Yirmisine bile gelmemiş gepgenç biri olarak,
80’li yılların ikinci yarısıdır İstanbul’la tanışmam...
Vee
yine 80’lerin ikinci yarısıdır, tarihi kapılı İstanbul Üniversitesi Siyasal
Bilgiler Fakültesinin koridorlarıyla, anfileriyle, Beyazıt Meydanıyla, Sahaflarla,
Çınaraltısıyla, Hüseyin Avni Dede’siyle göz göze gelmelerim.
Yine
aynı zamanlara denk düşer Gencay Gürünlü Şehir Tiyatrolarının her yılın Mayıs
ayıyla birlikte düzenlediği Gençlik Günlerindeki onlarca etkinliğini çölde suya
hasret meczup misali kana kana içmem...
İşte
bu dönemlerde başlamış ve doksanların
başında evlilik durumundan(!) Ankara’ya
göç edene kadar sürmüştür İstanbul Şehir Tiyatroları ve İstanbul Devlet
Tiyatrosuyla kurduğum kadim dostluk...
Onlarca
defa kapısından içeri büyük bir huzurla girip oyunlar izlediğim Muhsin Ertuğrul
Sahnesinin kulisinde, aktör dayım Erhan Dilligil vasıtasıyla Zihni Göktayları, Burçin Oraloğluları, Suna
Pekuysalları, Özdemir Hanları, Murathan Munganları, Yalçın Boratapları, ikinci
kuşak Hazım Körmükçüleri, Erhan Abirleri, Savaş Dinçelleri , Erhan
Yazıcıoğullarını ... tanımanın hazzına varmam da aynı dönemdedir..
Bugün
bile 1985-1990 arasında sahnelediği onlarca oyunu bir çırpıda sayabilirim
İstanbul Şehir Tiyatrolarının ve İstanbul Devlet Tiyatrosu’nun...Aradan çeyrek
asırdan fazla geçmiş olsa da o zaman sayıları çok daha az olan şehir
tiyatroları ve devlet tiyatrosu sahnelerinin geçmiş dönemlerdeki kendine özgü
kokusunu hala hatırlayıp anlatabilirim..
Mesela
Atatürk Kültür Merkezindeki Oda
Tiyatrosu’nun o samimi ufacıklığı...Bir keresinde Avni Dilligil Ödülleri töreni
yapılırken töreni sunan Müjdat Gezen’in gözlerinin içine içine bakarak bir
fındık faresi kat etmişti oda tiyatrosunun sahnesini boydan boya...
Mesela
Zuhal Olcay’ı orada izlemiştim, Arbutzov’un
Söz Veriyorum isimli oyununda
harikalar yaratırken Engin Şenkan ve Alev Sezer’le birlikte...İnsan Maier oyununu da orada
izlemiştim...Oğuz Atay imzalı Oyunlarla
Yaşayanlar ‘ı da galiba aynı sahnede seyretmiştim Sadrettin Kılıç’ın emekli
tarih öğretmeni Coşkun Ermiş rolünde olduğu....
Kırmızı
rengin bütün kışkırtıcılığıyla dekorunda başrolü oynadığı Taksim Venüs Sahnesi
vardı Devlet Tiyatrolarının...Ne güzeldi salonu biz seyirciler için....Ertuğrul
İlgin’i Oyunun Oyunu isimli eserde
bin yaşındayken bile devleşirken orada izlemiştim...Şimdi kaç kişi hatırlar
acaba Ertuğrul İlgin’i? Yine kimbilir yalnızca kaç kişinin aklına düşer o çok
karakteristik ve gevrek sesin sahibi aktör Sadrettin Kılıç ?
Mesela
Şehir Tiyatrolarına ait olan ve yıkılıp yeniden yapılmadan önce kahverengi ve
krem - beyaz renklerin uyumu, alicenaplığı, görmüş geçirmişliğiyle seyircileri
karşılayan Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi....Mesela Nedret Güvenç ve Toron
Karacaoğlu’nun devleştiği Günden Geceye
oyununu izlediğim Cep Tiyatrosunun huzuru, Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nin üst katındaki...
Biz Aşağıda İmzası Olanlar
oyununu Muhsin Ertuğrul Sahnesinde izlemiştim...Keşanlı Ali Destanı oyunundaki Erhan Yazıcıoğlu ve Savaş Dinçel’i
de...Oyunda İzmarit Nuri’yi canlandıran Savaş Dinçel’in başındaki bere Nezahat
Ablasının ördüğüydü...Savaş Dinçel’in Nezahat Ablası, benim de büyük halam aktris Nezahat
Tanyeri’ydi...
Lüküs
Hayat’taki Suna Pekuysal’ı , Kuşlar oyunundaki
Erhan Dayımı da tıpkı Katherine Blumm’un
Çiğnenen Onuru oyununda olduğu gibi aynı sahnede izlemiştim..
Hele
Şehir Tiyatrolarının Gençlik Günlerindeki Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesinin
bayram yerine benzeyen dokusu Mayıs aylarındaki...
Tiyatronun
önündeki renkli minderler, flamalar, afişler...Paneller, toplantılar, söyleşiler...Uğur
Mumcu da gelirdi oralara, Murathan Mungan da, Emre Kongar da, Selim İleri de ,
Gökhan Dabak ve Gencay Gürün’ün kendisi de...
Bazen
üstümüzden helikopterler uçardı panel sırasında çünkü seksen darbesinin rüzgarı
kesilmemişti daha...Afife Jale filmini orada izlemiştim...Murathan Mungan
imzalı Taziye oyununu da...Oyundaki
ak sakallı ermiş Erhan Dayım kuliste tanıştırmıştı turuncu kravatlı zamanın
genç oyun yazarı Murathan Mungan’ı...
Keşanlı Ali Destanı
oyununu sahneye koyan Ferhan Şensoy konuk yönetmen olarak Harbiye Muhsin
Ertuğrul sahnesine gidip gelmişti aylarca ve ustası Haldun Taner’i anlatmıştı
oyunun broşüründe en bi güzel...
1986
yılının mayısında öldüğünde Haldun Taner Hoca, kocaman bir şiir asılmıştı duvara şair Can
Yücel’in Haldun Taner’i anlatan ve ‘yepyeni
bir istan-buldun’ diye seslenen....
Şehir
Tiyatroları Reşat Nuri Güntekin Sahnesi daha renksiz bir binaydı ama orada da
Vedat Türkali imzalı Dallar Yeşil Olmalı
oyununu izlemiştim ki, Yalçın Boratap tek başına alıp götürmüştü ....Nora, Bir Bebek Evi oyunu Henrik
İbsen’in yine orada çıkmıştı karşıma bir genç adamken ...
Öylesine
çok gidip gelmiştim ki Şehir Tiyatroları Devlet Tiyatroları sahnelerine...Her
günün seyircisinin farklı tepkilerine dair notlar verecek kadar hem de...
Mesela hafta içi bir gün öğle sonrasında da oynardı Şehir Tiyatroları ve en
renksiz seyirci bu oyunlarda olurdu sanki... Zeki ve algısı yüksek olurdu
Perşembe gecelerinin seyircisi ne hikmetse...
Şehir
Tiyatrolarında da , Devlet Tiyatrolarında da Cuma akşamı ve hafta sonları
seyircisinin en önemli kusuru tiyatroya sinema muamelesi yapmaya daha teşne
olmasıydı özellikle kara kış zamanlarında...Olur olmaz çok şeye gereksiz
biçimde gülmek isterdi bu seyirciler....O yüzden son tercihimdi hafta sonları
oyun izlemek....
Mesela
Medea’nın kanlı ellerini de Harbiye
Muhsin Ertuğrul’da izledim ben, İsmet Ay’ın dönüp dönüp devleştiği Vişne Bahçesi’ni de...
Daha
onlarca oyunu da....
