır, artık yıllardır camilere hiç ama hiç gitmesem de özellikle ramazanın en
kıymetli anı olan kadir gecelerinde ve bayram
sabahı namazlarında camilerdeki o huzurlu havayı…
o yüzlerce erkek sesiyle
birlikte getirilen tekbirlerin
bir suyun gürül gürül
bendini yıkması misali
çağlayışını…
o yaz ramazanlarında
bazı geceler sahura kalkılamasa da babam taşkın hoca eğer çok ciddi bir sağlık sorunu yoksa asla sektirmezdi orucunu koca gün aç kalarak…ben
dediğim gibi en çok lisedeyken arada
sırada dahil olurdum bu çembere…annemin en yorgun zamanlarıydı muhtemelen…sahursuz tutamazdı orucunu…ayşın
muhtemelen bugün de olduğu
gibi yine kenardan kenardan yaşardı
ramazanı da…kardeşim benim sevmez kalabalığa dahil olmayı…rengini benim gibi
paldır küldür belli etmeyi…o işlerin delibaşı hep murat örem olmuştur…
baba tarafımdan selahi
dedemlere gittiğimizde de her anlamıyla yaşardık ramazanı…bedia
babaannem de selahi dedem de ramazanı
kadim bir dost gibi karşılarlardı her zaman…atalarından da bunu
görmüşlerdi zaten…iki taraftaki hafızların sayısı iki elin parmaklarından
fazlaydı…ikisi de hep dindar insanlar oldular…ama ikisi de hep güzel dindar insanlar olarak
kaldılar…kimseye fetva vermediler…kimseden hesap sormadılar…hacı oldular ,
bedia babaannem hacer-ül esvet taşına nasıl dokunduğunu defalarca anlatırken
bana her seferinde şıpır şıpır ağladı…ve kimsenin arkasından tek
kelime konuştuğuna şahit olmadım ben onun. arada dedemi çekiştirirdi bana iki
kişiyken biz , ben de babaanne seni
ayrı severim bilirsin ama dedemi yedirmem derdim o da tamam
tamam der kapatır giderdik gülerek konuyu…
bizim aramızda ayrı bir hukuk vardı babaannemle…çok sıkıştığımda gözümden anlar,
oğlum diye beni bir odaya çağırır çantasının köşesine uzanırdı eli…genç adamın
sıkışması ne olacak…banka taksidi borç senedi değil elbette…küt diye bir
telefon gelmiştir de yıllar boyunca her zaman dediğini yaptırmaya alışmış o bir
zamanların çok damarlı cananının yanına gitmek için otobüse binmek icap
etmiştir falan filan işte…babaannem de dedem de ülke ortalamasına göre çok çok
uzun sayılacak ömürlerinin sonuna kadar her ramazanı aynı muhabbetle karşıladılar
ve neredeyse tek bir gün oruç borcu bırakmadılar ruz-i mahşere…
yine selahi
dedemle çok bekledim ben sıcak pide kuyruklarında…çok yürüdüm
sokaklarda iftar öncesi…çok bayram harçlığını aldım epeyi yekün tutan ve o
paraları aldığım gibi kitapçılara gideceğini ikimizin de iyi bildiği…ve son
zamanlarda ne çok görür oldum bölük pörçük uykularımın arasındaki rüyalarımda selahi
dedemi…
babaannemle apayrı bir
sevgi ve muhabbet vardı aramızda…kapıda gördüğü gibi “aslanımmmm gelmiş benim…”
derdi…aslanıydım ben babaannemin…hayatta hiç kimsenin bu kadar gönüllü aslanı
olmadım ben…ve şu hayatta,
oncasını tanıdım ettim, birlikte yürüdüm, çok sevdim çok didiştim ama hiç bir
kadın babaannem gibi “aslanım benim…” diyemedi…hala
bir yerlerde, birileri birilerine aslanım
benim dese duyarım ben o sesi ve burnumun direği sızlar…
babaannemin tiroidli ince çatallı sesi
gelir tıkar böğrümü…
anne tarafımdan dede
evimde de çok yaşadım ben unutulmaz ramazanları bayramları…acıpayam’ın ata ocağında
kocaman ama koskocaman bir aileydik…ramazanda da diğer zamanlarda da her öğünde
