Küçük bir adamdım.
Adam ol(a)madığını bilen
ama çocuk da olmak istemeyen yaştaydım.
İlkokul bitmek üzereydi.
Tarih 23 Nisan 1979’du..
Erkenden gelen yazı andıran bahar günüydü.
Bayram günüydü.
Evimden uzaktaydım.
Uzun süredir hasta olan dedemin yanına gitmek için anne baba
ve kardeşimle birlikte şehirler arası yolculukların galaksi değiştirmek kadar
zor olduğu eski zamanlarda uzun bir
yolculuğun ardından Denizli Acıpayam’daydım.
Kederli yolculuğun sonunda dedemin yanındaydım..
Hastaydı dedem...
O zamanlar bana bin yaşında gibi görünse de daha 66
yaşındaydı.
Gece yarıları derin nefes almalarla önüne geçilmeye
çalışılan öksürük nöbetleri ve yuvalarından fırlamış gözleriyle , pencerelerin
ardındaki temiz havanın iyi geleceği umuduyla etrafına aman dileyen nazarlar
atan ama buna rağmen küçük bir çocuk gibi kaçak sigaralar içmeye çalıştığı
günler geceler yaşayan dedem uzun bir yolculuğun eşiğindeydi
neredeyse bir yıldır...
Küçük bir adamdım...
Adam olmanın ruhuna uzak , çocuk olmanın ruhuna daha da uzak
günler yaşıyordum.
Hayatın kaçınılmaz tarafının dedemin yüzünde yaptığı son
rötüşu hem anlayacak hem de anlayamayacak zamanlardaydım...
Çocuklarını çok seven torunlarını daha başka seven ve genellikle
her akşam yalnızca bir kadeh içtiği rakısının yanındaki mezelerini güle oynaya
bizimle paylaştığı günlerin ışıltısı ruhuma kazınan dedem , çocuklarını ,
torunlarını bırakıp çokkk uzun bir yolculuğa çıkmaya hazırlanıyordu.
23 Nisan Çocuk bayramında hem de...
Sabah vaktiydi...
Az sonra olacaklardan habersiz , ben de ilçenin
dağdağasından uzakta, etrafımdaki bütün büyüklerin yüzüne sinmiş bakışlardan
kaça kaça , bahçedeki badem ağacının dallarına sürgün vermiş yeşil çağlaların ekşi, buruk , kekre tadına kaçmıştım ...
Küçük bir adam(mıy)dım...
Tarih 23 Nisan 1979’du.
Sabahın aydınlığında geçmiş olsun dilekleriyle yürüyerek
merdivenden inerken dedem el salladım
gülerek...
Denizli’ye gidecek iyileşecekti dedem...
Zaman akacaktı...
Ben büyüyecektim...
Annem ve teyzem babasına biraz daha doyacaktı yıllar
içinde...
Dayılarım çok sevip çok saydıkları babalarına biraz daha
yaklaşacaktı...
Dedemin kardeşi Nezahat Halam daha abisine ne tatlı
kaprisler yapacaktı...
Kocaman gövdesinin içinde her zaman hazır iki damla gözyaşı
olan babam, Behzat Dedem öldüğünde ‘kayınpederinin’ ardından hıçkıra hıçkıra
ağlamayacaktı bir köşeye çekilip...
Anneannemin üzerine sıradağlar devrilmeyecekti...
Anneannemin üzerine sıradağlar devrilmeyecekti...
Bunları düşünecek yaşta değildim ama bir ihtimal her şey yoluna girecek ve
iyileşerek yaşayacaktı dedem...
Gene yaz akşamlarında aydaki adamı anlatacaktı biz torunlarına..
Tandır ekmeğine benzeyen gevrek sesiyle ‘Haticehanım çay var
mı çay ?” diye soracaktı daha..
Köylerden gelen onlarca motorsikletli fakir insanın
araçlarını tamir edecek ‘insanın teşekkürü, gönülden duası paradan iyidir’
diyecekti...
Olmadı...
Bunların hiçbiri olmadı...
Merdivenlerden yürüye yürüye inen dedem aradan birkaç saat
geçmeden gene evin önüne döndü...
Ancak bu kez kan çanağına dönmüş gözlerin ve ezilmiş
omuzların üstünde dualarla çıkıyordu dedem aynı merdivenleri yürüyerek değil...
Küçük bir adamdım...
Tarih 23 Nisan 1979’du...
Ölümü tanımıştım...
Hayatı tanımıştım...
Bessat Dedemi tanımıştım...
Daha ne olsundu....
(murat örem / 1998 / 2012 / yıllar önce ilk haliyle ergir.com’da yayınlanmıştır...)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder