türk tiyatrosunun budaklı ama gür dallı ceviz ağacı
ferhan şensoy, klasik olmuş
oyununda gazetecilerin ,
medyanın tutarsızlığını, nabza göre verdikleri şerbetleri, rüzgara göre açılan
yelkenleri ve gazeteci taifesinin kayganlığını cuk
diye özetleyen keskin cümleler kurar
çeyrek asırdır …
bu meslekte çalışanlar için hiç de yenir yutulur değildir tanımlamaları şensoy’un… laf aramızda, harflere
ve kelimelere ömrünü rehin vermiş biri olarak benim için de
kolay değildir bu cümleleri sindirmek ama onlarca yıldır gözlemlediğim gerçek
ferhan şensoy’u çok da haklı
çıkarmaktadır…
ve daha acısı da
bu durum yalnızca bugünün
meselesi de değildir…
filmi sararak
onlarca yıl geriye gidebilirsiniz…
hatta iki kocaman
yüzyıl geriye bile…
engin ardıç da benim için artık maalesef çok yıllar öncesinde kalan fincancı
katırlarını hakkıyla ürküten derinlikli yazılarında bugün medya olarak
tanımlanan zamanın basınının, entelektüel,
siyasi ve ahlaki seviyesinin acınacak durumda olduğunu yazmıştır tekrar tekrar…
aynı engin ardıç o kendine özgü gıllıgışlı ve testereli dilinin sonunda da
sözü mutlaka spor basınına getirir ve türk basınının her manada en altta kalan grubunun spor
basını olduğunu söylerdi…
aradan geçen yıllarda da spor
basınının gittikçe gittikçe ne hallere geldiğini görmek isteyenler görüyor
zaten…
ülke medyasını da
görüyor…
bütün bu alanlarda gelinen süreç
çok daha iyi olabilir miydi, olmalı mıydı derseniz, kocaman ve hüzünlü bir
gülümsemeyle bakmak isterim yüzünüze…
yıllar önce, haberleşmenin cilalı taş devri zamanlarında koşulları
daha iyi olan gazeteciler
muhabirler, gittikleri yerlerdeki
olaylar ve spor karşılaşmalarıyla ilgili
görüşlerini, haberleri telefonla
yazdırırlarmış merkeze…
cilalı taş devri diyoruz ama vakit o kadar da
eskiler değil...
bu satırların yazarı bile köhne mi köhne ve zemini mazot kokulu postane köşelerinde şehirlerarası
telefon yazdırıp kocaman bir günü ptt’ye
rehin etme tecrübesini çok yaşamış kuşaktandır…
şimdilerde, elindeki telefonla gönderdiği fotoğrafın /
görüntünün yalnızca bir dakika içinde
karşıya gitmediğini görünce enikonu atarlanan
ergenlere bu cilalı taş devri dönemlerini
anlatmanın imkanı yok biliyorum…
belki gereği de
yok…
çünkü her çağın
gerçekliği başka….
bizimkisi de biraz davulcu
yellenmesi işte…
hani diyor ya insan hikayelerinin büyük efendisi sait faik; “ yazmasam….” diye başlayan unutulmaz cümlesinde…
biraz o hesap bizimkisi de…
elbette sait faik falan da
olmadığımızı ve haddimizi bilerek…
haberleşmedeki cilalı taş devrinden
hemen sonra bu kez sıraya teleks,
telefoto şu bu girince, herkes biraz
rahatlamış…hele hele faks diye bir icat herkes için uzay çağının habercisi (!!) olarak
görülmüş…
işte bu geçmiş dönemlerde bir maçın, etkinliğin son dakikalarında çalıştığı kurumlara haber
geçenler yazılarını farklı
ihtimallerle!!! yazarlarmış...maçın
bitmesini bekleyemezlermiş çünkü haber vermeleri için de imkanlar, telefonlar,
fakslar şunlar bunlar sınırlı sayıdaymış,
sırayı kapmak gerekirmiş(!!!) ve
aralarında bir de yıkıcı rekabet varmış…
şöyle örnekleyelim de hikaye
anlaşılsın;
maçın 70. dakikası…bir takım 2-1 önde…büyük ihtimalle maç böyle bitecek…ama son dakikalarda her şey
olabilir…maç doksan dakika ya !!! o
zaman ne yapmak gerekir bitmeyen maçla
ilgili cümleler kurup telefonla
yazdırırken….önce en büyük ihtimal üzerinde övücü cümleler kurmak gerekir…ama
bir terslik olur da denklem değişirse bu kez de diğer seçenekler için az önce söylenenlerin
tam tersi cümlelere yaslanmak ve övgü cümlelerini ağır saldırı cümleleriyle
değiştirmek….
işte spor muhabirleri bunu
zamanında çok yaparlarmış…
marifetmiş gibi....
marifetmiş gibi....
maç a takımının galibiyetiyle
biterse diye önce o takımı öven cümleler boca ederlermiş yazıya…fakat b takımının da kazanma ihtimali var diye bir başka yazı daha gönderip bu kez bir
önceki yazıda ağız dolusu övdükleri a takımının ne kadar kötü oynadığını
yazarlarmış…
biz buna türkçede ne diyorduk;
ne şiş yansın ne kabap…mı….