masaya en az 12 kişi otururdu ve sayının 20’lere çıkması vakayı adiyedendi…sıradandı…
11 yaşındayken
kaybettiğim behzat dedemle araya egenin dağları tepeleri girdiği için yazdan
yaza hasret giderebilirdik…ender zamanlarda da onlar gelirdi hatice
anneannemle susurluk’a…ama ne mutlu ki onlarla da geçirdim ramazan günlerini…behzat
dedemle, kasabanın çarşısına gitmeden yolun üzerinde olan kara fırında
çok tahinli ramazan pidesi yaptırdık biz…onlar öyle ramazan pideleriydi ki
bugün bile tadı kokusu hala ömrümün baharıdır…fırından sıcak olarak çıkması
beklenen tahinli pidelerin elimi yakmaması için bir tomar kağıt alırdı yanına behzat
dedem…ayaküstü ahaliyle sohbet ederdi…çok sevip sayardı acıpayamın ahalisi behzat dedemi…insanın ve ustanın hasıydı
behzat dedem…elinden geçmeyen mekanik bir alet , bir motor neredeyse
yoktu…köylerden , yakın ilçelerden akın ederdi insanlar bessat ustalarına….bizler
torpilli çıraklarıydık onun…
üzeri
hep insan kokardı behzat dedemin…
sakalları
da hep benzin…
hatice anneannem
hep mutedil bir kadın olmuştu…o değirmeni çok büyük çarkı çok geniş acıpayamdaki ata evinin hepimizi
kucaklayan en kocaman kolları olan annesiydi hatice anneannem…dedem
varken de dedem öldükten sonra da…kolları hepimize yetti…hiç sızlanmadan dıdık
dıdık bütün işleri yapardı…ve aynı sakinliğiyle bizlere de yaptırırdı…iki kızı
olan annem ve teyzem arada annelerine takılırlar “hatice hanım sen de ama …”
derler yine de güle oynaya yaparlardı her şeyi…her bayram öncesinde tepsi
tepsi yapılırdı tatlılar…ve
evdeki çocuk sayısı da o kadar çok olurdu ki bazı seneler tatlı tepsileri
bayram sabahına kadar sırra kadem basardı…
gerçi o kademin nereye bastığını da ben hep iyi bilirdim!!!!
anneannem hep kocaman
kollu bir anne oldu…ta ki o felç gününe kadar…sonrasında da bir hamle daha
yaptı ayağa kalkmak için ama…bessat ustası bekliyordu artık onu…
bıraktı/k ipin ucunu…
gideni oyalamak, bekleyeni üzmek olmazdı…
hayatımın manevi
olarak en zor ramazanlarını çocuklarım olana kadar yirmili yaşlarımda
artık kendi evimdeyken geçirdim…
iki dağ birbirine kavuşmuştu ama…
dağların değil ağaçları ,
rüzgarı bile farklıydı …
ben artık o zamanlarda kırk
yılda bir bile olsa camilere hiç gitmeyen, sahurlara hiç kalkmayan bir
adamdım. ramazanlar yalnızca
çocukluğumun en güzel zamanları olarak andığım günler olmuştu…her ramazan adı
konmamış bir belli belirsiz gerginlik oldu evimizde özellikle çocuklar doğana kadar…
yemek seçmeyle şununla
bununla hiçbir zaman arası olmayan kalender bir kocayken ben, mutlaka küçük huysuzluklar yapmışımdır o
ramazan dönemlerindeki iklimde, eğer ben beni iyi biliyorsam…karşımdaki dağ da yel
kayadan ne alır inadım inat dediyse, ki allah selamet versin çok da dedi…al
sana bir pandomim daha…
hepsi geldi geçti…
çocuklar olunca, evde
oruç tutan birisi de olsa, sofraya her öğünde tabak konunca masadaki
sıraya ben de girdim her daim sessizce ama içimden burula burula…ben bu
halimde burulurken karşımdakinin burulup bir de üzerine kaynanaması mümkün
mü…değil elbette…
onlar da geldi geçti…
çocuklarım
büyürken anne babamdan öğrendiğimin daha
ötesine taşımaya çalıştım baba olmanın ilmini ahlakını sorumluluğunu…ramazanı
da anlattım, teravihi de …bayramı da…kitaplar taşıdım çocuklarıma abdeste,
duaya dair…sorularını cevapladım hiç taraf tutmadan…özgürsünüz dedim…
çocuklar büyürken çok kısa bir dönem
eşlik eder gibi oldular annelerine ramazanlarda sahurlarda…sonra baba
senin taraf daha zahmetsizmiş yahu !!! dediler…her kararları kabulümdü…kabulümdür…hala…
insanın insan
olmaklığından kaynaklanan bütün hallerine açık bir adam oldum ben…çocuklarıma
da bunu yaptım…yapacağınızı da
yapmayacağınızı da mutlaka bilip öğrenin, cahil adamların kadınların aklıyla
kalabalıktan biri olmayın buna saygı duymam ama bilerek verdiğiniz her karar
başımın üstündedir, inaç da buna dahildir dedim ikisine de…
50 yaşıma geldim kimseyi
ama kimseyi inancıyla, diniyle, artıya
eksiye koymadım…böyle görmüştüm çünkü…iki dedemden de, anneannem babaannemden de, anne babamdan da hep böyle
görmüştüm…
gördüğüm doğrulara hep
sahip çıktım…ama birileri
haddini aşıp, okumadan bilip öğrenmeden
hele hele din iman konusunda akıl
vermeye kalktığında da hiç alttan almadım…aynı yastığa baş koyduklarım da dahil
hiç alttan almadım…
hayatımın
en
netameli dönemlerinde
filizlenenler
de dahil,
vermedim
bu tavizi…
yürüdüm
gittim…
yürür
giderim…
bugün artık son
yıllarda her ramazan kendilerini o ramazan günlerinin huzuruna hazırlayan anne
babama hep şunu söylüyorum belki biraz da delidolu evlat kontenjanından haddimi
de aşarak ; ibadet elbette bir
emir…oruç da bir ibadet…ramazanınız
kutlu olsun…hayırlı olsun..ama en büyük emir önce sağlıklı olmak…kendinizi aman
sağlıklı hissedin…kendinizi iyi tartın…
türkiye bir ramazanı daha yaşayacak…
bu topraklarda ramazan hep yaşayacak…
bin yıl önce de yaşandı…
bin yıl sonra da yaşanacak…
ama her ramazan en çocuklukta
yaşanacak…
büyüdükçe nerelere gitsek de…
çocukluk uykularının en tatlı yerindeki
o ses hep kalacak…
“ hadi evladım sofra hazır….”
sonra bayram gelecek…
orucunu tutan da tutmayan da
camiye giden de gitmeyen de
o elleri hep aynı saygıyla öpecek…
ne diyordu nazım
hikmet muhteşem şiirinin sonunda ;
"...önce
kedi gidecek,
kaybolacak
suda sureti.
sonra
ben gideceğim,
kaybolacak
suda suretim.
sonra
çınar gidecek,
kaybolacak
suda sureti.
sonra
su gidecek
güneş
kalacak;
sonra
o da gidecek...
******
hepimiz
bir gün gideceğiz…
ama
bu bayrak burada kalacak…
bu
ramazan her sene gelecek…
biz
19 mayısları da 29 ekimleri de
ramazanları da
bayramları da kutlayacağız
türkiye
cumhuriyeti ailesi olarak
birbirimize
yan gözle bakmadan…
bunu
zinhar akıldan bile geçirmeden…
ve
bir gün belki
bizim
de hikayelerimizi yazıp anlatacak
arkadan
gelen kuşaklar…
biz
büyük bir milletin
milli
bayram
dini
bayram
diye
ayırmadan
her
gününe sahip çıkan
bayram
çocuklarıydık
diye…
bunu
dün yaptık…
bugün
de yapacağız…
yarın
da çocuklarımız torunlarımız yapacak…
ramazanınız bahtlı baharlı olsun…
tahinli pideleriniz bol olsun…
iftar sofralarınız uğurlu kademli olsun…
muhabbetle saygıyla sevgiyle
elinizi aklınızı öpenleriniz
çok çok olsun…
hep daim olsun….
(
murat örem / 30 mayıs 2016 / ankara…)
-fotoğraftaki saat / baba tarafındaki ata evinden murat örem'e yadigar-
-fotoğraftaki saat / baba tarafındaki ata evinden murat örem'e yadigar-
-başlıktaki şiir / masalların masalı / nazım
hikmet ran
beste / fazıl say
vokal / serenad bağcan
şiir / ömer hayyam
" akılla bir konuşmam oldu..."