ben çocukken bile adamdım...
hiç bilmiyorum öyle “isterim de
isterim” diye tutturduğumu herhangi bir şeyi….
ar ederdim böyle süfli şeyleri
konu etmeye...
mesela dondurma çok hitap etmezdi
o zaman da bana...
alınırsa yerdim herhalde ama o
kadardı…
annemden bir bardak su babamdan olmayacak bir şey istediğimi hatırlamam…
onlar da hatırlamazlar...
anne babam ben istemeden yaparlar mıydı çok şeyi ?
“hayır yapmazlardı” dersem, ikisinin de haklarını yemiş olurum…
“peki çocuklarına sevgilerini göstere göstere yaşarlar mıydı ?” derseniz,
ona da “evet” diyemem ağız
dolusu....
bunu dersem, anne babaları(mızı) aklayayım derken benim de içinde olduğum
koca bir çocuk kuşağın hakkımı yemiş olurum…
çünkü anne babalarımız sevmeye vardılar ama dolu dolu göstermeye
yok…!!!!
oysa gösterilmeyen sevgi olmaz (mış)…
bu gerçeği bilselerdi, yine de
yaparlar mıydı o yanlışları.....
vallahi, herhalde yine
yaparlardı…
‘yatılı okudukları öğretmen okullarının devlet derslerinde‘ mayaları
en çok buna kodlanmıştı çünkü hemen hepsinin...
o yüzden altmışların, yetmişlerin , seksenlerin öğretmen kuşaklarının çocukları canlarını dişine takarak iyi
okullarda okuyup sonrasında iyi işlerde
de çalışsalar hep öksüz ve yetim çocuk çığlıkları yankılandı göğüslerinde….
rutubetli
öğrenci yatakhanesi koktu ruhları…
çocukken uçurtma uçurmak, balık tutmak falan çok manasız
şeyler gelirdi bana….
rüzgarın çıkmasını beklemek, balığın oltaya gelmek için aptallaşmasını
(!!!!) beklemek, zekama hakaret gelirdi...
hakikaten acıklı bir zaman
kaybıydı...en az iki sıkı kitap biterdi o kadar zamanda...
çocuk kalbi’nin sayfalarında
gezilirdi sıcak yaz günlerinde...
pal sokağı çocukları okunurdu
pastör kardeşlerden nefret ederek..…
colnay ve barabas’ın artık
barışmasını isteyerek...
terzi oğlu ernö nemeçek’e hüzünlenerek...
kırk küsur yaşında adam oldum , bugün bile elinde oltayla balık tutan
birilerini görünce acımak gelir içimden hala !!!!
dedem gibi, “ efendiler
kendinize gelin , kitaplar balıklardan akıllıdır “
demek isterim....
dedem bütün torunlarına yaptığı
gibi yılda iki kere yıldızlı
pekiyili karnemi eni konu görmek ister
ve arasına benim için hatırlı sayılacak bir kağıt para sıkıştırırdı...
ptt müdürü emeklisiydi dedem ve 1970’lerin balıkesir’inde çocuk giysileri satan
ilk dükkanı açmaya karar verdikten sonra
vakti zamanında memur ve müdürken
hiç ummadığı kadar para kazanmış, en
çok da kendisi şaşırmıştı bu işe....
doksana yakın yaşındaki ölümüne
kadar dümdüz bir çizgide yürüdü dedem…
pırasa dahil bütün zeytinyağlı
yemeklere aynı oranda limon sıktı , tahin helvasını ve baklavayı aynı mutluluk
duygusuyla yedi .
“ bedia’nın şehriye çorbası
gibisi yok” derken sonsuzluğu keşfetmiş
bir fizikçi kadar da ciddiydi...
bir de beşiktaşımızın tüm
gollerine aynı sevinçle katıldı dedem ömrü
boyunca…
karısı olan babaanneme bir tek
gün bağırıp çağırmadı kalabalığın içinde...
teke tek kaldıklarında da çok ileri gittiğini hiç sanmıyorum....
dedem karısını , babaannem(iz)
bedia’yı muhtemelen hiiiiiiç aldatmadı…
muhtemelen, başka hiçbir kadına , bir saniye bile yan
gözle bakmak aklına gelmedi…
seksenlerin sonunda babaannemle
birlikte hacı olduğu dönüş yolunda
otobüsün içinde çerez yiyenlere de, hacı kafilesinin önüne bayrak asmak
istemeyenlere de , sokaklarda yüksek
sesle konuşanlara da aynı tepkiyle kızdı dedem kendini hala devletin memuru ve müdürü sanarak...