nabza göre şerbet…mi…
çevir kazı yanmasın mı…
batan medyanın tanımlamaları bunlar….
seç beğen al….
ne şiş yansın ne
kebap….
nabza göre şerbet…
çevir kazı yanmasın…
medyada onlarca yıldır kemikleşmiş olan bu yaklaşımı ve ilkesizliği
hayatın her alanına uyarlamak hiç mutluluk verici değil…aksine insan ruhunun
aşınmasının had safhasını gösteriyor bu
gelişmeler…
çünkü hiçbir toplum ve
topluluk
bu kadar rüzgargülü olmayı
kaldıramaz…
bir gün gelir
bütün değerler çöker…
parasızlığı aşabilirsiniz…
eğitimsizliği aşabilirsiniz…
ideolojik ayrılıkları zenginliğe çevirebilirsiniz…
ama değerleri yok etmeye başlarsanız…
bin yıl geriye gidersiniz…
değerler de yalnızca din ve ahlak değildir…
ve temel değerlerini kaybeden toplumlar
dini , ahlakı ve sosyal hayatı da dejenere eder…
mesela ; bir evde her şey iyi kötü
yolunda giderken sorun yok…
baba anneye anne babaya yalandan övgü
yağdırmaya hazır…
fakat evin küçük kızı veya oğlu sınavlarda
veya hayatta duvara çarparsa “buna sen sebep oldun diye diye…” herkes arka cebindeki hakaretleri taş olarak
atmaya hazır…
peki şimdi biz kime inanacağız…
peki siz hangisisiniz…
maçı kazandığı zaman aynı takıma
övgüler yağdıran, maçı kaybettiği zaman da yine aynı takıma “s”övgüler yağdıran
kalem misiniz ?
şöyle bir etrafınıza bakın…
hayatımızdan eleştiri kalktı…
ya abartılı övgüler var ya da nefrete varan saldırılar…
bir siyasi parti ölümüne sahiplenilmez….
bir siyasi partiye ölümüne düşman da olunmaz…
bir insan veya bir kurum ölümüne sevilmez…
bir kurumdan ölümüne nefret de edilmez…
bu gerçekler insanlar için de geçerlidir…
bir insan ömrü boyunca hata da yapar…
yanlışlar da yapar…
birini çok sevmeniz onu eleştirmenize engel
değildir..
olmamalıdır…
birini eleştirmeniz ona düşman
olmanız da değildir…
olmamalıdır…
birini eleştirmek ;
“seni hala çok önemsiyorum” demektir…
“seni ciddiye
alıyorum…” demektir…
“senin de söyleyip
eleştireceklerini dinleyeceğim” demektir…
“birlikte daha
yukarıdaki basamağa çıkalım” demektir….
evden
işyerinden
siyasetten
spordan
medyadan
hasılı hayatın içinden
eleştiriyi kaldırırsanız,
eleştiren insanları şucu bucu diye yaftalarsanız
“siyah ve beyaz arasında sıkışıp kalırsınız…”
siyah ve beyaz arasında sıkışan
toplumların, toplulukların, siyasetin, bireylerin başarılı olma şansları
yoktur…
siyah ve beyaz
benim için yalnızca beşiktaş formasında güzeldir…
bunun
dışındaki hayat her zaman grinin tonları arasında gider gelir…
öyle olmalıdır…
hakaret ,
siyahla beyazı
birbirine düşman kılmaktır…
eleştiri ,
siyah ve beyazdan
yola çıkarak
grinin gerçekliğine yürümektir…
grinin gerçekliğine yürümeyenler
birey olsun topluluk olsun toplum
olsun
paramparça olurlar…
medya , yapısı gereği , bir keskin
bıçaktır, bisturidir…
cerrahlar nasıl “bir organı hemen kesip alarak meseleyi
çözmeyi yeğlerlerse..”
medya da griyi göstermek yerine siyah ve beyazdan
yalnızca birini işaret etmeyi sever…
ve bunu aşmanın tek
yolu
her şeyi ama her
şeyi
sorgulamak
sorgulamak sorgulamaktır….
bu yüzden de
sorgulamak
eleştirmenin
mütemmim cüzüdür…
sorgulamadığınız sürece
size gösterilenlerle
yetinmek zorunda kalırsınız…
ve size göstermek
istediğini
her zaman
değiştirebilir birileri…
ne demek istediğimizi mükemmel
özetleyen ama çizerinin ismine ulaşamadığımız yukarıdaki muhteşem karikatüre bir daha bir
daha bakın isteriz…
sizce bu karikatürde kim ne yapıyor ?
size
ekrandan gösterilen hangisi ?
ve siz hangisini görmek istiyorsunuz ?
(
murat örem 27 nisan 2016 / ankara)
- karikatürün alıntılandığı yer / karikaturgundem.com-
- karikatürist / ? -