Kendini,
sosyal bilimci, hukukçu hatta iktisatçı
vb… olarak tanımlayan sözelciler
içinde fotoğrafın bütününü görmekten
uzak olanlar , çok belli etmeseler
de mühendislerin matematikçilerin kısaca sayısal bilimcilerin varlığından,
yaptıkları işlerden, para kazanma imkanlarından rahatsız olurlar…
Bu duygunun altında eğitim yıllarında başarısız olunan sayısal
derslerin ağırlığı vardır çoğunlukla … Aslında bu kişiler, serinkanlı olarak düşündüklerinde
göreceklerdir ki, matematik ve diğer temel
bilimlere hakim olamamaları algısı düşük
oluşlarından değildir…Bu durum, Türk Eğitim Sistemi’nin aşamadığı ya da her
nedense aşmak istemediği yapısal bir sorundur…
Sorunu
tanımlamaya devam edersek ; sözelciler,
sayısalcıları yok sayıp kıskanırlar ama sayısalcılarda da genellikle içi boş bir kibir vardır ve sözelcileri
hayalci, tembel hatta algısı düşük bulurlar…
Bu
ayrımın bizatihi kendisi yanlıştır ama toplumdaki genel kanaat çoğunlukla bu yöndedir. Büyük binalar, yollar
, şehirler , fabrikalar kurmak için hesaplar yapmak, sözcüklerden, dizelerden, renklerden ,
notalardan eserler ortaya koymaktan çok daha değerli ve çok daha kazançlı
görünmüştür daima sokaktaki insana…
Oysa,
Pascal, Pisagor, Eukliedes, Einstein, Ali Kuşçu daha büyük değildir
Dostoyevski’den, Çehov’dan, Mevlana’dan, Yunus Emre’den, Cemil Meriç’ten…Hatta
biraz ironi yaparak söylersek,
Newton
yerçekimini bulmasaydı elbet birileri farkına varacaktı olan bitenin,
peki
Van Gogh olmasaydı sarının bin bir tonunu kim resmedecekti?
Itri
olmasaydı Segah Tekbir’i kim besteleyecekti?
Orhan
Veli olmasaydı ‘ağlasam sesimi duyar mısınız mısralarımda ?’ diye kim
soracaktı ? diyebiliriz …
Lafı
hiç dolandırmadan söylersek bu ayrışmanın vebali, öğütülmek için değirmenine gelen her
öğrenciyi aynı algı , aynı zeka ve imkanlara
sahip olarak sınıflandıran ve hepsini
aynı tornadan çıkarmayı, neredeyse tek hedef bellemiş eğitim anlayışımızdadır…
Bakanlar
gelir geçer, müsteşarlar birer birer emekli olur , il milli eğitim müdürleri,
ilçe milli eğitim müdürleri gittikleri okullarda her ne hikmetse ve nedense
!!! müdür koltuğuna oturarak ellerinde
kalemlerle pozlar verirler ama miadını dolduralı yıllar olmuş bu sorunlu yapı,
yerinden milim kıpırdamamak için direndikçe direnir.
İyi
niyetli ama az sayıdaki öğretmenlerle, yaşadıkları çağı daha donanımlı olarak
karşılamak için o öğretmenlerin gözlerinin içine bakan öğrenciler ve veliler çırpındıkça çırpınır bu yapının altında…
Müfredat
uygulanacak, zümreler toplanacak , sınavlar yapılacak, notlar verilecek, veli
toplantılarında çok şükür ki ! sayıları her yıl biraz daha azalan bazı
öğretmenler, notları düşük çocukların
ailelerine herkesin içinde akıl verecektir; ‘Siz bu oğlanı / kızı en
iyisi bir an önce meslek sahibi yapın’ minvalince…
Oysa
otuz kişilik bir sınıfta herhangi bir dersten on öğrenci başarısızsa bu günahın
hatırlı kısmı asla öğrencide değildir.
Öğretmendedir,
okuldadır, idarededir, müfredattadır ,
farklı olanı mutlaka törpüleyen, hizaya sokmak isteyen yanlış
eğitim modelindedir .Herkes bir yabancı
dili aynı hızda ve zevkle öğren(e)mez. Herkes fiziği, kimyayı, matematiği
formüllerle hatmet(e)mez.
Herkes,
dilinin kurallarını ‘ötümlü, bütümlü,
çatılı…’ gibi uydurma
tanımlamalarla kuru kuru anlatıldığında sev(e)mez. Müfredat ezel ve
ebed aynı kalacak bir manzume, manifesto
değildir…Öğretmenler hangi alanda ders veriyorlarsa onu anlaşılır ve sevimli
kılmanın yollarını aramalı , eğitim sistemi bütün kurumlarıyla bu öğretmenleri
el üstünde tutmalıdır…
Bir
edebiyat dersine, divan edebiyatından ve bazı kuralları hala tartışmalı olan
dilbilgisinden başlamak, hataların en
büyüğüdür, bile bile ladestir…
Örneklersek;
Divan
edebiyatı, az sayıdaki ihtişamlı konak veya yalıysa, günlük edebiyat bir
yanıyla toplu yaşam alanıdır. Dilbilgisi, yeni tanışılan ve taşınılan bir yerde
yıllara dayanan, derinliği olan ilişkilerdir. Önce, toplu yaşam alanında oturup
kalkmayı, komşuluğu hakkıyla öğrenmesi
gereken bir insandan, güngörmüş bir
konağın içindeki avizelerden, tablolardan , porselenlerden haz almasını, tarihe
hürmetle, ihtimamla , merakla
yaklaşmasını ve zengin geçmişi hemen benimsemesini bekleyemezsiniz. Bu
mümkün değildir.
Öğretmenlerin
çoğu bu konulara zaman ayırıp yorum yapmaz, müfredat hazretleri gidilecek yolu
çizmiştir herkesin yerine. Gerçi, bu donmuş ve tepkisiz zihniyette, geçmiş
yıllarda müfredatın yolundan halisane
niyetlerle sapan! öğretmenlere ödetilen
bedellerin de payı vardır ama öğretmenlerin de boş vermişliği az değildir çoğunlukla…
Kainatın
ve insanlığın ilk gününden beri var olan temel bilimleri yalnızca polinomlara, türevlere, integrallere,
orbitallere vb… hapsederseniz, bu kez edebiyatta ve sözel bilimlerde
yaptığınız yanlışı katmerlendirerek
sürdürmüş olursunuz. Oysa temel bilimler de
dünyanın ve kainatın
zenginliklerindendir…
Tıpkı
edebiyat, müzik , şiir , resim gibi , düşünmek gibidir, hatta hatta aşk gibi ,
evlilik gibi, hayat gibidir matematik de…Hayatın ve bütün ilişkilerin
aslında bir matematik ve ritm içinde akıp gittiğini söyleyerek ilk derse
başlayan bir öğretmen, dünyanın en iyi öğretmenlerindendir.
Matematik
ve hayat birbirini tamamlayan iki gerçekliktir. Biraz daha iddialı söylersek,
matematik biliminin sancaktarı istatistik ve kıyaslamalı istatistiktir
dallarıdır. Bir matematik, fizik,
biyoloji dersinde sınıfa giren öğretmen her şeyi ama her şeyi suhuletle
zihinlere çakarak anlatabilir, tabi isterse….
Mesela,
yapılan bir araştırmanın istatistiki sonuçlarına bakarak ve rakamları anlaşılır
kılarak şu acı gerçeği beyinlere
nakşedebilir; Türkiye’de her yıl
üniversite sınavına giren bir milyon ve
üzerinde öğrenci var. Eğitim düzeyi
-büyük çoğunluğu sayısal içerikte olmak üzere-
uluslar arası ölçeklere uygun bölümlerin öğrenci kapasitesi, taş çatlasa on bin kişi…İstatistiki
olarak, sizin bu bölümlerden birine
girme ihtimaliniz, en fazla yüzde bir… Ne kadar çalışmanız ve işi sıkı tutmanız
gerektiğini buradan anlayın…diyebilir.
Bir
başka öğretmen şunu anlatabilir coğrafya, psikoloji ya da edebiyat dersinde; Norveç’te
her on kişiden altısı günlük gazete
okurken Türkiye’de bu oran her on kişide bir kişi bile değil çocuklarım…
Tabi
öğretmenlerimizin bunları anlatması için önce merak edip öğrenmeleri ve bu
konuları kendilerine dert edinmeleri gerekir. Bilmiyorum 2010’ların
müfredatında bu konulara yer var mı, zaman var mı ?
Bir
de tabi hepimiz yıllar boyu öğrenci olduk, müfredata girmek bile yetmeyebilir
bir konunun anlatılıp anlaşılması için…Beklenmedik şeyler olur, salgınlar
yaşanır, kış çok zorlu geçer, yaz çok erken gelir ve okullar zorunlu olarak
ışık hızıyla geçebilir bütün
konuları…!!!
Müfredat
bu tür durumlarda anlayışlıdır, kapris yapmaz, hesap sormaz….Bilir neye ne
zaman tepki göstereceğini, kimden neyin hesabını soracağını ve ne zaman kiminle
uzlaşacağını ….!
Şurası
kesin ki, Türkiye ekonomi ve sanayileşme alanındaki bütün gelişmelerine rağmen eğitim
sistemini oturtabilmiş , KURUMSALLAŞTIRABİLMİŞ
değil. Bu durum sistemin farklı basamaklarının başında bulunan isimlerden, bakanlardan, hükümetlerden,
iktidarlardan bile bağımsız bir
gerçeklik olarak maalesef onlarca yıldır karşımızda duruyor. Siz ne kadar iyi
niyetle ve şevkle o makam(lar)ı
doldurmaya çalışsanız da, geçmişle kıyaslanınca en yüksek ödeneği alsanız da,
radikal ve kesin hamleler yapmadığınız sürece hakiki , yararlı ve öğrenciyi
mutlu eden bir sonuca asla ulaşamazsınız..
Çünkü karşınızda en iyimser yorumla söylersek ucu bucağı belli olmayan, bırakın
ülkenin farklı şehirlerini, aynı ilçenin içinde bile altyapı standartlarını
oturtamayan ve çağın gelişmelerini layıkıyla okumakta ve harekete geçmekte çok
zorlanan , devasa ve hantal bir yapı var
…
Kireçlenmiş,
tortulanmış bir ısıtma düzeneğinin içinde, dünyanın en akışkan sıvısını da
dolaştırsanız , yine dünyanın en iyi yakıtını en yüksek derecede de
yaksanız, o binayı ve o yapının içindeki insanları hakkıyla
ısıtıp mutlu edemezsiniz. Her gün yeni haberler alırsınız, kazan patladı,
borular çatladı, düzeneğin içindeki sıvı sudan farklı olduğu için deliklerden
sızarak insanları zehirledi minvalince.
Kimse
o binada yaşamak istemez, kapıdan içeri girerken ayaklar geri geri gider ya da
orası yalnızca zaman öldürülen bir yer olarak görülür. Bir süre sonra o binada
kalorifer peteklerini tamir edecek usta bulmak bile deveye hendek atlatmak
kadar zorlaşır… Bu konuyu ve örnekleri uzatmak mümkün ancak o meşhur deyişte
olduğu gibi, turbun büyüğü heybede misali hepimizi bekleyen daha büyük
bir tehlike var ve kapımızdan içeri
girdi girer…
Değişen
ve çok hızlı gelişen bilişim altyapısı sonucunda dünya klasik eğitim
modelini hızla terk ediyor, etmek
zorunda. On yıla kalmayacak ki bir çok ülke başka bir yörüngeye oturtacak eğitimini. İlk adımlar çoktan
atıldı. Kitaplar yerini dijital tabletlere bırakacak . Öğretmeni, öğrencisi,
velisi, okul binalarıyla , müfredatıyla önümüzde yeni ve kaçamayacağımız bir
gelecek var…Türkiye eğitim alanında
radikal kararlar almayı geciktirdikçe, sorunu klasik yöntemlerle çözme
ihtimalini de sonsuza dek kaçırmak üzere…Maalesef büyük çoğunluk hala bunun farkında değil.
Farkında olanlar da, olmuyomuş gibi görünmeyi yeğliyorlar şimdilik ama bundan
kaçış yok.
Bir
ülke bütün eğitim sistemini çağını
doldurmuş bir müfredata, eskimiş bir eleme anlayışına göre kurgulayamaz. Matematiği, edebiyatı,
kimyayı şunu bunu öğrenemiyor diye milyonlarca çocuk ve gencini eleğin altına
atamaz. Tepkileri azaltmak için bina
üstüne bina yapıp okullar, üniversiteler açarak sorunu çözemez. Yalnızca büyük
sorunları bir süreliğine öteler. Elbette, Türkiye eğitim olanaklarını,
kontenjanlarını artırmak , yeni liseler,
üniversiteler açmak zorundadır. Bunu , sırf birilerinin onlarca yıllık
imtiyazlarını ortadan kaldırmak için bile yapsa bu çok doğru olandır ancak bu yaklaşım tek başına sorunu çözmez,
çözemez, çözmeyecek. Türkiye, dar bir
açıyla, sayısal zeka penceresinden baktığında, her yıl en fazla beş-on bini bulan çok zeki
çocuk ve gencini iyi okuttuğunu sanarak
, bütün eğitim sistemini bu çocuk ve
gençlere göre kurgulayarak, geride kalan milyonları da ruhen ezerek ve en kötüsü büyük çoğunluğu “ben hiçbir
zaman akıllı , başarılı bir insan olamayacağım o zaman koy ucunu rahvan gitsin
” ezikliğine ve boşvermişliğine sokarak
yoluna asla devam edemez.
Bu
on bin çocuk, zaten dünyanın her yerinde klasik anlamdaki sayısal başarıyı gösterecek yapıdadır.Ya geride kalan
ve deyim yerindeyse daha yolun başında
ipin ucunu bırakan milyonlar ve aileleri ne olacak ? Dershane piyangolarının
büyük ikramiye bekleyen iddaa’cıları olmaya devam mı edecekler ?
Oysa
günümüzde başarının , üretken ve mutlu olmanın yüzlerce tanımı var. Siz , bir
ülke olarak bütün eğitim sisteminizi yalnızca sayısal zeka ve sayısal başarının
getirdiği mutluluk üzerine oturtuyorsanız , çocuk ve
gençlerinize, dolayısıyla geleceğinize en büyük kötülüğü
yapıyorsunuz demektir. Asıl kıyamet de buradan kopar…
Bir
ülkede altyapıyı, fabrikaları, binaları , yolları yapacak mühendisler,
mimarlar kadar , o binaları
güzelleştirecek, estetik kılacak, hayatın içine katacak sözel ve duygusal zekalara da ihtiyaç vardır.
Türkiye,
unutulmayacak dönüşümleri yaşadığı 1980’lerde Turgut Özal’ın pragmatist
mühendis kafasının yanına sosyal
bilimcileri , edebiyatçıları, sanatçıları ve tabi ki HUKUKÇULARI da koyabilseydi, biz bugün çok daha farklı
şeyleri konuşuyor olabilirdik… Çabamız bundan sonrası için olmalıdır…Turgut
Özal’a bile sözel zekayı, edebiyatı, sanatı
hatta hukuku hafife aldırıp
küçümseyen bilinçaltı kodlarını veren de,
öte yandan da Turgut Özal ve ekibini ‘duygudan ve sanattan uzak mühendis
kafalı’ diye yaftalayan karşı zihniyet de ağırlıklı olarak yine bu eğitim
modelinin yarattığı ayrışmanın sonucuydu zaten …
Çocuklarına
, gençlerine matematiği, kimyayı, fiziği hayatın içindeki taraflarıyla aktaramayan ; bir bozlaktan , gazelden, deyişten, emek
verilmiş bir filmden, iyi sahnelenmiş bir tiyatro eserinden, hüzünlü bir
türküden, güzel dekore edilmiş bir mekanın
huzurundan, ‘hamdık, piştik, elhamdülillah’ dizelerinin
derinliğinden haz almayı öğretemeyen ve çok şeyi yalnızca günübirlik
şekilde bellettiğini sanan bir
eğitim sistemi çok eksiktir, çağının ve
çocuklarının beklentilerini karşılamaktan fersah fersah uzaktır…
Dünya
sözelciler ve sayısalcılar diye bir ayrımı 1990’larla birlikte tümüyle terk
etmişken bizim hala bu parametrelerle çocuklarımızı yönlendirmeye çalışmamız
dahası anaokulundan üniversiteye bütün eğitim sistemini bu yapı üzerine
kurgulamaya devam etmemiz , deyim yerindeyse iki grubu birbirine hasım
etmemiz , başımıza telafisi imkansız
dertler değil, belalar açacaktır…
İnsanı
yaşatan ümittir, umuttur, başarma duygusudur.
Sekiz yaşında , on yaşında, on iki yaşındaki çocukları, elektrik devrelerinin düzeneğini,
bitkilerin taç yapraklarını, dünya üzerindeki paralelleri , alınan yol / zaman
= hız formüllerini, İngiliz Brown
Ailesi’nin ! hayatını bir çırpıda
söyleyemiyorlar diye, daha yolun başında ağır kaygılar içine sokmak
bir ülkenin eğitim modeli olabilir mi? Çok uzun bir yazı konusu olan
‘Yabancı Dille Eğitim’ gerçeği bambaşka bir ikrar ve teslimiyet değil midir…?
Yöneticiler,
öğrenciler, öğretmenler, makamlar, gelir geçer…
Aslalon,
insandır…
İyi
bir eğitim sisteminin tek bir hedefi olmalıdır; Öğrenmekten ama her konuda
öğrenmekten zevk alan insanlar yetiştirmek….Hepimiz bir yanımızla her daim
öğrenci değil miyiz ? En büyük ve bitmeyecek imtihan yaşamak ve hep öğrenmek değil mi?
Çeyrek
asır önce lise eğitimini matematik bölümünde yüksek notlarla tamamlayan,
üniversitede bilerek ve isteyerek sözel bir bölüme dereceyle giren ve neredeyse yirmi
yıldır ekmeğini sözel
alanda, Türkçe’yle kazanan,
iki öğrenci babası ve amacı ‘
yalnıza üzüm yemek’ olan veli ve hakkıyla eğitmen öğretmen olan anne
babasının öğretme şevkiyle her zaman gurur duyan bir evlat olarak son sözümüz şu olsun ;
Öğrenmek, doğmakla
birlikte dünyadaki en mucizevi gerçeklikse , öğretmek bambaşka bir bahtiyarlıktır, kendini yeniden
yeniden bulmaktır …
Herkese
ama herkese öğretilecek bir şey mutlaka vardır…
Bunun
yolu da, gepgenç insanları dut tanesi gibi ha bire silkelemek asla
değildir…..
( Murat Örem / Ankara /
30.12.2009 ….)
( fotograf / ayşın örem alptekinoğlu...artur 2009..)
(dede; taşkın örem / torun alp alptekinoğlu...)
Eski değişmeyen eğitim sisteminden, yılda en az iki kere değişen, nelerin, neden değiştiğini, nasıl olacağını öğretmenler ve yöneticilerin bile bilmediği bir eğitim sistemine geçtik.
YanıtlaSilGeleceğimiz olan çocuklarımızın bu çalkantıda kendilerine yol bulma çabalarına bizler de yardımcı olamıyoruz çoğu zaman.
Hep daha iyi olacak umutları taşısak da yüreğimizde, olmuyor, olmuyor, olmuyor.
Yavaş yavaş karamsarlık bulutları sarıyor yürekleri. 😞
umalım ki biz yanılalım Namık biraderim...
Silama perşembenin gelişi de çarşambadan belli...
murat...
Sevgili Murat yazındaki eleştirilere katılmakla birlikte diyorum ki sorulması gereken bu sistem gerçekten değiştirilmek isteniyor mu? öğrenciler telef ediliyor, öğretmenler ücretli vekil sözleşmeli gibi sıfatlarla aşağılanıyor, veliler her toplantıya çocuğum haklı diye giderken öğretmenler çocuğunuz çok zeki ama çalışmıyor dediğinde okuldan mutlu ayrılıyorsa sorun çok büyük demektir umalım ki bu düzen değişsin. Beni üzen bir başka şey de okumuş toplumda bir unvan ve yer edinmiş insanların bile çocuklarını anlatırken "yok yok bizim oğlanın kafası matematiğe hiç basmıyor maalesef zeki değil inşallah bir öğretmen filan olur da hayatını kurtarır" demeleri... sevgi ve selamlarımla...
YanıtlaSilsevgili funda ,
Silson cümlen her şeyi özetliyor...
ne kadar hüzünlü...
ne kadar karamsar...
ve ne kadar gerçekçi....
nereden nereye gelindi...
ve bakalım nereye gidilecek....
bizler aklımız erdiğince yazıp çizip düşünüyoruz...
ama kararlara etkimiz ortada...
fotoğraf bu...
sevgiler selamlar...
murat....