…
istanbul’daki üniversite
yıllarımda balıkesir’e gittiğimde “derslerin nasıl” diye yirminci kez sorduğunda bana “ dede ayıp oluyor önce bir nasılsın de” şeklinde tepki gösterdiğimde de ne geri adım
attı ne de bana kızıp sitem etti …”oğlum
sen iyi olmasan buraya nasıl gelirdin” diye cevap verdi bıkıp usanmadan ve karısına dönerek “bedia hanım bir kahveni
içeriz” dedi….
ben küçücük bir adamken tavlada da , bilek
güreşinde de çok yenildi dedem bana…
o
zamanlar tabi ben dedemi bileğimin hakkıyla yeniyorum sandım bütün çocuklar gibi ….
ayaklarının üzerine çıkararak ellerimi
sabunlamayı da , artık gitmeyi tümüyle
bıraktığım bayram sabahı namazlarında
abdest almayı da, bir davette söze nasıl
girileceğini de aynı ciddiyetle öğretti dedem
bana da , ne eksik ne fazla…
formülü buydu ; ne eksik ne
fazla....
öyle ne neye göre eksik , neye göre fazla gibi felsefi sorulara girmez taa
yirmi beş yıl önce hasan pulur’u okurken, “doğru doğru”
derdi...
karne zamanlarında verdiği kağıt
paralarla gidip onlarca kitap aldığımda da gururla baktı her seferinde ben daha
onlu yaşların başındayken …
hayatta en çok kitap alın(ın)ca mutlu oldum galiba ben...
hayatta en çok torunları mutlu
olunca mutlu oldu galiba dedem…
çocuklarını da çok sevmiştir mutlaka
dedem, içlerinde babamın da olduğu...
en küçük evladını tak diye beyin kanamasından
kaybettiği gün bile hayatını değiştirmedi seksen küsür yaşındayken dedem …
yine balkona çıktı, yine kahvesi
önüne getirildi, yine bahçeye çöp atanları kınadı ve yine gereksiz ampüllerin
kapatılması gerektiğini söyledi “milli
servet, yazık “ diyerek…
o ciddi ciddi bunu söylerken
yetmiş yıllık karısı babaannem de “öldürecek bu adam beni” diye ağlıyordu yan odada….
oysa , ortada gerçekten bir ölü
vardı ve yalnızca elli beş yaşındaydı daha ...
ölen babam dahil
üç kardeşin en küçüğü olan Aşkın Amcamdı…
ikisinin evlatlarıydı…
seksen küsur yaşında babaannem ve
dedem kalmıştı....
her zamanki telaşı ve aculluğuyla
sırayı bozmuştu işte en küçük evlatları Aşkın Amcam...
çocuk giysileri sattığı yıllarda,
ptt müdürlüğü günlerine göre çok büyük paralar kazanırken de , Türkiye, serbest piyasa adı altında yüzde
iki yüz karlara bile arsızca alışırken de asla ve kat’a hiçbir malı , yüzde yirmi karın üzerinde
satmadı dedem….
yüzde on dokuz da olmadı karı , yüzde yirmi bir de….
devleti ona ‘yüzde yirmi’ demişti
ve o da devletinin iyi bir memuru, müdürü , emeklisi ve şimdi de esnafıydı…
karısına ağız dolusu onu çok
sevdiğini belki hiç söylemedi ömrü boyunca dedem ama bedia sever diye haftada
bir beş
kilometrelik yolu yürüyüp kelle peyniri alıp geri döndüğünde yetmişli yaşlarının sonundaydı…
yaşıtları odadan odaya ahlaya
vahlaya bastonlarla salavatlarla giderken ihtiyarlıktan dolayı dedem beş kilometreyi delikanlı gibi yürüdü hep, ta ki parkinson olana kadar....
sevgi bile somut bir işe
yaramalıydı dedem için…
mesela aldığı peynir hem
ucuz hem çok kaliteli, hem yağlı, hem az
tuzlu olmalı hem de hayatındaki en yakın
kişileri mutlu etmeliydi….
devleti ve karısını muhtemelen aynı kalple, aynı teraziyle
sevdi dedem, bunu hiç yadırgamadan...
bu yüzden, elektrik makbuzunu zamanında öderken de ,
yetmiş yıllık karısını kendi bildiğince sevip önemserken de aşinası olduğu yolun dışına hiç çıkmadı…
yeni yol da aramadı....
gittiği yolu da hiiçç yadırgamadı...kırk
yılın müdür beyiydi o...devletinin memuruydu....
mesela bir tek demet çiçek alıp
gitmişse eve, çiçeği karısına vermek
yerine masaya usulca koymuş hemen
arkasından da, “bedia suyu çok harcamamak
lazım yazık milli servet” demiştir ….
muhtemelen öyle yapmıştır...ve bunu hiç de rol yapmadan yapmıştır....
babaannem bedia, bütün kadınlar gibi biz torunlarına bile tatlı
tatlı kocasından yakınırken, dedem tek kelime olumsuz laf etmedi karısıyla ilgili
hiçbirimizin yanında son nefesine kadar.
karısı bedia ağır bir ameliyata girdiği gün, Ankarada
ameliyathane kapısında torunu muratla/benimle beklerken, ben bir kantine ineyim
de yılbaşı çekilişi için bilet alayım derken bile aynı adamdı dedem.. şaşkınlık, yadırgama ve sitem içindeki gözlerime bakarak bunu söylerken
yüzünde en ufak bir umut ya da umutsuzluk yoktu....
sanki samuell beckett
karakterleri gibiydi ve birazdan ostragonla gidecekti....
ben de vladimir’le kalacaktım...
godot da nah gelecekti....!!!!
o benim dedemdi…
selahi dedemdi….
balıkesir balya
‘daki nüfus kütüğündeki ismiyle , mehmet
selahi örem dedemdi....
ben çocukken de daha
ziyade adamdım......
bilmiyorum öyle çocuk gibi
tutturduğumu herhangi bir şeyi ….
dedem her karne döneminde
yıldızlı pekiyili karnemi eni konu görmek ister ve arasına hatırlı bir kağıt
para sıkıştırırdı bütün torunlarına yaptığı gibi....
o paralarla gidip hemen kitaplar
aldığımda da gururla baktı her seferinde yüzüme....
hayatta en çok kitap alınca mutlu oldum galiba ben..
hayatta en çok torunlarının yanında mutlu oldu galiba dedem…
yaşım kırk beş oldu, geçmişte okuduğum binlerce kitabı neredeyse ayrı
ayrı kokusundan bile ayırt edebilirim
bugün ..
ve hala, elinde kitap taşıyan
birinin o kitabı hakikaten okumak için alıp almadığını da şıp diye bilirim…
dedem de bilirdi.....
hem de kavunun hasını
keleğinden, insanın hasını da curufundan
ayırmayı bilirdi …
eh ben de onun torunuyum…
bilirim kimin neyi hak ettiğini….
iyi bilirim….çok iyi bilirim….
muratörem / 13.01.2012….
Çok güzel bir anlatım. Babanı (taşkın hoca) saygıyla severdim. Ssrlk Yeni Mahallespor'un yöneticiliğini yapıyordu ben aynı takımda top oynarken.
YanıtlaSilBu samimi yaklaşımdan sonra m.selahi örem dedene de saygıyla sıcaklık duydum.
Murat sen bizim övünç duyduğumuz bir kardeşimizsin...
sevgili nihat bal;
Silbabamın çok sahici bir yanı vardı...
coşkusu sevinci ve kızgınlığı sahiciydi...
o kadar sahiciydi ki yeni mahalle yöneticiliğinde hak mahrumiyeti cezası bile almıştı hakemle tartıştığı için :))) çok içten bir yorum yapmışsınız....size gönülden sevgi ve saygılarımı iletiyorum...
murat örem...