Aradan
geçen yıllarda ustaların ustalarını da, gölge gibi gidip gelenlerin de çoğunu
tanıdım ben hem sahnede seyirci olarak hem de günlük hayatta...
Ferhan
Şensoy’un çok büyük bir kadirbilirlikle ustası Haldun Taner için yazdıklarını
yıllar sonra uyarlayarak söylersem ; ‘ Siz bilmesiniz de ‘sınavlara ve
sevdalara her an hazır orta halli memur/öğretmen çocuğu’ olan Murat Örem’in hem
annesi hem babası olduğu güzelim zamanları çoktur, İstanbul Şehir
Tiyatrolarının Devlet tiyatrolarının ...”
Yirmi
beş yıldır elim sırasıyla kalem, daktilo
tuşları ve klavye tutuyor , sesim
mikrofondan yayılıyorsa, ekmeğimi önce Türkçemle kazanıyorsam, öyle böyle değil,
hakkınız pek ama pek çoktur üzerimde, tiyatroların yaşayan yaşamayan insanları...
Bu
yüzden , yaşasın isterim daima tiyatro...
İnsanlar
ölür ama kurumlar kalır, kalmalıdır çünkü...
Yaşasın
isterim ve bir yandan da her fırsatta her yerde her zaman söylemekten büyük
onur duyarım tekrar tekrar, İstanbul Şehir Tiyatrolarının Devlet Tiyatrosunun üzerimdeki
büyük emeklerini...
O
yüzden daha önce kurduğum şu cümleleri bir kez daha söylemek isterim bir 27
mart öncesinde daha ;
Hayat, Ankara gibi , İstanbul
gibi, İzmir gibi koskocaman şehirlerde bile insansız sokak ve kış akşamlarının
boynu büküklüğüne, televizyonlu ama paylaşımsız evlerin hükümranlığına inat ,
tiyatro salonlarında göz aşinalığıyla bile olsa yeni insanlar, yeni hayatlar
biriktirmektir...
Tiyatro bunun için vardır...
Tiyatrocu bunun için vardır...
Seyirci bunun için vardır...
İnsan, insanı yine insanda
görsün de kendine bir daha baksın diyedir , tiyatro...
Hangi yaşta ve işte olursa
olsun , ‘Annelerin ninnilerinden spikerin okuduğu habere kadar’ duyduğu her
şeyi herkes bir daha bir daha bir daha sorgulasın diyedir tiyatro...
“Çürümüş bir şeyler Danimarka
Krallığında” cümlesinin çağrıştırdıkları üzerinden dünya tarihine bakabilmenin
yoludur tiyatro...
Medea’nın elindeki kanın
herkesin ellerine bulaşmış olabileceğini de sordurur insana tiyatro, Çehov’un
Vişne Bahçesi’ndeki uşak Firs’ün yüzüne baktığınızda nasıl bir hayatın
üzerinize üzerinize geldiğini de...
37 yıllık ömrüne tiyatroyu ,
sahneyi de sığdıran Mayakovski , Atatol Behramoğlu’nun çevirisiyle “Şair
İşçidir” isimli uzun şiirinin bir yerinde şunu der Türkçemizle...Çok seçkinci
bir yaklaşım bu demeye teşne olanlar yine de bulup okusunlar şiirin tamamını..
“ ...Bilirim
hoşlanmazsınız boş lâftan
kütük yontarsınız kan ter
içinde,
Fakat
bizim işimiz farklı mı
sanırsınız bundan:
Kütükten kafaları yontarız biz
de....”
Tiyatroyu müsamere sananlar da
, slogan mezesi yapmaya teşne olanlar da, televizyona giden yolun basamağı
görenler de unutmasınlar ki huysuz bir attır sahne...
Selamla kelamla bir yerlere
geldiğini sananları kaldırıp atar günü geldiğinde üzerinden...
Ve bir oyunda , hakiki bir
aktörün/aktrisin alnından damlayan tek bir “ter katresi” bile çölde vahadır...
( murat örem / ankara...)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder