bertold
brecht , ki dünya ve alman edebiyatının pekbigüzel üretim hatalarından biridir ; bankaları
“güneşli havada zorla hediye ettikleri şemsiyeyi
ilk yağmurda geri isteyenlere..” benzetir...
ben, brecht’i çok sever, insanlığın
yürekli aklı olarak görürüm...
bankaları
sevmek sevmemek ayrımına girmeden söyleyeyim ki, onlar hayatımızın vazgeçilmezlerindendir... hele ve
maalesef, paranın insan ruhundan daha hızlı hareket etmesi gerektiği şu
neoliberal çağda
bankaları yok saymanız mümkün değildir...
ayrıca, bankalarla ilgili ileri geri yazmak da çok netamelidir...
hemen hemen bütün ülkelerde bankaların itibarını kaybetmesi diye bir kavram vardır ki, ettiğiniz her cümle o tanımın içine düşürülebilir sizi ve söyleyip yazdıklarınızı..
oysa itibar dediğiniz şeyin
hamurunda kavramların kanunların ürkütücü gölgesi yerine kültür ve
sanata yaptığınız katkıların zihinlerdeki yansıması olmalıdır...
finansal işleyişlerini gündeme
getirmeden söylemek isterim ki , benim için , iki bankanın kültür sanat çabalarıyla
gönlümdeki yeri hep ayrı olmuştur...
dönem dönem başka bankalar da araya
katılsa da şu iki banka kültür sanat denince apayrı ve çok istikrarlı
yerde olmuşlardır daima...
bu bankalar ,
Yapı
Kredi Bankası ve Türkiye İş Bankası’dır
paramın var zamanında da yok zamanında da bu iki bankanın öyle çok güzelim yayınını aldım ve eşime dostuma hediye ettim ki yıllardır...Ve bu iki bankanın Ankara’da bulunan satış ofislerindeki isimlerle öylesine göz ve sohbet aşinası olduk ki...
içi boş bir iddia olmasın , kendi kendine
gelin güvey olmak diye nitelendirilmesin ama her iki bankanın da kitap satış
şubelerinde okur ve müşteri kredim hayli itibarlıdır...
işte bana aşağıdaki uzun yazıyı da yazdıran Yapı
Kredi Yayınları’ndan çok yakın zamanda çıkan bir kitap oldu...yazının
başındaki fotoğraftan da anlayacağınız bir kitaptı bu...kitabın yapı kredi yayınlarının
çocuk kategorisinden çıkmış olması sizi yanıltmasın...
biz büyükler için de akide şekeri tadında
güzelim bir kitap bu...
anıların ve çocukluğun sularında yeniden
yeniden yüzdüren bir kitap bu...
aşağıdaki yazıyı biraz da bu gözle okuyun....
( murat örem / 22 mayıs 2014 / ankara...)
*******
çocukluğumda
da çok okurdum ben ...
okumayı öğrendiğim andan itibaren hep
böyle oldu...
yakın
gözlüğü uzak gözlüğü zamanlarım çoktan gelmiş
olsa bile hala gözüm kaşım demeden okumaya çalışırım...
çünkü
başka bir hayat bilmem...
çünkü
başka hiçbir şeyden bu kadar büyük haz almam...
çünkü
okuyup yazarken dünyanın en huzurlu
insanlarından olurum...
ve
o güzel deyişin yıllar içinde tahrif
edilip
“çok
okuyan mı çok gezen mi bilir”
şekline
(ç)evrilmesine hakkıyla
gıcık olurum...
o
deyişin aslı astarı ,
“çok yaşayan mı çok gezen mi bilir”
şeklinde
olmuştur ve doğrusu da buydu bin yıldır...
-nitelikli
okurlar, gıcık olurum tabirini ‘avam’ bulmakta serbesttirler...-
çocukluğumda
da çok kitap okudum ben ama öyle bazı işgüzarların anlamsızca gerine
gerine anlattığı gibi daha 3-5 yaşındayken
acar ve zeki insan yavrusu misali “okula gönderin beni...hemen okumak istiyorummm” diye
yırtınarak da taciz etmedim kimseleri...
vakti saati gelince gittim okula
öğrenci olarak...
hatta, bayağı bayağı gözüm evde kala kala gittim
okula...
fakat
Nursever Öğretmenli ilkokul
günlerimde de güneşli bir denizin içine düşmüş
kadar mutlu oldum...Yazmak da bir süre sonra hayatımın mütemmim cüzü haline geldi...
bu
blogu takip edenler bilir ; hem okula
başlama sürecimi, hem de iki kuşak
öncesi de dahil sağı solu öğretmenlerle çevrelenmiş eğitimci ailenin çocuğu olmayı
ve tabi ki kitapların hayatımdaki apayrı
yerini her fırsatta mutlulukla anlattım.
daha çok uzun yıllar hep sağlıkla
yanımızda olası, öğretmen anne babamın hakkını bir kez daha sevgiyle saygıyla teslim
ederek söylemek isterim ki; kitap,
gazete, dergi okumanın, kağıda kaleme
seve seve para harcamanın her ahval ve koşulda
hakkıyla önemsendiği teşvik edildiği evde yetiştim ben...
mesela
derslerim ve notlarım ne durumda olursa olsun bir tek kez bile, elindeki
kitabı bırak dersine çalış diye berbat ve sevimsiz bir cümle kurmadı
anne babam bana..kaldı ki, buna çok hakları
olması gerektiği kadar laubali öğrencilik yılları geçirdiğim dönemler de oldu..kardeşim
ayşın’ı ayrı tutuyorum çünkü o her zaman onur listelerinde parlayan bir
öğrenciydi ve bu cümlelerin yanından bile geçilmesine gerek duyurmadı...lisanslar,lisanlar,
masterlerle falan da süslediği
öğrencilik yıllarında hep başarılı oldu ayşın ve benim de üzerimdeki gamsız
öğrencilikle ilgili manevi yükü aldı...
laf
aramızda, anne babam bana kitapları
bırak dersine çalış mealinde cümleler kursalardı da muhtemelen ters
teperdi...bunu kendi huysuzluğumu değil de esasında onların hakkını bir kez
daha teslim etmek için yazıyorum çünkü anne baba olmanın alameti farikalarından
biri de evlatların her birinin kodlarını
ayrı ayrı gözetme ve ona göre
davranmanın sihrinde...anne babamın yapmaya çalıştığı da muhtemelen bu sihir
noktasını aramaktı...
evlatlar ve anne babalar konusunda hariçten gazel
okumamı biraz hoşgörün çünkü bu cümlelerimin arkasında da, 20 yılda iki erkek evlat yetiştirme
tecrübesinin emek verilmiş babalık tarafı ve 46 yaşın hatırı var...
anne
babam dersine çalış kitapları bırak demediler ve ben de lise bitene kadar matematik ve fen bölümü öğrencisi olmam da
dahil üniversite giriş sınavlarının ikisinde
de çok yüksek puanlar alarak tek bir
ders kitabı sayfası açmadan geçirebildim o yılları...ama üniversitede tek bir
ders kitabı kapağı açmadan öğrencilik yapma kabadayılığı sökmedi...belki yine sökerdi de araya istanbul
girdi, sevda girdi, arkadaşlıklar girdi , inatlaşmalar girdi...
annem ömrüne bereket müjganhocanımın çok sevdiği tabirle
üniversite yıllarımda hakkını vere vere(!) kadayıf öğrenci oldum...İyi bilirim
yani vizelere finallere başka bir galaksinin asi ve yerçekimsiz gezegeni
gibi girip de, yalnızca ismini yazıp ilk 10 dakikada sınavdan
çıkmanın coolluğu ve karizmasını da...tabi , bu karizma dersler üstüste
birikince ve artık üniversiteyi bitirmek farz haline gelince darmadağın oldu , yerine
günde 8 finale girmek zorunda kalan nescafe destekli öğrenci profiline evrildi
ama onun da ayrı bir karizması (!) vardı...
sözün
özü , kitaplar, dergiler gazeteler hiçbir zaman fazlalık olarak görülmedi evimizde...onlara
verilen paralar da...ve en parasız zamanlarda bile ekmeğin yanında bir gazete
oldu mutlaka evimize giren...
çocukluğuma
dair hatırladığım en güzel karelerden biri de , elinde milliyet gazetesiyle koltuğa
gömülmüş, bir eli çenesinde veya bıyıklarının
üzerinde duran babam taşkınhocanın dünyanın en önemli işini hakkını vere
vere yaptığı ve sayfaların arasına gömüldüğü anların görüntüsüdür...
sınırlı
memur maaşıyla kitaplar gazeteler dergiler hep girdi evimize ama kitaplar ve
dergiler parayı emeğiyle kazananlar için o zaman da pahalıydı...
evet
, bazen , evin içinde ve ortalık çok dağıldığında şu dergileri gazeteleri ıvır
zıvırları çabuk kaldırın ortadan diye ağzından alevler çıkan biçimde cümleler
kurdu müjganhocanım ama biz evlatların
da özellikle temizlik yaparken anneleri çıldırtmamak gibi vazifeleri de vardır
ve olmalıdır işin esasına bakarsanız....
okumanın
melankoliyle, duygusallıkla , avarelikle
kelime
anlamı fikirler olan efkar’ın , hüzünle
adam
olmanın , çok para kazanmakla
kadın
olmanın, hayatın köşelerini habire yuvarlamakla...
bir
tutulduğu zamanlarda
siz
yine de okuyun yazın...
bunları yaparken de kadayıf öğrenci ve kadayıf hayat adayı olmayın...
(
murat örem / 22 mayıs 2014 / ankara...)
-fotoğraf / murat altunkaynak -
-fotoğraf / murat altunkaynak -
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder