“ Yazmak biraz da nevrotik bir
iştir…” der Tezer
Özlü…
Kendisiyle, varoluşuyla, çevresiyle,
dünyayla, kainatla , ölümlü olmakla şununla
bununla meselesi olmayan bir
insanın yazmakla, okumakla ne ilişkisi olabilir ki zaten…
Türkiye gibi, habire , komşunun bahçesindeki kurtlu elmanın
parlaklığına tav olup , bırakın bahçeyi kendi saksısındaki otları bile temizlemeye
hiiçç niyeti olmayanların çok olduğu toplumlarda daha da gıllıgışlıdır
, netamelidir yazmak…
Siz yazdıkça birileri açık aramak için okur
çünkü…
Yazdıkça ve kendinizden bahseder gibi görünüp aslında
insanlığın ortak virüslerinden söz ederken siz, okurların çoğu bilerek açık
bıraktığınız kapıdan sinsice giriyor olmanın patolojik hazzını yaşarlar…
Kelimelerin cümlelerin aralarına
sıkışmış harflerin içinden
hayatınıza dair gizli anlamlar çıkarmak için okur yazılanları çoğunluk…
Bir edebi metinden haz almak için
değil…
Bu çoğunluk meselesi de çok
önemlidir…
Çoğunluk dünyanın her yerinde
azınlığın üzerindeki karabasanken,
azınlık çoğunluğun çile çeken biçare vicdanıdır…
Oysa iyi bir metni okumak güneşli bir
bahar sabahında yeşillenmiş toprağın üzerinde ıslık çalarak yürümeye benzer…
O
kadardır…
Kapı deliğinden yatak odasını, salonu, mutfağı, banyoyu gözetlemek değildir okumak…
Yazan insanlar için , düşünen insanlar için, kendini sorgulayan
insanlar için gizli saklı yoktur çünkü…
Onlar, "insanlığa dair her şey
kabulumdür" diyen Heraklitos’un çocuklarıdır… Yazanlar, düşünenler, insanlığın ortak kederlerinde yıkanmış,
bulutların arasından görünen ışıltılı güneşe yüzünü dönmüş, karanlıkların da
içine içine yürürken hem korkmuş hem de pes etmemiş meczuplarıdır kainatın…
Ahmet Altan , Yaşar Kemal’in ardından
yazdığı ve insanın içine içine işleyen cümlelerle anlattıklarının bir yerinde hem babası Çetin
Altan’ın hem de Yaşar Kemal’in birbirlerinden
habersiz biçimde yazarlığı kasaplığa
benzettiklerini söyler…
“Hayatın bütün kanını, kirini,
kokusunu bileceksin, onu sırtında taşıyacaksın, kasaplık gibidir yazarlık, sert
ve dayanıklı olacaksın.”
demiştir gençlik
yıllarında kırılgan ve kibirli gördüğü oğlu Ahmet Altan’a baba Çetin Altan
günün birinde…
Ahmet Altan aynı yazıda geçmişin diyaloglarından
yola çıkarak konuyu biraz daha genişletir ve şu cümleleri kurar ;
“ Sadece hayatı, yazıyı değil, bizzat
kendi varlığını da yüzülüp çengele asılmış, damarlarından kan sızan bir sığır
bedeni gibi taşımak zorunda olduğun, açıp bütün dünyaya gösterdiğin ciğerini
isteyen herkes sivri gagalarıyla rahatça gagalayıp parçaladığında, acısına hiç
yakınmadan razı olacağın bir işti yazarlık, sağlam ve dayanıklı olacaktın,
şikayet etmeyecektin, gocunmayacaktın, vazgeçmeyecektin…”
Herkesin değil kalbini üstündeki
derisini bile saklayarak onlarca yıl yaşadığı ve sonra bir asırdır biriktirdiği
şuursuz nefretini ahlaksızca kustuğu bir çağda, açıp bütün dünyaya ciğerini göstermek,
gagalayanların yanından aynı vakarla yürüyüp gitmek kolay değildir…
Bir
mendilin niye kanadığını dert etmek ve anlatmaktır
yazarlık…
İçinde
yaşadığım ev niye içimdeki ev olmadı diye sormaktır
yazarlık…
“
et tu, brute ? then fall, caesar! ” repliğini
unutturmamaktır yazarlık…
bir
mezar taşının yanında
tek
başına ama dimdik duran
ağacın
hikayesini anlamak
ve
anlatmaya çalışmaktır yazarlık….
(
murat örem / 09 mart 2015 / ankara…)
-fotoğraf
/ arda erhan örem / ankara / karşıyaka mezarlığı/ 2014-
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder